Nedir iyi bir uyarlama? Uyarlama kime ve neye göre iyidir? Bir uyarlamanın “iyi” olması nelere bağlıdır? Tarifi/formülü, prensipleri/kıstasları var mıdır bu işin? Belki de yoktur. Sinemada edebiyat uyarlamalarının tarihi neredeyse sinema tarihiyle yaşıt ama özellikle 1910’lardan itibaren sinemanın en sık başvurduğu kaynaklardan birinin edebiyat olduğunu görüyoruz. Bütün ülke sinemaları, edebiyat eserlerini sık sık beyazperdeye taşıyor ama üretim büyüklüğü açısından Amerikan sinemasının edebiyata en çok başvuran (ve onları en çok ödüllendiren) sinemalardan biri olduğunu biliyoruz.
1950’lerden itibaren yükselişe geçen edebiyat uyarlamalarının altın çağı, genelde 1960’lar olarak kabul ediliyor. Tabii bunda, edebiyat uyarlaması olan filmlerin (bilhassa epik olanların) elde ettiği finansal başarının (gişe geliri) ve ödül törenlerine âdeta ambargo koymalarının da payı büyük. Aynı tarihlerde Japon, İngiliz ve Rus sinemalarının da hatırı sayılır oranda edebiyat uyarlamalarına yöneldiğini not düşelim. İlk dönemler, başarılı bir edebiyat uyarlamasının esere sadık kaldığı oranda takdir gördüğünü gözlemliyoruz. Bir Shakespeare, Stevenson, Poe ya da Doyle uyarlaması, eserdeki detayları verebildiği ölçüde takdir görüyor. Remarque, Mitchell, Du Maurier, Christie, Dostoyevski, Tolstoy gibi eserleri çok-satan (best-seller) yazarlardan yapılan uyarlamalarda özellikle dikkat edilen şey, çekilen filmin esere sadık kalıp kalmadığı oluyor.
Özellikle Stanley Kubrick’in Stephen King uyarlaması The Shining’inden (Cinnet, 1980) sonra, yıllardır içten içe tartışılan bir şey âdeta ayyuka çıkıyor. Stephen King, medyaya yaptığı açıklamalarda, eserinin çarçur edildiğini, ortaya bambaşka bir şey çıktığını, bunu kesinlikle bir uyarlama olarak kabul etmediğini beyan ediyor. Film başlı başına muhteşem olduğu için, hem seyirci, hem eleştirmenler hem de akademi ikiye bölünüyor. Evet, karşımızdaki şeyin Stephen King’in müthiş romanıyla bağları zayıf, kabul ama karşımızdaki şey, aynı zamanda bir sinemasal şaheser. Peki bu durumda ne yapacağız? O zaman sıkça tartışılan şeyin, bugün artık bir önemi yok. Yönetmen, iyi bir edebiyat eserindeki fikri alıp onu kendi konsepti çerçevesinde yorumlayıp peliküle dökebilir. Hüküm, karşımıza gelen nihai eser bağlamında verilir. Bir filmin orijinal eserdeki birçok detayı kullanmaması ve/veya değiştirmesi, onu kötü film yapmaz hatta belki de “kötü bir uyarlama” da yapmaz. Hele ki edebiyat eserinin ruhunu filme enjekte etmeyi başarabilmişse. Sergio Martino giallosu Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key (Il tuo vizio è una stanza chiusa e solo io ne ho la chiave, 1972) de böyle bir örnek. Sergio Martino’nun Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key’i, aslında Edgar Allan Poe’nun “Kara Kedi” (The Black Cat) adlı öyküsünün bir uyarlaması. Daha doğrusu, Martino ve senaristleri (Adriano Bolzoni, Ernesto Gastaldi, Luciano Martino ve Sauro Scavolini), Poe’nun öyküsünün ruhunu alıp, şaşırtmacalarla ve labirentlerle dolu, hayranlık verici, kanlı bir giallo senaryosu inşa etmişler.
Edgar Allan Poe’nun 175 cümleden oluşan “Kara Kedi” öyküsünü dört ayrı bölüme ayırabiliriz. Bu bölümlerden ilki, anlatıcının (muhtemelen idamdan önce) kendini tanıttığı bölüm. Daha sonra sırasıyla; (evdeki) evcil hayvan sevgisini, (kara) kedi Pluto’yu ve başına gelenleri anlattığı bölüm, eşini öldürdüğü (baltayla beynini parçaladığı) bölüm ve yakayı ele verdiği son bölüm gelir. Sergio Martino’nun filminin 1 saat 36 dakikalık versiyonu kabaca 29 sahneden oluşuyor. Annesine takıntısı olan, psikopat yazar bozuntusu Oliviero’nun evinde verdiği hippi partisinde başlayan ilk sahneden cesedin ortaya çıktığı son sahneye kadar öyküdeki, Poe’nun deyimiyle, “sapkınlık” (perverseness) filmin tüm sahnelerine sinmiş durumdadır. Kitapçıda geçen üçüncü sahne, Floriana’nın motosiklet yarışına davet edildiği on beşinci sahne ve yaşlı teyze Molinari’nin polisle konuşmaya gittiği yirmi ikinci sahne hariç geri kalan 26 sahnenin tamamında hem bir gialloya, hem de bir Poe korkusuna yakışır ölçüde “tedirginlik” ve “tekinsizlik” mevcuttur.
Martino’nun başarısı, sadece Poe’nun öyküsündeki havayı filme yaymış olması değildir. Martino ve ekibi, Poe’nun eserini o kadar iyi analiz etmiş ki, öyküdeki küçücük detaylarla senaryoyu örmüşler. Mesela öyküde anlatıcı, laf arasında, kedinin yanı sıra “kuşlarımız, Japon balığımız, güzel bir köpeğimiz, tavşanlarımız, küçük bir maymunuz da vardı.” der. Martino ve ekibi, Poe’nun da bir adım ötesine giderek, evdeki kuşları da hikâyenin merkezine çeker ve kediyle yaşanan gerilimi zenginleştirmede kullanır. Örneğin öyküde anlatıcı ancak evde yangın çıktığı zamanı betimlerken bir hizmetçinin varlığından bahseder. Kısaca söyler geçer, üstünde durmaz. Martino ise hizmetçiyi de (Brenda adlı bir karakter yaratarak) hikâyenin merkezine alır ve dramatik çatıyı güçlendirmek için kullanır. Öyküdeki anlatıcının kedinin gözünü oyma ve eşini öldürme bölümleri, filmde büyük ölçüde korunmakla birlikte bir şaşırtmaca olarak kullanılır ve yeni cinayet ile kumpaslarla ana tema zenginleştirilir. Martino (bir tanesinde hile yapmış olmakla birlikte) birden çok katili, bir nedenden ötürü katillerle ortak iş yapan çok sayıda işbirlikçiyi hikâyeye dahil eder ve daha çok Mario Bava’da ve Dario Argento’da gördüğümüz türde bir giallo izleği yaratır. Komplo, entrika ve kirli ilişkileri filme büyük ölçüde yayar. İlk kez onuncu sahnede ufaktan görülen şüpheli karakter Walter gibi ya da on dokuzuncu sahnede şişeleri toplamaya gelen kadının tanıklığı gibi anlatıyı diri tutan ve acaba bunu nereye bağlayacaklar diye sordurtan planlarla hikâyesine çapraz ilmekler atar Martino. Bunları yaparken de 70’lerin giallolarının yerli yersiz karşımıza çıkan J&B şişeleri, gaddarca işlenen kanlı cinayetler ve soruşturmayı yürüten eksantrik polis dedektifleri gibi olmazsa olmaz öğelerini de asla ihmal etmez. Ayrıca sere serpe bir cinsellik, filmin daha ilk sahnesinden başlayarak kendini gösterir. Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key’de türlü sapıklıklarla dolu çok sayıda sevişme sahnesi vardır. Filmde; zorla sahip olma, kadın kadına ilişki, ihanet, ensest gırla gider, âdeta herkes birbiriyle yatar (ya da yattığı ima edilir).
Martino klasik bir gialloya yakışan şekilde, cesetleri filme dağ gibi yığarken beraberinde yürütülmekte olan polis soruşturmasıyla da çemberi daraltmaya başlar. Hikâye umulmadık cinayetler ve olur olmadık yerlerde ortaya çıkıveren yan karakterler nedeniyle defalarca kavis çizer ve seyircisiyle sonu gelmez bir köşe kapmaca oynamaya başlar. Mahzene gömülmeye başlanan cesetlerle birlikte de Hitchcockyen bir dramatik dizge oluşur. Bazen kimin kimi öldürmek üzere olduğunu önceden öğreniriz ama sürprizler dolu senaryo, tahminlerimizde mütemadiyen yanılmamıza yol açar.
Sadece bu kadarıyla kalsa gene iyi, Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key’i muhteşem bir giallo statüsüne çıkaran şey, senaryosunun sayısız okumaya olanak tanıyan, detaylarla dolu zengin örgüsüdür. Onu klasik bir giallo anlatısı ya da sıradan bir Hitchcockyen cinayet filmi veyahut da basit bir Poe uyarlamasından kalın çizgilerle ayıran üç ayrı okuma boyutunu burada kısaca anmak istiyorum.
Öncelikle Oliviero’nun, annesi Kontes Maria ile olan ilişkisi (mesela yetişkinken bile annesiyle aynı yatakta yatması vs.), çok net bir şekilde Oidipus (Oedipus) sendromu bağlamında değerlendirmelere imkân verir. Oliviero ödipal evrede takılıp kalmış gibidir. Öfke patlamaları ve cinsel anlamda uyarılması, bir anlamda hep annesiyle ilişkili olayların (tablo, kıyafet, kedi, annesinin bahsinin geçmesi vs.) akabinde ortaya çıkar. Açılış sahnesini ve güvercinlikteki sahneyi buna örnek gösterebiliriz. Oliviero’nun, karısı Irene’den bile daha fazla sevdiği kedisinin annesine ait olduğunu öğreniriz. Üstelik Irene’nin önce Oliviero’nun annesini sonra da kedisini öldürdüğünü öğrendiğimizde iş iyice çetrefilleşir. Ayrıca filmdeki gelin-kaynana ilişkisi, Oliviero-Maria/Esther ilişkisi, Floriana-Irene ilişkisi de Freudyen okumalara tabi tutulabilir. Esther’i Maria (Meryem) yapması da, ha keza. Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key’de Edgar Allan Poe’nun öyküsünde sıkça bahsettiği “sapkınlık”, Martino’nun Freudyen deyimle “tekinsiz” (uncanny) karakterleri sayesinde ete kemiğe bürünmüştür.
Filmin içerdiği küçük ama ustaca paranormal dokunuşlar, filmi “korku/dehşet” (horror) karasularına taşımayı da başarır. İlk bakışta, basit bir detay gibi görünebilir ama öyküde kedinin adı Pluto’dur, filmde ise Satan (Şeytan). Bunun özellikle filmin finali düşünüldüğünde, öylesine yapılmış bir tercih olmadığı belli. Filmde Satan, Oliviero’nun annesi Kontes Maria’nın kedisidir, Oliviero’ya sahip çıkar (ve tıpkı eski sahibi gibi) onu karısından kıskanır. Kara kedi, Irene’den (ve ona ait her şeyden) ölümüne nefret eder, Irene de ondan. Tıpkı Irene gibi onda da katıksız bir intikam duygusu hakimdir, Irene’ye ve güvercinlerine saldırır. Kedinin içinde Kontes Maria’nın şeytani ruhu var gibidir. Bu arada Edgar Allan Poe da öyküsünde, kara kediler için “kılık değiştirmiş cadılar” (witches in disguise) tanımlaması yapar. Villa Revigny’nin âdeta her taşında o kara kedi vardır. Andrej Zulawski’nin Diabel (1972) filmindeki ‘Şeytan’ gibi, cinayetler işlendiği zaman hep “orada”dır sanki. Hatta Oliviero cinayetinde, Irene’yi yönlendirmiş gibidir. Filmde kediyi görmediğimiz sahnelerde bile miyavlamasını ve/veya acı iniltilerini duyarız, tüyler ürpertici sesi malikânenin boş odalarında, ıssız koridorlarında yankılanır durur. Filmin dehşet verici finalinde ise kedinin sesi, tıpkı öyküde olduğu gibi, hunharca cinayetler işlemiş olan katilin yakalanmasına vesile olur ama bir farkla… Filmde kedi ölmüştür. Ölü bir kedinin miyavlamalarını mı (ızdırap içinde inlemesini mi desek) duymuşuzdur yani? Acaba her şey, Irene’nin hastalıklı zihninin tuhaf bir yansıması mıdır? Paranormal bir olaya mı yoksa bir delinin akıl sır ermez kabusuna mı tanıklık etmişizdir?
Yoksa her şey, eskiden kitapları çok satan, zamanla çaptan düşen Oliviero’nun bir türlü yazamadığı son romanı mıdır ya da hastalıklı zihninin ona oynadığı karanlık oyunlar mı? Bunu biraz açalım. Daha üçüncü sahnede, artık Oliviero’nun romanlarının basılmadığını (talep görmediğini) öğreniriz. On birinci sahnede, eskiden popüler ve gözde bir romancı olan Oliviero’nun yıllardır tek bir satır yazmadığını duyarız. Aynı sahnede Irene, kocası için “Roman öldü diyor ama asıl ölen kendisi.” der. Burada kastettiği şey; düpedüz, bizde genellikle “yazar tıkanması” şeklinde kullanılan “writer’s block” kavramıdır. Bunu bir yazarın, artık yazamadığı (eser üretemediği) depresif bir aşamaya gelmesi olarak özetleyebiliriz. Literatürde bu durumu çok daha berrak bir şekilde izah eden bir kavram daha var: “Death of an author” (yazarın ölümü). Yani Oliviero artık işlevsiz (eser ortaya koyamayan) bir yazardır, bir nevi “ölmüştür”. O nedenle bunalımdadır. Tepkiselliklerini ve aşırılıklarını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Kontrol edemediği ve giderek büyüyen öfkesini de karısına yöneltir. Ona fiziksel ve ruhsal şiddet uygular. Yaşadıkları büyük malikâneyi terörize eder. Çiftin dışında malikânede sadece, ayak işlerine bakan siyahi bir yardımcı/hizmetli vardır. Filmde iki defa Oliviero’nun (roman yazması beklenen) daktilosunda hep aynı şeyin kağıda yazılı olduğunu görürüz. Defalarca hatta sayfalarca yazılı olduğunu gördüğümüz ilk cümle, “KARINI ÖLDÜR VE MAHZENDE SAKLA” olur, yine defalarca yazılı olduğunu gördüğümüz ikincisi şey de, “İNTİKAM” sözcüğüdür. Ritmik bir daktilo sesiyle huzursuzluğun tavan yaptığı bu sahnelerle birlikte Your Vice Is a Locked Room and Only I Have the Key’in (Il tuo vizio è una stanza chiusa e solo io ne ho la chiave, 1972), “yazar tıkanması” teması çerçevesinde okunabileceğine dair kuvvetli emareler toplamış oluruz. Bu son paragrafta kısaca ele aldığım doneleri (dev bir malikâne, kariyerinde büyük bir tıkanma yaşayan ve bu nedenle açığa çıkan devasa öfkesini içkiyle ve karısına eziyet ederek gidermeye çalışan psikopat yazar, kesici bir aletle hunharca katledilen siyahi malikâne hizmetlisi, tek cümleden oluşan daktilo çıktıları, olayın üstünü bir tül gibi örten mistik öğeler vs.) alt alta yazınca bize yıllar sonra hem seyircinin hem de eleştirmenlerin kalbini çalan ve bugün artık bir efsane mertebesine erişmiş olan bir başka korku edebiyatı uyarlamasını hatırlatır: Stanley Kubrick’in o meşhur The Shining’ini (Cinnet, 1980).
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
A Plot Within a Plot
Once upon a midnight dreary, while I pondered, weak and weary,
I watched a movie and loved it with a love that was more than love
It was a movie of Sergio Martino who made a giallo adaptation of Poe,
I asked myself when it ended, will be there a better adaptation of Poe,
Quoth the Raven, ‘Nevermore.’
[/box]
https://www.youtube.com/watch?v=wkUmSNrlN-c
Not: İlk kez Alacakaranlık Dergi’nin 2017 Temmuz sayısında yayınlanmıştır.