Angelopoulos ve Voulgaris gibi ustaları bir kenara koyarsak Yunan Sineması’na çok hâkim olduğum söylenemez. Arada festivallerde ses getiren filmler ile takip ettiğim süreli yayınların dikkat çektikleri dışında Yunan filmlerinin peşine düşme alışkanlığım yoktu. Ta ki Dogtooth’u (2009) izleyene kadar.
Yunan Sineması son yıllarda ürettiği birbirinden tuhaf filmler ile sinemaseverleri şaşırtmaya devam ediyor. 2000’li yılların sonuna doğru baş gösteren ekonomik krizin doğal bir yansıması olarak finansal sıkıntı içine giren Yunan Sineması, gittikçe daralan bütçeler ile çalışmak zorunda kalmasına rağmen, art arda gelen birbirinden rahatsız edici bağımsız filmler sayesinde kendi ülkesinin sınırlarını aşan, haklı bir ilgiyle takip ediliyor. Guardian yazarlarından Steve Rose’un tabiriyle ‘Weird Wave of Greek Cinema’ (Tuhaf Dalga) akımına mensup filmler, uluslararası arenada da dikkat çekici ödüller ile taçlandırılıyor. Bu yazıda rahatlıkla bu akım içerisine dahil edebileceğimiz iki taze örnekten bahsetmek istiyorum; Miss Violence ve The Enemy Within.
Miss Violence (2013)
Senaryosunu Alexandros Avranas ve Kostas Peroulis’in birlikte yazdıkları Miss Violence’ın yönetmenliğini Avranas üstlenmiş.
Miss Violence, birbirleriyle akrabalık münasebetleri ilk bakışta anlaşılamayan büyükçe bir ailenin, küçük bir apartman dairesine sıkışmış sırlarla dolu hikâyesini anlatıyor. Aile içinde gerçekleşen bir doğum günü partisi esnasında, aile fertlerinden biri balkondan atlayarak intihar eder. Bu korkunç ölüm sonrası olayı bir kaza olarak niteleyen aile, dünya üzerindeki herhangi bir norma göre ‘normal’ sayılamayacak davranışlar sergiler. Aile reisinin uygulamaya geçirdiği sert kararlar ve iki sosyal güvenlik görevlisinin intiharın sebeplerini araştırmak üzere aileyi ziyaret edecek olması ortamı iyice gerginleştirir.
Miss Violence, Dogtooth ile birçok yönden benzeşiyor. Her ikisinin de bir ailenin karanlık sırları üzerine kurulu bir hikâyesi var, her iki filmin neredeyse tamamı evin içinde geçiyor ve her ikisinin de diyaloglar, oyunculuk, kamera açıları gibi teknik özellikleri fazlasıyla benzerlikler gösteriyor. Yani elimizde Dogtooth’u izleyip de beğenenleri memnun edecek bir film var. (Eğer Dogtooth’u izlemediyseniz, önce onu izleyip, sonra Miss Violence’ı izlemenizi öneririm.)
‘Spoiler’ vermeden Miss Violence’dan bahsetmek pek mümkün değil gibi. Konuyu yazarken bile birçok detaydan bahsetmemeye özen gösterdim. Çünkü film gücünü büyük oranda bu bilinmeyenlerden alıyor ve sırlar birer birer ortaya döküldükçe izleyeni şoke etmeyi hedefliyor. Bunda da başarılı olduğunu söylemek mümkün. Bir kapının açılması ile başlayan film, izleyeni evin içine davet ediyor ve aceleye getirmeden aile bireylerini tanıtıyor. İzleyen herkesi rahatsız edeceğinden emin olduğum sırlar sırayla ifşa olduktan sonra bir başka kapının kapanmasıyla sona eriyor, izleyeni kapının dışında bir başına bırakarak. İşlevsiz bir aile (hükümet) ve sabır taşını çatlatacak cinste bir pasiflik sergileyen aile bireyleri (halk) üzerine kurulan hikâye, aynı bir sonraki film gibi çift yönlü okumaya müsait. Miss Violence, gerçekçi olmayan yapısıyla ‘gerçek’ problemlerden bahseden, unutulması kolay olmayan, iz bırakan bir yapım. Montreal, Stockholm ve Venedik Film Festivallerinde önemli ödüllere layık görülen filmi bütün sinemaseverlere tavsiye ederim.
Fragmanı izlemek için tıklayınız.
O ehthros mou / The Enemy Within (2013)
Yorgos Tsemberopoulos’un yönettiği The Enemy Within’in senaryosunu Giannis Tsiros yazmış.
Çiçekçilik yapan 48 yaşındaki Kostas Stasinos, karısı Rania, 17 yaşındaki oğlu Andreas ve 14 yaşındaki kızı Luisa ile basit ve sıradan bir hayat sürmektedir. Kostas, öğrencilik yıllarından beri yeniliğe ve gelişime inanan bir entelektüel ve katıksız bir idealisttir. Bir gece vakti Kostas’ın evine giren bir grup hırsız, aile bireylerine şiddet uygulayarak onları etkisiz hale getirir. Evde saklanmış toplu paranın yanı sıra değerli mücevher ve ev eşyaları ile arabayı da çalan hırsızlardan biri, ailenin küçük kızı Luisa’ya tecavüz eder. Bu olaydan sonra ailenin bütün huzuru ve mutluluğu parçalanır. Kostas, ailesinin yaralarını sarıp eski hayatına dönebilmek için her şeyi yapmayı hazırdır.
Titizliği ile bilinen Tsemberopoulos’un yönettiği her film arasında yaklaşık on sene bulunuyor. Bu zamanın büyük çoğunluğunu senaryo üzerinde çalışarak geçiren yönetmene göre bir filmin %100’ünü senaryo oluşturuyor, ta ki senaryo yazımı bitene kadar. Senaryo tamamlandıktan sonra işin %50’sinin bittiğini söyleyen yönetmen, geriye kalan bütün işlerin diğer %50’yi oluşturduğunu belirtiyor.
Kâğıt üzerinde basit bir intikam (vigilante) filmi gibi görünen The Enemy Within, belli zamanlarda bu türün klişelerinin peşine takılsa da, daha çok Kostas karakteri üzerinden, günümüz Yunan halkının karşı karşıya kaldığı çaresizliği anlatıyor. Hırsızlık ve tecavüz vakasını ülkede yaşanan ekonomik kriz olarak okursak, polis teşkilatının olayın faillerini bulmada gösterdiği isteksizlik ve belki de yetersizlik üzerinden hükümet organlarının işlevsiz kalmasının altı çiziliyor. Aynı Kostas karakteri gibi eski huzurlu günlerine dönmek isteyen halkın önüne iki seçenek sunuluyor: ya polise (hükümete) güvenip onların bu meseleyi çözmesini beklemek ve olan biteni unutmaya çalışarak yaraları sarmaya çalışmak ya da olayın faillerinden şiddet kullanarak intikam almak (darbe). Aslında bu okuma daha basite indirgenerek birey üzerinden de yapılabilir. O zaman Kostas’ın önündeki seçenekler, insanın içinde bir yerlerde saklanan canavarı terbiye ederek “insan” olmayı başarabilmesi ve aynı canavarı serbest bırakarak her işini şiddetle çözen “ilkel bir varlığa” dönüşmesi olarak yorumlanabilir. Bu arada film boyunca Kostas’a akıl vermeye çalışan iki yan karakter mevcut. Bunlardan biri düzenli olarak gittiği barın sahibi olan eski arkadaş, diğeri ise aynı Kostas gibi benzer bir hırsızlık olayına maruz kalan ve intikamını kendi başına alan komşu. Arkadaşı, devamlı sakin olması ve olayı polise bırakması gerektiği yönünde telkinlerde bulunurken, komşusu ise polisin hiçbir şey yapmayacağından ve kendi intikamını kendisinin alması gerektiğinden bahsediyor. Bu iki yan karakter, aynı insanların omuzları üzerinde durduğu söylenen iyilik ve kötülük melekleri gibi davranıyor. Biri devamlı Kostas’ın kulağına iyi şeyler fısıldarken, diğeri tam aksini yapıyor.
The Enemy Within, bir yandan insanın şiddete meyilli karanlık tarafını kurcalarken, bir yandan da ülkenin yaşamakta olduğu ağır krize dikkat çekiyor. 2010 yılından beri düzenlenen ve Yunan Sineması’nın o seneki en iyilerini belirleyen Hellenic Film Academy Awards tarafından En iyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Kurgu ödülleri verilen film, Yunan Sineması’nın son yıllardaki etkileyici karanlık filmlerinden bir tanesi. Denk gelirseniz izlemenizde fayda var.
Fragmanı izlemek için tıklayınız.
Sonuç
Yorgos Tsemberopoulos bir röportajında şöyle demişti:
“Dogtooth’dan önce herkes Angelopoulos’u taklit etmeye çalışıyordu. Şimdi herkes Dogtooth’u taklit etmeye çalışıyor. Kimileri iyi oluyor, kimileri kötü.”
Sektörün içinden gelen bu tespit, Dogtooth’un Yunan Sineması için çok önemli bir yerde durduğuna işaret ediyor. Eminim üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra daha net tespitler yapmak mümkün olacaktır. Yazıya konu olan 2 film dışında, Rose’un tabiriyle Tuhaf Dalga akımına dahil edilebilecek birkaç film daha önermek isterim. Tabii ki Dogtooth (Yorgos Lanthimos, 2009) başta olmak üzere Attenberg (Athina Rachel Tsangari, 2010), Alps (Yorgos Lanthimos, 2011) ve şahsi favorilerimden Hardcore (Dennis Iliadis, 2004). Eğer karanlık filmlerden hoşlanıyorsanız, ‘Tuhaf’ Yunan Sineması’nı takipte kalın.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
Şiddeti doğuran güçleri, yapıları, kurumları ve onların örgütlü mekanizması devleti hedefe almak –ideolojik olarak açık ve net bir şekilde– vakti geldi de geçiyor.
Bu sinemacıların sermaye-devlet-şiddet üçgenini çok sert bir şekilde sorgulaması ve bunu sınıfsal-politik bir sinematografiye oturtmaları gerek.
Yorum yorum nereye kadar, değiştirmeye yönelik bir sinema yapılması lazım.
Komşumuzdan çok daha büyük bir çöküş yaşayan ülkemizde ise sinemamız bu konulara çok uzak.
Serbian bu alanda çitayı epey yükseltti, bundan sonra Daima Lilya, Kinatay, bu filmler ve benzerlerini çekmenin bir anlamı yok gibi geliyor bana. Sadece burjuva devlet kurumlarının ve mafyatik sermayenin finanse ettiği festivallerde ödül alırsın o kadar.
Bunlar yerine yeni La Chinoise ler çekmek daha evladır bana göre.
–bu arada filmlerin ikisini de seyrettim, çok iyi filmler–