Yusuf Emre Yalçın imzalı diğer filmleri izlemiştim ama son filmi Barisfer ile ilgi alanıma girdi diyebilirim. Barisfer Sinop’ta geçen, bir enstalasyon sanatçısının kendine, şehre ve onu sunduğu kişilere dair bakış açısını sorgulayan bir belgesel. Yusuf Emre Yalçın aynı zamanda Sinopale Bienali ekibinde ve Film Festivali’nin direktörü. Filmlerinde daha çok veganlık, sanat, varoluş ve yerel karakterlere yer veriyor ve her filminde farklı tarzlar denemek istediğini belli ediyor. Sorularımı kendisine yönelttim o yüzden…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Selamlar Yusuf Emre. Bize biraz yaptığın işlerden, Sinop’ta önayak olduğunuz projelerden bahseder misin?
Merhabalar. Sinop’ta proje üretme yolculuğum 2006 yılında ilk edisyonu düzenlenen Uluslararası Sinop Bienali Sinopale’de gönüllü asistanlık yapmamla başladı. Başlarda sanatçı asistanı ve fotoğrafçı olarak görev alıyordum. Tabi bir yandan yaşadığım şehir olan İstanbul’da reklam filmlerinde reji ve post-prodüksiyon sorumlusu olarak çalışmaya devam ediyordum. İki yılda bir Sinopale olduğunda doğduğum şehir olan Sinop’a dönüyor ve Sinopale’de asistanlık yapıyordum. Daha sonra zaman içerisinde tecrübe kazandıkça daha fazla sorumluluk almaya başladım. 2015 yılında Sinopale ve Goethe-Institut İstanbul ortaklığında Sinop’ta gerçekleştirdiğimiz “Sözlü Tarih ve Belgesel Film Atölyesi” etkinliğini tasarladım ve koordine ettim. Eğitimci eğitimi olarak tasarladığımız atölye sonucunda Sinop’ta her yıl bir film atölyesi yapmaya devam ediyoruz. Yine 2015 yılında ilk filmim olan Tarzan Kemal Bir Kentli Hikayesini çekmeye başladım. Bu süreçte de düzenlemiş olduğum film atölyesinden oldukça yararlandım. 2016 yılında da filmi tamamladım ve Sinopale Forum etkinliğinde özel bir gösterimle İstanbul Salt Galata ve Sinop’ta birer gösterim düzenledik. Film daha sonra Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin seçkisine girdi ve bu sayede Türkiye’de 20 şehirde birden gösterildi. Sonrasında ise Boston Türk Festivali Belgesel ve Kısa Film Yarışması kapsamında Amerika’da gösterildi. Sinop’ta çektiğim ve Sinoplu bir kahraman hakkında yaptığım filmin bu kadar çok insana ulaşması beni inanılmaz mutlu etti. Yine 2016 yılında Sinopale, Avrupa Kültür Derneği ve Sinop Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ortaklığında gerçekleştirdiğimiz “Sürdürülebilir Kentsel Kalkınma için Sosyal Girişimcilik ve Yaratıcılık” projesinde koordinatör olarak görev aldım. Bu projede amacımız Sinop’ta yaşayan sosyal girişimcileri aktive etmek ve onlara projelerini gerçekleştirmeleri konusunda yardımcı olmaktı. Proje kapsamında eğitim, atölye ve forum düzenledik. Projenin koordinatörü olmamın yanı sıra Sinoplu bir sosyal girişimci adayı olarak eğitim ve atölye aşamalarına katılımcı olarak da dahil oldum ve film festivali fikri üzerine çalıştım. O sene pilot bir festival yaptık ve çok olumlu geri dönüşler aldık. Geçtiğimiz Ekim ayında üçüncüsünü düzenlediğimiz Sinopale Film Festivali her geçen yıl daha da büyüyor ve daha çok insana ulaşıyor.
Sanırım Tarzan Kemal Bir Kentli hikayesini çektikten sonra vejetaryen olmaya karar veriyorsun, o süreci biraz daha detaylı anlatabilir misin?
Tarzan Kemal Bir Kentli Hikayesini çekerken insanlarla filmin kahramanı Tarzan Kemal ile ilgili röportajlar yapıyordum ve onun hayvanlar konusunda ne kadar hassas olduğundan çokça bahsediyorduk. Bu bende bir iki yüzlülük hissi yaratıyordu çünkü gündüz hayvan yememeyi övüp akşam et yiyor olmak beni rahatsız ediyordu. Tabi ki Tarzan Kemal’i her ne kadar örnek almaya çalıştığım bir insan olsa da hala ulaşılmaz bir insan olarak görüyordum ve yeme alışkanlıklarımı değiştirebileceğime olan inancım çok güçlü değildi. Filmin tamamlanmasından yaklaşık bir yıl sonra şu an eşim olan Ezgi’yle tanıştık. Ezgi yaklaşık bir yıldır vegandı ve onun hayatıma girmesiyle Tarzan Kemal gibi radikal olmayan insanların da bunu başarabileceğine dair inancım arttı. Bunun sonucunda da vejetaryen olmaya karar verdim. Yaklaşık 6 aylık vejetaryenlik döneminden sonra vegan oldum ve yaklaşık 2 buçuk yıldır veganım.
Arkasından gelen Peki Ya Protein belgeselinde aradığın cevabı buldun mu?
“Peki Ya Protein?” vejetaryenken çektiğim bir filmdi ve cevaplar aramaktan ziyade insanların tepkilerini göstermek istediğim bir filmdi. Çünkü vejetaryen olduğumda fark etmiştim ki ne zaman bir insana et yemediğimi söylesem karşıdakinin tepkisi genelde proteini nereden aldığımı sormak ya da et yemediğim için benimle dalga geçmek oluyordu. Böyle olunca ben de bu tepkilerin aynılığını, vejetaryenlik/veganlık hakkında az veya yanlış bilgi sahibi olunduğunu anlatmak istedim ve bu filmi çektim. Bu arada filmin projesini yüksek lisanstaki bağımsız proje dersimde yürüttüğüm için zaman kısıtlaması vardı ve şu an baktığımda birçok eksiği olduğunu görüyorum. Ama benim için oldukça eğlenceli bir süreçti.
Tarzan Kemal çok ilginç bir karakter. Doğanın dengesini kendi bedeni ve aklı üzerinde bozduğunu söyleyenler çoğunlukta sanırım. Belgesel sinema yapmak senin için ne ifade ediyor, hangi kısmından keyif alıyorsun en çok?
Tarzan Kemal yaşadığı dönemde, toplumun geri kalanından farklı bir hayatı seçtikten sonra hem ailesi hem de halk tarafından bazı zorluklarla karşılaşmış tabi ki ama Sinop’lu birçok kişi tarafından da anlaşılmış ve saygı duyulmuş. Yaşamının ilerleyen zamanlarında ise insanlar onu anladıkça daha çok saygı duymuşlar. Tabi ki hala onun deli olduğunu söyleyenler de var. Benim bu filmi çekmek isteme sebebim de Tarzan Kemal’i benim gördüğüm gibi, filozof ve sanatçı yönleriyle göstermek istememdi. Film çekme fikrinden önce yıllarca bilgi topladım. Film çekeceğimi bilmiyordum tabi, sadece felsefeye ve yine Sinop’ta doğmuş bir başka filozof olan Diogenes’e olan ilgim beni Tarzan Kemal’in hayat tarzını anlama ihtiyacına yöneltmişti. Uzmanlık alanım da film olduğu için proje kendiliğinden belgesele dönüştü. O ana kadar kariyer planlarımda belgesel film çekmek yoktu açıkçası. Ama bu filmle birlikte belgesel sinema hayatımda çok önemli bir yere yerleşti. Belgesel bnim için kendimi ve etrafımdaki dünyayı tanıma, ifade etme aracı ve yaptığım işler insanlara ulaştığında kendimi yaşadığım hayata daha karşı yararlı, etrafında olan bitene karşı sorumluluk alan bir insan olarak hissediyorum.
Sisifos belgesel ve kurmaca havasında samimi bir sorgulama hali. Sisifos tanrısının cezası ya da Albert Camus imzalı Sisifos Söyleni ile ilgisi var mı, varsa tam olarak nasıl kurdun o bağlantıyı?
İkisiyle de bağlantısı var. Onlardan önce benimle bağlantısı var tabi. Hayatı ve yaşamaya değer olanın ne olduğunu sorguladığım bir dönemdi. Bolca okuyor ve bolca yazıyordum. Hayatımın bazı dönemlerinde durup son bir kaç yılda neler yazdığıma bakmak gibi bir alışkanlığım var. Bu sayede de hangi dönem hangi sorunlarla boğuşmuşum ya da hangi konular ilgimi çekmiş daha net görebildiğimi düşünüyorum. Sisifos’un senaryosunu da eski günlüklerimi karıştırırken ilgimi çeken, tekrar tekrar düştüğüm bunalımları keşfetmemle yazmaya başladım. Bu keşif ve farkındalık hali bende bir tatmin ve kontrol hissiyatı yaratmıştı. Bu fikir üzerinden; hayatı anlamaya çalışma çabasının kendisi hayatı yaşamaya değer kılan şeydir, gibi bir çıkarımda bulunmuştum. Sisifos’un ceza olarak kayayı defalarca tepeye çıkartmaya çalışması, Albert Camus’nün Sisifos Söyleni kitabında hayatın yaşamaya değer olup olmaması sorgulamasını Sisifos üzerinden yapması ve bazı yerlerinde Sisifos’un başaramayacağını bildiği halde kayayı çıkartma çabasının kendisi yaşamak için yeterli sebep midir sorgulamasını yapması ilgimi çekti ve filmin ismi böylece Sisifos oldu. Filmde benim anılarımdan oluşan bir senaryo var fakat oyuncu olan Ekim aynı zamanda kendisini de oynuyor. Film ona sorular sormaya başladığında birden kendisi oluyor ve doğaçlama bir şekilde kendi hikayesini anlatıyor. Sonra tekrar yazdığım diyaloglara dönüyor ve filmin kendisini sorgulamaya başlıyor. Film bu tarzıyla neyin kurmaca neyin gerçek olduğunu tam bilemediğimiz, bazen acaba bir simülasyonun mu içindeyiz diye düşündüğümüz, neden varız diye sorguladığımız o boşluk hissiyatını ve varoluş kaygısını anlatıyor.
Sisifos oyuncuyla yönetmenin dengesini, birliktelik ve belki de muhtaçlığını sorgulayan bir film havası veriyor, o yüzden mi belgesel çekiyorsun acaba?
Belgeselin özgür doğasını seviyorum. Kurmaca’ya göre daha çok oynama alanı tanıyor bence. Gerçek karakterleri kendi hayatları içerisinde çekmek, bazen onları kurmaca durumlara sokmak, bazı anlarda seyirciye kameranın arkasında bir ekip olduğunu hissettirmek kameranın ve sinemanın olay ve olguları salt oldukları gibi değil de onları değiştirerek, yeni gerçeklikler üreterek anlatıyıor oluşuyla barışık olmamı ve bu sayede daha özgür hissetmemi sağlıyor. Birliktelik ve muhtaçlık konusuna gelince, evet, bir bakıma öyle. Büyük ekipler ve büyük prodüksiyon sinema yapmayı hantal bir eylem haline getiriyor diye düşünüyorum. Sonuçta bir yazar gibi köşenize çekilip dinginlik ve yalnızlık içerisinde üretemiyorsunuz. Bütçeyi, ekipleri, oyuncuları vs her şeyi bir araya getirip uyumlu bir çalışma gerektiriyor. Herkese tekrar tekrar anlatıp projenize inandırmanız gerekiyor. Tabi bu arada enerjeniz ve heyecanınız azalabiliyor. O yüzden ben biraz daha gerilla usulü çalışmayı seviyorum. Sonuçta film yapmanın zorunlu bir görev olduğunu düşünmüyorum, sevdiğim için yapıyorum ve yaparken beni strese sokması değil heyecanlandırması hoşuma gidiyor.
Barisfer’i çok farklı buldum ve sevdim. Bir yabancının yaşadıkları, Bienal için geldiği bir ülkede 15Temmuz’u yaşaması, sanatı ve ona eşlik eden mekanı ve insanları sorgulaması… Gerçekten de çok hoş. Senin çıkış noktan neydi tam olarak…
Bir belgesel film çekmek için başlamamıştım aslında Barisfer’in çekimlerine. Philippe’nin bienal için yapmak istediği enstelasyon fikri ve arkasındaki fikir hoşuma gitmişti. O yüzden ona projesiyle ilgili kısa bir tanıtım filmi yapmayı teklif etmiştim. O da mutlu olmuştu bu teklifimden ve çekmeye başladık. Bu arada ilk filmim olan Tarzan Kemal Bir Kentli Hikayesi’ni çekerken, Kemal Koca hayatta olmadığı için tam olarak nasıl çekeceğimi bilmediğimden sözlü tarh çalışması yapmıştım ve çok fazla konuşan kafa röportajları olmuştu filmde. Biraz da o yüzden tanıtım filmi de olsa röportaj yerine karakter takibi yaparak çekmek istemiştim. Bir sonraki filmim için pratik olur diye düşünüyordum içten içe. Sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşince film kendiliğinden belgesele dönüşmüş oldu ve o noktadan sonra dramatik yapıyı güçlendirmek için ne çekebilirim diye düşünürek devam ettim. Filmde Philippe’nin yaşadıkları kadar benim hissiyatıma dair de bir anlatım vardı. Bu filmi çekerken fark ettim ki yaptığım çalışmaların ortak noktası insanın varoluşu ve kendi hayatını anlamlandırma çabası, kimliğini keşfetmeye çalışması üzerine bir sorgulama içeriyor. O yüzden filme bazı kurmaca sahneler ekleyerek biraz bu hissiyatı vurgulamak istedim.
Sinop doğumlu biri olarak Sinop’ta yapılanları keyifle ve üzüntüyle izliyorum. Nükleer santral süreci çok fena.. Buna bir belgeselci olarak yaklaşımın ne oldu, nasıl bakıyor, neler yapıyorsunuz?
Nükleerle santralle ilgili bireysel olarak eylemlere katılmaya çalışıyorum. Katıldığımda da görüntü almaya çalışıyorum. Sinoplu bir belgeselci arkadaşımız Caner Özdemir bildiğim kadarıyla bununla ilgili bir çalışma başlatmıştı. Bir de Can Candan’ın bir projesi olduğunu biliyorum. İhtiyaç olduğunda elimden geldiğince kendilerine desteğe hazırım ancak benim bir projem yok bu konuyla ilgili.
Bir yandan da bienal ve festival Sinop’a çok yakışıyor. Başka yapmak, şehre katmak istediğiniz değerler var mı?
Bienal ve festival bizim için gerçekten çok önemli. Bienal zaten hali hazırda ulusal ve uluslararası sanat dünyasında adını duyurmuş ve kendini kanıtlamış bir etkinlik. Her geçen gün de üstüne katarak büyümeye devam ediyor. Bienalin içinden doğan film festivali de henüz 3 yıllık genç bir etkinlik olmasına rağmen adını duyurmaya başladı. Film festivaliyle birlikte her yıl en az bir film atölyesi yapma hedefimiz var. Ayrıca etkinliklerimizi düzenlediğimiz Hal Sinop Buluşma Merkezi’nde mutfak atölyesi, çocuk atölyeleri, sergi ve toplantılar düzenlediğimiz birimlerimiz mevcut. Buradaki etkinliklerimizi çoğaltmaya çabalıyoruz. Sinoplu ve Sinop’ta yaşayan insanları kültür ve sanat etkinliklerimize hem izleyici hem de katılımcı olarak davet etmeye devam ediyoruz.
Festivallere bakacak olursak, birçok festival var, yapılmaya başlandı. Hakkaniyetli yapıldığına inanıyor musun? Jüri kararları ve düzenleyenler açısından kısaca değerlendirmeni istesem…
Festivallerin çoğalmasını olumlu buluyorum. Kendilerine çok fazla gösterim alanı bulamayan ana akım dışındaki yerli yapımların, özellikle kısa filmlerin bu festivaller sayesinde daha çok insana ve doğru hedef kitleye ulaştığını düşünüyorum. Tabi bazen bazı festivallerin filmlerden ve seyirciden çok festivalin prestijine değer verdikleri için yanlış kararlar aldığını görüyoruz. Bunların da yakın gelecekte düzelmesini umuyorum. Jüri konusuna gelince; her festivalin kendine göre bir konsepti, her jürinin kendi eğilimleri ve her dönemin önemli bazı gündemleri oluyor, jüri kararları da bu doğrultuda değişebiliyor. Sonuçta mutlak bir doğru veya tek bir gerçekten söz edemeyiz. Dolayısıyla filmlerin değerini jüri kararı belirlemediği gibi jürinin kararlarının da %100 tarafsız olması gibi bir olasılık olduğunu düşünmüyorum. Bunu haksızlık olarak da görmüyorum. Sonuçta jüridekiler de insan, makine değil. Bu gerçeği de kabullenmek lazım.
Kısa filmin bu denli popülerleşmesi konusunda düşüncelerin?
Sanırım dijitalleşmenin çok etkisi var. Az öncede söylediğim gibi, büyük ekipler ve büyük prodüksiyon her zaman zorlu bir süreç olmuştur. Bunu yanında büyük de bütçeler gerektirir. Dolayısıyla insanlar da para kazanabilecekleri filmlere yatırım yapıyorlar. Fakat dijitalleşmeyle çekim ve kurgunun nispeten daha ucuz ve ulaşılabilir olması bağımsız kısa film yapımlarını çoğalttı diye düşünüyorum. Bu da beni çok mutlu ediyor. Çok özgün ve yaratıcı işler izliyoruz.
Bundan sonra yapmak istediklerin ve son olarak söylemek istediklerin neler?
Yeni bir uzun metraj belgesele başladım. Hayvan hakları ve veganizmle ilgili bir belgesel. Tahminimce 2 yıllık bir süreç beni bekliyor. Şimdilik proje fikir geliştirme aşamasında, o yüzden şimdilik bu kadar söyleyeyim. Güzel soruların için çok teşekkürler.