Zahid Çetinkaya tarafından yönetilen Fraktal: Munchies ile karşılaşınca aslında bildik ama bir yandan da zorlayıcı, sevdiğim ve dikkat çekici bir hikâye ile karşılaştım. Zahid’in bundan sonraki yolculuğunu merak ettiğim için sorularımı ona yönelttim.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Zahid. Öncelikle seni biraz tanıyalım…
Merhabalar. Ben Zahid Çetinkaya. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarım Bölümü’nde lisans eğitimime devam etmekteyim. Aynı zamanda sektör içerisinde senarist olarak çalışmaktayım. Şu sıralar, yönetmenliğini Olgun Özdemir’in yapacağı, Türk-Amerikan ortak yapımı “Tatlı Süt Köpüğü” isimli uzun metraj film projesinin senaryosunu Yağmur Türkan Caner ve Olgun Özdemir ile birlikte yazmaktayız.
Bir ilk film Fraktal: Munchies. Ama bir üçlemenin parçası. Nasıl oluştu üçlemenin, sonrasında da Fraktal: Munchies’in öyküsü?
Sanırım 3 sene önceydi. Munchies’in diğer senaristi olan Yağmur Türkan Caner ile fraktal biçimlerin kaotik ve çok katmanlı yapıları bizi görsel olarak çok heyecanlandırmıştı. Kaos ve kaostaki düzen düşüncesi üzerine tartıştığımızda bu fikri jenerasyonlar arasındaki dönüşüm temeline oturtarak uygulayabileceğimizi gördük. Fraktal biçimlerdeki birbirine benzeme, kırılma ve bu durumun sonsuza kadar gitmesi, bize, bizden önceki nesli ve bizden sonraki nesillerin değişmeyen döngüsel sorunlarını çağrıştırmıştı. Bu konu hakkında okumaya devam ettikçe tek bir filmle kalamayacağımızı, nesillerin birden çok sorunla karşılaştığını ve bu sorunları ancak bir film serisi ile anlatabileceğimizin farkına vardık. Bu nedenle Fraktal kelimesini serimizin ana ismi olarak seçtik. Munchies ise bu serimizin ilk filmi oldu. Munchies kelimesi sözlükte “acıkma”, “yeme isteği” olarak geçiyor ancak uyuşturucu jargonunda esrar tüketiminden sonraki ani şeker düşüklüğünden kaynaklı aşırı yemek yeme olarak bilinir. Bu uyuşturucu bağımlılığını filmimizde kitle iletişim araçlarının insanlar üzerinde yarattığı etki olarak kullandık. Bizden önceki neslin kitle iletişim araçlarından televizyon ile uyuşması, bizim ve bizden sonraki neslin ise bilgisayar oyunları ile uyuşması temelinde senaryo çatımızı oluşturduk. Bu nedenle serinin ilk filmi olan Munchies oburluk, oral dürtüler, egemen güç, tüketim toplumu ve kültür endüstrisi üzerine bir film oldu. İkinci filmimiz Fraktal: Para Adam’da ise para hırsı, liyakatsizlik, nesneleşen, makineleşen insan ve mobbing sorunlarının üzerine gideceğiz.
Fraktal Munchies’i beraber izlediğim insanlarda oluşan tepkiler genelde şöyle oldu. Filmi seviyorlar ama itici buluyorlar ve böyle bir filmi değerlendirme dışı bırakmak istiyorlar. Senin amacın neydi, bu tepkilerin kaynağı nedir sence?
Açıkçası insanların itici bulması benim en temel amacımdı. Ama keşke kusma, geğirme, idrar gibi imgeleri itici bulacaklarına karakterin duyarsızlaşmasını ve tepkisizleşmesini itici bulsalardı. Kusma veya iğrenç görüntülerle şok edici bir etki yaratarak aslında seyircinin dikkatini bizim tepkisizliğimize ve duyarsızlaştığımız bir düzene çekmeye çalışıyorum. Şu an her yer uyarıcılarla dolu. Ve biz algımızın köreldiği bir dönemde yaşıyoruz. Artık şaşıramıyoruz. Türkiye’de yıllardır alıştığımız minimal sinema geleneğine ters düşen bir anlatım yapısını tercih ettiğimizin farkındayım. Ancak artık bir dert anlatırken -özellikle sinema sanatı üzerinden yapıyorsak bu durumu- her seferinde şapkadan tavşan çıkartarak seyirciyi şok etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Değerlendirmeye alınmama konusuna gelince ben ne yaptığımın ve ne yapmak istediğimin farkında olduğumu düşünüyorum. Umarım bir gün bu sinema anlayışımı kabul ettirebilirim.
Tek mekânda geçen, distopik, tekrarlı ama aynı zamanda zorlayıcı bir film çekmişsin. Sadece dijitalleşen yaşamla ve algılarımızla mı dalga geçiyorsun, yoksa insanoğlunun vurdumduymazlığı ve giderek uyuşmasıyla mı?
Yazar dostum Cahit Kaya, yıllar evvel bana çok güzel bir cümle kurmuştu. “Yazmaya başladığında aslında bu zamana kadar hayatında yaşadığın her şeyin bir anlamı olduğunu anlayacaksın” demişti. Çoğu üretici insanda olduğu gibi Munchies, benim için de en temelde kendi hayatımdan ve dertlerimden yola çıkarak oluşturduğum bir şeydi. Ancak dertlerimin aslında evrensel ve sistemsel nitelikte olması filmin akademik olarak alt metinlerini güçlendirmemi sağladı. Ben sadece şişman bir adamın sürekli televizyon karşısında yemek yediği bir görüntüyü kafamın içinde canlandırıyordum. Ancak Yağmur’la fraktal şekillerle karşılaşmamız ve derinine inmeye çalışmamızla birlikte film bambaşka bir yere evrildi. Fraktal aslında bir nevi kaosun içerisindeki düzeni temsil etmektedir. Şu an yaşadığımız gerçekliğin bizdeki yansıması da tam olarak bu. Bu nedenle dalga geçmekten ziyade bizim yapmak istediğimiz şey, çevremizde gözlemlediğimiz sorunları süzgecimizden geçirerek kendi gerçekliğimizi yaratmak ve bunu insanlara sunma isteğimizdi. Ortaya çıkan gerçeklik, ister istemez bizi distopyaya götürmüş oldu. Fraktal şekillerin özelliklerinden olan tekrarlanma durumu ise filmin kurgusal yapısının oluşmasını sağladı.
Devam filmleriyle ilgili bir gelişme var mı, devam filmlerinde neler izleyeceğiz, kısaca anlatsan?
Tabii ki de. Serinin ikinci filmi Fraktal: Para Adam olacak. Büyük bir hayranı olduğumuz Doğu Yücel’in, Para Adam isimli öyküsünden yola çıkarak Fraktal serimizin kodlarına uyacak bir şekilde senaryolaştırdık. Açıkçası bu konuda kendimizi çok şanslı görüyoruz. Kendisi yıllardır yazdığı roman, öykü ve senaryo tecrübelerini bizim gibi yeni sanatçı adaylarına aktarmak konusunda hiç esirgemedi. Doğu Yücel yıllar evvel yazdığı senaryolar ile Türkiye’deki korku filmlerine yeni bir soluk getirmişti. Biz de aynı devrimci ruhla yola çıktık. O yüzden yeni filmimizin Munchies’den daha da güçlü bir alt yapı ile hayata geçeceğini düşünüyoruz. Kültür Bakanlığı ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün 2020 yılı Sinema Destekleme Kurulu tarafından yapım desteği almaya hak kazandık. Şu anda yapım öncesi çalışmalarımızın sonuna geldik. Bahar aylarında çekmeyi planlıyoruz. Fraktal: Para Adam, Munchies ile aynı sınırlarda dolaşan sert bir film olacak.
Pandemi sürecini nasıl atlattın, bir şeyler yapma, çekme fırsatı yakaladın mı?
Açık söylemek gerekirse pandemi yüzünden hayatımızda çok büyük bir değişiklik olmadı. Pandemiden önce de genellikle evde karantinadaymışız, pandemi ile fark ettik. Normalde de günde 6-7 saat kitap okuyarak, film izleyerek geçiriyordum. Bu nedenle yeni bir şeyler çekme fırsatım olmadı. Daha çok araştırmalar yaparak geçirdim. Ama yeni öykü ve senaryo fikirleri karaladım tabii ki de.
Festivallerde yarıştın, filmin gösterildin, sen nasıl tepkiler aldın? Festivallerde sonuçlar açısından adil bir ödüllendirme olduğuna inanıyor musun?
Festivallerdeki uzun söyleşiler sonucunda seyircinin filmle ilgili sorduğu sorularla, amacımızın onlara yansımış olduğunu görmek bizi çok mutlu etti. Bizi en tatmin eden tepki olarak şunu anlatabilirim. Anadolu’da katıldığımız bir festivalde kendisini bir televizyon/dizi izleyicisi olarak tanıtan bir ev hanımı şöyle bir cümle kurmuştu: “Filminizi izlerken adeta kendi sonumu gördüm. İğrendiğim yerler tabii ki de oldu. Ama o iğrendiğim kısımlar yerli yerindeydi ve beni sorgulamaya itti.” Kısaca herhangi bir olumsuz eleştiri almamakla beraber sadece bir izleyici tarafından karamsar olmakla eleştirildik. Fakat biz karamsarlığı olumsuz bir şey olarak algılamıyoruz. Aslında bu karamsarlık içerisinde de keşfedilmesi gereken birçok şeyin bizi beklediği düşüncesindeyiz. Son olarak şunu eklemek isterim. Kısa film kendi içerisinde uzun metraj, belgesel veya reklamdan ayrı bir disipline sahiptir. Ama ülkemizde maalesef bu pek anlaşılmış gibi görünmüyor. Festivallerde kısa filmle ilgisi olmayan bazı insanların jüri olmasının ve filmleri değerlendirme noktasında yanlış bir bakış açısıyla değerlendirmelerinin birtakım sorunlar yarattığı kanaatindeyim.
Filmdeki oyuncu da gayet başarılı, her şeyiyle kendisini filme adamış, açık bir şekilde ortaya koymuş. Biraz oyuncu yönetiminden ve oyuncunun rolle uyumundan bahsedebilirsin?
4-5 yıl önce Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda Shakespeare’in “Kral Lear” oyununu izleme şansını elde etmiştim. Filmimizin başrolü olan Murat Niyazi Emre’yi ilk o oyunda izledim. O gün beni adeta büyülemişti. İleride film çektiğimde onunla çalışmanın hayalini kurmuştum. Nitekim senaryoyu okuduğunda bize güvendi ve o da bizimle çalışmak istedi. İlk tanışmaya gittiğimde bir gece öncesinden uyumadan sabaha kadar ona rolünü ve filmi nasıl eksiksiz bir şekilde anlatabilirim diye hazırlık yaptım. Fakat Murat Niyazi Emre ile enerjimiz o kadar uyuştu ki, setteyken ben daha ağzımı açmadan o yüzümdeki mimikten ne istediğimi anladı. Hayallerimden çok daha iyisini sundu bize.
Çevrimiçi festivaller hakkında neler düşünüyorsun. Bu konuda insanlar ikiye ayrılmış durumda. Bir kısmı salonlarda organik festivalleri tercih ediyor, bir kısmı normale dönene kadar bu çevrimiçiyle idare ederiz kafasında. Sen ne düşünüyorsun?
Ben festivalleri bir film bayramı olarak nitelendiriyorum. Festival süresince her gün 6-7 film izleyip yüreği sinema için atan insanlarla uzun uzun sohbet etme fırsatı yakalıyoruz. Bu nedenle çevrimiçi festivallerin aynı hissiyatı yakalayamadığını düşünüyorum. Üstelik bu pandemi süreciyle birlikte ortaya çıkan illegal festivaller, sadece başvuru ücretlerini toplayıp katılımcı sinemacıların şevkini kırarak gerçek film festivallerinin de değerini düşürüyor. Umarım en yakın zamanda her şey normale döndüğünde gerçek sinema tutkunlarıyla tekrar bir araya gelebiliriz.
Son olarak neler söylersin?
Öncelikle bu röportaj için size teşekkür etmek isterim. Filmimizi sevdiğinizi söylemiştiniz. Sizin gibi yazılarını takip ettiğim bir entelektüelden güzel yorumlar almak beni çok mutlu etti ve gururlandırdı. Sağ olun. Bir parçası olduğum Dokuz Eylül ekolünü umarım iyi bir şekilde temsil etmeye devam edebilirim. Geçenlerde Ezel Akay’ın bir röportajında bahsettiği gibi yaratıcılığın sıkıntılı olduğu bir sinema döneminden geçiyoruz. Okulumuzdan arkadaşlarımız geçtiğimiz birkaç sene boyunca iyi kısa filmler çektiler ve bol ödülle bizi temsil ettiler. Kendi okul arkadaşlarım ve jenerasyonumuz adına şunu söyleyebilirim. Gerçekten sinema adına yaratıcı işler yapacağına inandığım bir nesil geldiğini düşünüyorum. Tabii bu ekolün oluşması için bize sonsuz desteklerini esirgemeyen çok iyi hocalarımız var. Bir aile gibiyiz. Bir film nasıl izlenir kendisinden öğrendiğim Ragıp Taranç hocama, sinema yapmaya başlamadan insanın ilk önce omurgasını sağlamlaştırması gerektiğini öğrendiğim Burak Bakır hocama, hayata karşı bir cümle kurmadan önce sayfalarca okumak ve araştırmak gerektiğini öğrendiğim Sabire Soytok hocama, araştırmacı ruhuna hayran olduğum Talha Altınkaya hocama, sadece bir öğretici değil bir anne gibi yaklaşıp her derdimize ortak olan Zuhal Çetin Özkan hocama, uzun yıllardır elde ettiği deneyimlerini bana çok iyi bir şekilde aktaran Nihan Bencoya hocama teşekkür ederim. En büyük teşekkürü ise attığım her adımda desteğiyle yanımda olan, hayatıma en güzel şekilde dokunan yol arkadaşım Yağmur Türkan Caner’e etmek isterim. Son olarak kendisini delirmenin arifesinde hisseden herkese ucundan veya kenarından sanatla uğraşmasını tavsiye ediyorum. Orhan Pamuk “Babamın Bavulu” isimli yazısında “Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum” diye bir cümle kurar. Hayat çoğumuz için sınırsız beklentilerimizin ötesinde bize sınırlı ve maddeye dayalı bir gerçeklik sunuyor. Üstelik torpilin, liyakatsizliğin ve kutuplaşmanın canımıza okuduğu bu günlerde en iyi tedavinin sanata sığınmak, sanat sayesinde kendi gerçekliğimizi yaratmak, deliliğimizi kendimiz için bir eğlenceye çevirmemiz gerektiğini düşünüyorum.