“Sizin günah dediğiniz şey, bence sevginin binlerce formundan biri yalnızca…”
2014 Yerel Seçimlerinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, seçmenlere cinsel kimliğini lezbiyen olarak açıklamış bir kadın, belediye meclisi üyesi seçildi. Bu olayın önemini ve sevincini paylaşmak üzere, coşku dolu bir yazı yayınladı. “Biz kazandık diyebilir sağlam irade, ama esas kazananın gıdım gıdım, dişini tırnağına takarak ilerleyen hak mücadelesi olduğunu iyi biliriz biz!” derken, yüzyıllardır süren bir savaşımda küçük de olsa elde edilen kazanımların kendileri için ne kadar değerli olduğunu anlatıyordu. Belediye meclisi üyeliğine seçilmenin sevincini “balkon konuşması” yapacak kadar önemsemesinin nedeni de yazısının içindeydi: “Kendi sesini en yakınındaki arkadaşlarına, annesine, babasına, komşusuna duyurmaktan çekinen bir geçmişe sahip bir grubuz biz. Yaşam hakkı çığlığının yankısı, esas görevi bu hakkı savunmak olan devlet kurumlarındaki birkaç insana ulaştığında sevinen bir grubuz biz…”
Öteki Sinema için yazan: Murat Kirisci
Tarih boyunca, doğal olmayan(?) cinsel yönelimlere sahip kişiler, toplum ve devlet tarafından cezalandırıldılar, işkencelere uğratıldılar, dışlandılar, yok sayıldılar. İnsanlık, uygarlığını kurarken oluşturduğu belirli ‘doğal’ ilişki kalıplarına göre yaşamayan aykırı üyelerine hemen düşman kesildi. Bu aykırılığı yok etmek, yok edemezse de yok sayıp bastırmak için nefret dolu bir gayret içinde oldu. Bu nefretin kaynağını; tanıdık olmayanın yarattığı korkuda, toplum üyelerinin doğasına egemen olamamanın verdiği aşağılık duygusunda ve ataerkil yapının tutsaklığında yaşayanların, özgürlüklerini ilan edip bunu sürdürenlere karşı olan kıskançlığında aramak gerekir.
Yüzyıllarca nefret beslenip dışlanan bu insanlar, zaman zaman kendilerini ifade etmeye, haklarını aramaya, varlıklarını topluma kabul ettirmeye çalışsalar da çoğu zaman kendilerini gizlemek zorunda kaldılar. Günümüzde bu konuda geçmiş yüzyıllarla kıyas kabul etmeyecek toplumsal ve politik ilerlemeler yaşanmasına rağmen hemcinslerine karşı cinsel yönelimleri olanlar için halen toplum düşüncesinde yıkılacak pek çok tabu olduğu bir gerçek.
Eşcinsel gruplar sıkça taciz edilip dışlanırken bunların içinde en az dikkat çekmiş olanlar lezbiyenler olmuştur. İlişkilerini gizleyen iki kadının birlikteliğini dışarıdan gözlemleyip belirlemek doğası gereği daha zordur. Kadınlar son yüzyıllara kadar toplum içinde zaten pek bulunamadıkları ve çoğunlukla kapalı kapılar ardında yaşamlarını sürdürdüklerinden bu tip ilişkiler daha az görünür/bilinir olmuştur.
Tabu yıkan olgulara karşı her zaman diğer sanatlardan daha tutucu davranan sinemada da 1930’lara kadar filmlerde lezbiyen karakterlere yer verilmedi. Lezbiyenliğin toplumla imtihanını anlatan ilk sinema filmlerinden biri 1931 yapımı Mädchen In Uniform (Üniformalı Kızlar) oldu. Almanlara özgü bir disiplinle yönetilen yatılı kız okuluna yeni gelen bir öğrencinin, okulun en sevilen ve hayranlık duyulan öğretmeni Fraulein von Bernburg’a aşık olması ve öğretmenine duyduğu bu yakınlık ortaya çıkınca gelişen olayları anlatan film, bu konuda bir öncü sayılır. Kızları aynı ‘üniform’a sokarak farklılıklarını örtmeye çalışan ve askeri disiplinin ana eğitim yöntemi olduğu bu kız okulunda Fraulein von Bernburg, okul kurallarına aykırı şekilde öğrencilerine arkadaş gibi davranır. Okulun yöneticisi yaşlı kadın başmüdür, onu bu tavrı konusunda sık sık uyarır. Yeni gelen öğrenci Manuela ise bu şefkatli ve karizmatik öğretmene hemen tutulur. Üstelik sevgisine karşılık da bulur. Bernburg her gece uyumadan önce öğrencilerini tek tek alınlarından öperken Manuela’yı dudaklarından öper. Ona diğerlerine göre daha çok yakınlık gösterir. Mädchen in Uniform filminin, yapıldığı döneme göre cesur sahneler içerdiği ya da sonraki benzerlerinin uzun süre bu kadar cesur olamadığı söylenebilir.
Manuela’nın, öğretmeni von Bernburg’a sevdalı olduğu ortaya çıkınca başmüdür onu hemen cezalandırır, arkadaşlarından ayırır. Eğitim anlayışından hazzetmediği Bernburg’u da kovmaya karar verir. Çünkü bu skandal, okulunun itibarına büyük gölge düşürecektir. Bir öğrencinin öğretmenine, üstelik hemcinsi olan bir öğretmene aşık olması, affedilemez bir günahtır. Fraulein von Bernburg’un başmüdüre yanıtı filmin unutulmaz repliklerinden biridir: “Sizin günah dediğiniz şey, bence sevginin binlerce formundan biri yalnızca…”
Filmin sonunda Manuela, aşık olduğu öğretmenini bir daha göremeyeceği gerçeğine katlanamayıp intihara kalkışır ama son anda arkadaşları tarafından kurtarılır. Nerdeyse, 14 yaşında bir öğrencinin ölümüne neden olacağı için suçluluk duyan başmüdür, vicdan azabı içinde uzaklaşırken film sonlanır. Böylece filme göre, eşcinsel bir ilişkiyi günah ve çirkin bulan ‘yaşlı-eski kafalı’ toplum, sessizce uzaklaşacak ve bundan sonra birbirini seven iki kadın aşağılanıp dışlanmayacak, intihara sürüklenmeyecekti. Ama filmin bu umut dolu mesajlar içeren sonu ne yazık ki kolay kolay gerçeğe dönüşmeyecektir… Mädchen in Uniform yapıldıktan 2 yıl sonra iktidara gelen Naziler filmi hemen yasakladılar ve tüm kopyalarını yakmaya kalktılar. Film bir daha 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gösterim şansı bulabildi, sansürsüz versiyonu Almanya’da 1977’ye kadar yasaklıydı.
Benzer hikayelerden esinlenen veya özgün olmak üzere, lezbiyen karakterlerin başka öyküleri de sinemada yer bulmaya başladı ama eski kafalı yaşlı toplum öyle kolayca çekip gidecek gibi değildi. Dünyanın pek çok yerinde bu tür öyküler sansüre uğramaya ve yasaklanmaya devam etti. Lillian Hellman’ın 1934’te yazdığı, iki yatılı okul öğretmeni hakkında çıkarılan lezbiyen dedikodusunun yarattığı trajik olayları anlatan The Children’s Hour (Çocukların Saati) oyunu ABD’nin pek çok eyaletinde yasaklandı, yasaklanmayan yerlerde de ağır protestolara uğradı, oyunlar iptal edildi. 1936’da filme uyarlanacağı zaman, oyundaki lezbiyenlik teması, Hays Code (ABD’de 1930’dan 1968’e kadar geçerli olmuş Hollywood’un oto-sansür yönetmeliği) nedeniyle, iki kadın öğretmenin aynı adama aşık olması şeklinde değiştirildi. Filmin yönetmeni William Wyler, yine Lillian Hellman ile işbirliği içinde 1961’de bu oyunu tekrar filme uyarladı. Bu sefer etkisi giderek azalmakta olan Hays Code’a rağmen oyundaki lezbiyenlik temasını korudu.
Türkiye’de “Tehlikeli Fısıltı” adıyla gösterilen The Children’s Hour filminde Audrey Hepburn ve Shirley MacLane, özel bir yatılı kız ilkokulu işleten iki öğretmeni canlandırır. Yakın arkadaş olan Karen ve Martha, işlettikleri okulda sık sık yaramazlıklar yapmakta olan öğrencileri Mary’e masum cezalar vererek terbiye etmeye çalışırlar. Ama Mary öyle kolay eğitilecek çocuklardan değildir. Sık sık yalan söyler, yalanı ortaya çıktığında bile bunu kabul etmeyerek söylediğinin doğru olduğunda ısrar etme inadından vazgeçmez. Tahammülü oldukça zor bir çocuk olan Mary, sınıf arkadaşının ona ilettiği, “Martha’nın, Karen’ı, Karen’ın nişanlısından kıskandığı” dedikodusunu ve iki öğretmen hakkındaki ilgisiz diğer duyumlarını birleştirip anneannesine, iki öğretmenin arkadaşlıktan öte bir ilişki yaşadığını anlatır.
Anneanne bu korkunç (!) haberi duyar duymaz, okuldaki tüm öğrencilerin velilerini bilgilendirir. Veliler de bu dedikodunun aslını astarını bile sorup araştırma gereği duymadan aynı gün içinde çocuklarını okuldan alırlar. Zaten doğru dürüst bir kazanç elde edemeden okulu yaşatmaya çalışan iki öğretmen böylece hem itibarsız hem de gelirsiz kalakalırlar.
Bu dedikodu insanları öyle korkutup kızdırır ki, yalnızca dedikodusunun dönmüş olması bile tiksinmelerine, okulun bir pislik ve günah yuvası olduğunu düşünmelerine yeter. Oysa böyle bir şeyin gerçekten var olup olmadığıyla ilgili tek bir kanıt görmezler. Duydukları bile bir çocuğun gördükleri değil, duyduklarından ibarettir. Ama duyulması, konuşulması bile tertemiz saf çocuklarının ahlakları ve gelişimleri için korkunç bir tehlikedir! Ve bu tertemiz saf çocuklardan birinin ağzından çıkan yalanlar, iki öğretmenin hayatını geri dönülmez şekilde değiştirir. Önce ne olup bittiğini anlayamayan, velilerin ağzından tek laf alamayan öğretmenler, gerçeği öğrenince soluğu bu yalanı velilere yaymış olan Mary’nin anneannesinde alırlar. Asla böyle bir şey olmadığını söylemelerine, bu yalanı kanıtlayan hiçbir şey olmadığını anlatmalarına rağmen yaşlı kadın Nuh der peygamber demez. İki öğretmen bunun üzerine hakaret davası açar ama onu da kaybederler. Mahkeme küçük kızın söylemlerini ve başkalarının iki öğretmenin kuşkulu yakınlıklarıyla ilgili tanıklıklarını yeterli bulmuştur.
Dedikodu ortaya çıkıp okul öğrencisiz kaldıktan sonra, kasabada birlikte yürümeleri bile imkansız hale gelir. Karen, nişanlısının bile dedikodulara inanmış olduğunu görünce Martha’ya, birlikte başka bir kasabaya taşınmayı teklif eder. Martha ise içten içe kendini suçlamaktadır. Belki de onun bilmeden yaptığı davranışlar yüzünden Karen’in hayatı da mahvolmuştur… Çünkü Martha gerçekten de Karen’ı ‘başkalarının düşündüğü gibi’ sevmektedir.
Filmde Martha lezbiyenliğini gizler ve çocukluktan beri arkadaş oldukları Karen’a arkadaşlıktan öte beslediği duygularını açık etmemeye çalışır. Ama biz bunu filmin ilk dakikalarından itibaren sezmeye başlarız. Martha, Karen’la tanışmalarından bahsederken dalgın şekilde, “Seni ilk gördüğümde, ‘Ne kadar güzel bir kız’ diye düşünmüştüm” der. Karen’ın, nişanlısı Joe ile evlenme kararı almasıyla, gizlediği ilgisi daha belirgin olur. Evlilik haberi karşısında morali iyice bozulan Martha, okulun artık yavaş yavaş oturmaya başladığı bir dönemde, bundan sonra sıkıntı çekmeyecekleri bir hayatın tadını birlikte çıkarmak varken Karen’ın evlilik işini aceleye getirmesine kızar, “Tam kendi ayaklarımız üzerinde durmayı başarmışken, her şeyi mahvediyorsun!” diye çıkışır.
Martha olanlardan sonra Karen’ın daha fazla zarar görmemesi için ondan uzaklaşmaya karar verir ve Karen’a olan aşkını itiraf eder. Bu itiraf sahnesi iç parçalayıcıdır. Martha utanç içinde Karen’a, yıllardan beri kendisinde var olan ‘sorunla’ yaşadığını söyler. Utancı yüzünden o sırada Karen’ın ona dokunmasını bile istemez. Sanki kendisi bulaşıcı ölümcül bir hastalığa yakalanmış ve Karen’a da bulaştırmaktan korkmaktadır. Martha’nın aşkı öyle değerli ve güçlüdür ki, aslında gizliden gizliye bu aşka karşılık vermiş olan Karen’ı kurtarabilmek, onun daha fazla ‘lekelenmesini’ önlemek için intihar eder. Toplumun, Leyla ile Mecnun aşkını yüceltip de yalnızca tarafları hemcins oldukları için aynı büyüklükteki bir aşkı değersiz görmesi, daha da kötüsü aşağılayıp yok sayması korkunçtur.
Bir lezbiyenin itiraflarından yapılan şu alıntı, heteroseksüel bir aşığın söyleyeceklerinden ne kadar farklıdır? “Birbirinden bir kaç yıl arayla, tabii ki platonik olarak, aşık olduğum 2 kişi oldu. İçimde onlara duyduğum büyük aşk varken, aynı zamanda insanlara karşı da sürekli rol yapmak zorundaydım. Özellikle aşık olduğum o kişiye. En iyi arkadaş rolünü kusursuzca oynamam gerekirdi. En zoru da buydu zaten. İçinde derin bir aşk beslerken, karşı tarafa hiçbir şey hissettirmemek. Ona, erkek arkadaşıyla yaşadığı sorunlarda destek olmak, onların tekrar birleşmesi, mutlu olması için elinden geleni yapmak… Ne kadar acı veren bir ‘mış gibi’ durumudur bu bilemezsiniz…”
Eşcinsellik, toplumca bir hastalık gibi yansıtılır ve bu insanlardan iyileşmeleri, doğalarını inkar etmeleri, kendi kendilerine yüz çevirmeleri istenir. Daha doğrusu buna zorlanırlar. Yoksa onlara bir ucube gibi davranılacaktır. 2013 yapımı La Vie d’Adele (Mavi En Sıcak Renktir) filminde Adele’in çevresini sarıp onu lezbiyen olup olmadığıyla ilgili sorguya çeken sınıf arkadaşlarının tutumu, nerdeyse fiziksel bir linç kadar şiddet yüklüdür. İşte Martha da bu acıları sonuna kadar yaşamıştır. Arkadaşı Karen’a büyük bir aşk beslerken aynı zamanda insanlara ve özellikle Karen’a karşı yıllarca rol yapmak zorunda kalmıştır. Kasabalıların onu sessizce linç etmesi için lezbiyenlikle suçlanması yeterli olmuştur.
Martha’nın öyküsü sondaki intiharıyla birlikte lezbiyenlerin tarihsel serüveninde tekrar tekrar yaşadıkları bir durumu yansıtır. Bu film baştan sona, eşcinsellik olgusunun yıllar boyunca toplum içinde yaşanan süreçlerinin bir özeti gibidir. Davranış ve ilişkileri kuşku uyandıran bireyler önce dedikodu malzemesi edilip daha sonra da fiziksel cezalara çarptırılırlar. Kendilerini savunmaya kalksalar da devlet organları da onlardan yana olmamıştır. Kaderlerine terk edilen bu kişiler toplum dışına itilmiş, aşağılanmış, görünürlükleri engellenmiş, ya kendi kendilerini yok etmeleri sağlanmış ya da toplumca yok edilmişlerdir.
1811 yılında İskoçya’daki bir yatılı kız okulunda, Marianne Woods ve Jane Pirie adında iki öğretmen çalışmaktaydı. Helen adlı öğrencileri geceleri bu öğretmenlerden Pirie ile aynı yatakta yatıyordu. Bir gece diğer öğretmeni Woods’un, Pirie ile yatakta sevişme seslerine uyandı ve gördüklerini daha sonra anneannesi Cumming Gordon’a anlattı. Bayan Gordon hemen okuldaki diğer kızların ailelerine mektup göndererek çocuklarının büyük bir tehlikede olduğunu ve bundan okulun sorumlu tutulması gerektiğini bildirdi. Aileler hemen çocuklarını okuldan aldılar. Böylece Woods ile Pirie’nin kariyerleri bir gecede bitmiş oldu. (Eric Berkowitz, 2013) Lillian Hellman The Children’s Hour’ı yazarken bu yaşanmış olaydan esinlenmiştir. Gerçekte de bu iki öğretmen kendileri hakkında iftira atan öğrencilerinin anneannesine hakaret davası açmışlardı. Ve filmdekinin aksine bu davayı kazanmışlardı da. Ama davayı kazanmalarının nedeni, cinsel ilişki yaşamadıklarını kanıtlamaları değil, mahkemenin iki saygın öğretmenin böyle bir ilişki yaşayabileceğini kabul etmemesiydi. Eğer mahkeme öğretmenlere ceza verseydi, İskoçya’da lezbiyenliğin varlığını tanımış olacaktı. Tertemiz saf toplumlarını bu tür uygunsuz, tehlikeli ve sapkınca fikir ve olaylardan uzak tutmalıydılar… Lezbiyen kelimesi, Lesbos (Midilli) adasından gelir. Bu adada yaşamış ve bir okul da kurmuş olan şair Sapho’nun bilinen ilk lezbiyen olduğu düşünülür. Söylentiye göre Sapho, kurduğu okuldaki bir kız öğrenciye aşık olmuş ama aşkına karşılık bulamadığı için intihar etmiştir. Kadın eşcinselliğine memleketlerinin adı verildiği için bu durumdan rahatsız olan ada halkı 2008 yılında mahkemeye bile gitmişti.
Mädchen in Uniform filminde Manuela’nın hayatını karartmaya kalkan toplum temsili, disiplinperver yaşlı müdürdü. The Children’s Hour filminde iki öğretmen hakkındaki dedikoduyu yayan, Mary’nin yaşlı anneannesi olsa da dedikoduyu ilk çıkaran kişi bir çocuktur. Filmi izlerken nefret ettiğimiz bu çocuk, düşüncesizce ve fütursuzca yalanlarını arka arkaya sıralar. Nefret ettiği iki öğretmen hakkında ordan burdan duyduğu söylentileri sanki kendi duyup görmüş gibi anneannesine anlatır. Mary’nin bu kötülüğü ondan nefret etmemize neden olur. Bir yandan da onun yalnızca bir çocuk olduğunu bilir ve içten içe bir çocuktan nefret ettiğimiz, ona iki tokat çakmak istediğimiz için suçluluk duyarız. Gerçekten de Mary, neden olduğu felaketin sonuçlarından ve insanların hayatlarını karartmış olmanın vereceği vicdan azabı ve suçluluk duygusundan bihaber gözükür. O yalnızca öyle istediği için yalan söylemiştir. Filmin sonunda Mary’nin yalan söylemiş olduğunu anlayan anneannesinin küçük kıza öfke dolu bakışları, onun üzerine yürüyecekken devam edemeyip olduğu yere yığılıp oturması, seyircinin duygularına da tercüman olur.
Çocuklar, eğitimlerinden önce toplumun oluşturduğu ahlak ve doğruluk normlarından bağımsız davranırlar. Güdüleriyle öğrenme iştahları birleşir ve hayatı, ulaşabildikleri her yoldan keşfetmek isterler. Bu keşifler esnasındaki eylemlerinin doğruluğuna yanlışlığına hiç bakmazlar ve bazen zalim de olabilirler. Çocukların korkunç kötülükler yaptığı korku filmleri bu zalimliğin abartılmış anlatımlarıdır. Quentin Tarantino’nun Kill Bill vol.2 (2004) filminde Bill’in, küçük kızları B.B’nin, “ne olacağını” merak ettiği için akvaryum balığını sudan çıkarıp üstüne basarak öldürmesini anlattığı sahne, çocukların ölümün ne demek olduğunu öğrenirken öldürmeyi de öğrendiklerine vurgu yapar. Ira Sher’in The Man in the Well (1995) öyküsündeki, kuyuya düşmüş bir adamın başına gelenler de çarpıcı bir örnektir. Onu bulan çocuklardan yardım isteyen adama çocuklar yardım etmedikleri gibi, kafesteki bir hayvanmış, bir oyun objesiymiş gibi davranıp sadistçe bir tatmin yaşarlar.
Çocuk zalimliği dediğimiz şey, çocuğun hayvanlara acımasızca işkence etmesine, bazen başkalarına karşı düşüncesizce ve arsızca davranmasına neden olur. Pek çoğumuzun küçüklüğünden hatırlayacağı özellikle bizden küçük canlılara karşı gerçekleştirdiğimiz bir zalimlik anısı vardır. Bu konuda yapılmış araştırmalar çocuk zalimliğinin çoğunlukla aile içi şiddete bağlı olduğunu ortaya koymuşsa da (Cheryl L. Currie, 2004) aile içi şiddete tanık olup da zalimliğe başvurmayan, ya da ailesinde şiddet görmeyip de hayvanlara ve çevresine karşı zalimce ve hoşgörüsüz davranan çocukların sayısı da azımsanmayacak orandadır. ABD’de yapılan araştırmada lise öğrencileri arasındaki şiddet olayları oranlarının, anaokulundaki çocuklar arasındaki hoşgörüsüzlük ve çevrelerine uyguladıkları şiddet oranlarına nerdeyse eşit olduğu ortaya çıkmıştır. (Vivian Paley, 1993) Çocukların dünyası hep sevecen ve renkli değildir, karanlık ve şiddet içeren deneyimler de yaşar ve yaşatırlar.
‘Yaşlı’ toplumumuz da işte bu zalim çocuklar gibi davranır. Hiç bir duygudaşlık kurma gereği ve ihtiyacı duymadan, kendinden farklı olduğunu düşündüğü insanlara, yabancı bir tür olarak bakar. Kendisi bir çoğunluk olduğu için, karşısındaki yabancı tür onun yanında güçsüz ve acizdir. Onunla istediği gibi oynayıp alay edebilir, eziyet verebilir ve isterse kolayca ezip öldürebilir. Bu durum, ilk başta ‘yaşlı’ dediğimiz toplumumuzun hiç de yaşlılara özgü bir bilgeliğe ulaşamadığını, henüz çocukluk dönemini aşamadığını, olgunlaşamadığını, evrensel hak ve özgürlükleri hala içselleştiremediğini gösteriyor.
Toplum ilkel ve eski kafalı olmakta diretip farklı olana önyargısını sürdürmesine, çocukluğuna özgü davranış ve alışkanlıklarını bırakamamış, ruhsal yönden rahatsız bir hasta gibi davranmasına rağmen, doğanın gerçeklerini yok saymaya çalışmanın yararsızlığını gün geçtikçe daha çok kabullenmesi kaçınılmazdır. Ayrımcılığın ve kendi gibi düşünüp hissetmeyeni düşman ilan etmenin en uç noktalara vardırıldığı bir ortamda “sadece kendimiz için değil herkesin ama herkesin bir arada adil ve eşit bir şekilde yaşaması için mücadele vermek”, özgür ve mutlu bir yaşama ulaşmanın tek yoludur.