Zeynep Dilan Süren: ‘Geldiğimiz noktada evin içinde birbirimize ne yaptığımız hepimizi daha da ilgilendiriyor’

1 Ağustos 2020

Zeynep Dilan Süren ile karşılaşmam ismiyle de ilgimi çeken Büyük İstanbul Depresyonu filmiyle oldu. Film adını da derdini sırtlanıyor. Diğer filmlerinde de kadın dünyasına bakışlar atan Zeynep Dilan Süren’i daha yakından tanımak istedim ve sorularımı kendisine yönelttim.

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Merhaba Zeynep Dilan. Öncelikle seni biraz tanıyalım…

Merhaba. Lisede ekibi ve oyuncuları arkadaşlarımdan oluşan kısa filmler yaparak başladım sinemaya. Üniversitede Sinema ve Televizyon okudum. Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama yüksek lisans programında derslerimi bitirdim, tez dönemindeyim.

Daha çok kadın dünyasından, onların yaşadıkları çaresizliklerden yola çıkarak kısa filmler çekiyorsun? Filmlerinde genel bir umutsuz ruh hali hâkim. Bunun sebebini sorsam…

Evet daha çok kadın dünyası galiba çünkü ben kadınım. Bana öyle söylendi. Bir de sanırım insanlar ilk filmlerinde daha çok kendilerine bakıyor bilinçli ya da bilinçsiz. Şu ana kadar aklımda başrolünde erkek olan bir film dolanmamış olabilir. Ki çok fazla film vardır hep kafamda. Bu bir tercih değildi yani. Bir gün olabilir. Çaresizlik ve umutsuzluk meselesinde ise kadın ya da erkek dünyası olmasından bağımsız olarak umudun, umutsuz gözüken durumlarda ortaya çıkan bir şey olduğunu düşünüyorum. Zaten her şey yolunda olsa bir şey umut etmeyiz. Umutsuz ruh halinin nasıl bir umutsuz ruh hali olduğunu anlamaya çalışmak neyi umut edeceğimizi söyleyebilir bize.

blank

Rozerin diğerlerinden farklı bir yere oturuyor. Henüz reşit olmadığı için kendi kararlarını veremeyen, büyüklerle çevrili bir dünyada derdini haykıramayan küçük bir kız. Bu tarz hikâyeler daha çok farkındalık yaratmak için çekiliyor… Seni bu filmi çekmeye sevk eden şey neydi?

11. sınıfta bir gece okumaya başladığım Hakan Günday’ın Az isimli romanını çok etkilenerek sabahında bitirmiştim. Uyudum, bu filmin hikâyesiyle uyandım. Hem kitabın üslubu hem daha önce bilmediğim bir dünyayı anlatması beni sarstı büyük ihtimalle. Filmi bitirdikten çok sonra bir şey hatırladım. Sinemacı olmak istediğini öğrenince insanlar benim de hayatımı anlat ya da şunu da anlat gibi şeyler söyler. Lisede yatakhanede aynı odayı paylaştığım yakın arkadaşımın filmdekine benzer bir bölgede, belediyede çalışan annesi, kızının arkadaşının yönetmen olmak istediğini öğrenince ta oralardan bana “burada böyle şeylerle karşılaşıyoruz, arkadaşın bunun filmini yapsın” diye haber yollamıştı. Dediğim gibi böyle şeyler çok duyduğum için aklımdan çıkmış gitmiş. Sonradan fark ettiğimde etkilenmiştim bu durumdan. Ben bu filmden sonra iyi ya da kötü çok fazla tepki aldım. Ve bu durum içgüdüsel bir yerden sinema yapan beni, daha önce düşünmediğim konularda düşünmeye itti. Sinemanın kendisine dair sorular sordum kendime, hâlâ sormaya devam ettiğim.

Büyük İstanbul Depresyonu, İstanbul’a dair pek çok şeyi bünyesinde toplamış gibi. Filmlerinde demeyelim de Neden filminde de fantastik bir sonlanma var, burada da… Biraz yumuşatma, gerçeklik algısını bozma, değiştirmeyle ilgili mi genel ruh halinin dışına çıkma hali?

Bir filme son yazmak, çok üzerine düşündüğüm ve bir türlü içinden çıkamadığım bir durum oldu hep. Bunun gerçek bir son olmadığını, elbette ki bir yerde bitmek zorunda olan bir sanat formunun sonu olduğunu kabul etmekte zorlandım. Bu dediğiniz “gerçeklik algısını bozma” beni rahatlatan bir şey olabilir o anlamda. E bu kızlara ne olacak şimdi sorusuna cevap vermek istemedim. Senaryo o soruyu merak ettiriyor çünkü farkındayım. Neden filmiyle olan bağı şimdi siz söyleyince düşündüm. Orada o sahneyi gerçekçi bir şekilde çekmemiz elimizdeki imkânlarla imkânsızdı. Ben de o zaman abartalım istedim. Ve çok da sevdim.

Film buradan çıkış yok kafasında İstanbul’a dair fantezileri, distopik öyküleri barındırsa da zihnimizde hep yaşanacak bir yer, kaçacak bir anı, tutunacak bir dal yaratma haliyle karşımıza çıkıyor. Öyle mi?

Evet, bence öyle. İkisini birlikte barındıran bir şehir İstanbul. Belki de dünyadaki tüm metropoller için geçerli bir şey bu konuştuğumuz. Hepimizin hafızasında Yeşilçam’dan kalan elinde bavuluyla İstanbul’u yenmeye gelmiş Anadolulu insan imajı vardır. İstanbul’un taşı toprağı altındır. Benim de İstanbul’a gelme nedenim sinema yapmak istememdi.

Üç farklı kadın karakter üzerinden bir İstanbul ruh hali izliyoruz. Filmin özelliği neredeyse tamamen evde geçmesi. Bunun özel bir nedeni var mı?

Aslında bu senaryoya başlamadan önce ağırlıklı olarak evde geçen bir film yapmak istiyordum. Tamamen evde geçsin diye bir sınır koymadım tabii ama Didem, senaryoyu yazan Dilan’ı bir şekilde yanına çekmiş olabilir evden çıkamama konusunda. Ayşe’nin dışarda ne yaşadığını görmüyor oluşumuz hoşuma giden bir şey. Dışarda ne yaşadığından ziyade dışarda yaşadığı içeriyi nasıl etkiliyor, onu araştırmak istedim. Dışarda yaşadıklarımız hakkında bol bol konuşuyoruz arkadaşlarımızla, çevremizle. Birlikte yaşadığımız insanlarla ne kadar uç noktalara gittiğimiz mahrem bir konu. Şu an gündemimizde olan İstanbul Sözleşmesi temelli çıkan tartışmalarda bununla alakalı değil mi? Aileyi korumak için sözleşmeden çekilelim diyorlar. Benim söylenenleri takip ettiğimden anladığım aileyi şiddet, homofobi ve transfobi koruyor. Bugün geldiğimiz noktada evin içinde birbirimize ne yaptığımız hepimizi daha da ilgilendiren bir konu haline geldi diye düşünüyorum.

blank

Hemen hemen her anne evinde bulunan duvar halısının kızların hayallerine eşlik eden bir araca dönüşmesi anne evini mi işaret ediyor, yani eninde sonunda İstanbul’dan kaçısın sonu o mu? İstanbul Depremi’ni anlatırken de anne evinde sonlanan bir hayaller yumağı var zira?

Bence sizin sorunuzun içinde saklı cevap da. Hem kaçış hem değil. Çünkü hayallere eşlik eden bir araca dönüşmesi için kaçış olmaması gerekiyor bence. Önce kaçmak, sığınmak sonra güçlenerek çıkmak ve yola devam etmekle bir araca dönüştürebilmek. Anne evinde sonlanan fantezi sonrası da orada takılı mı kaldı fanteziyi anlatan ve dinleyen ya da başka bir şey mi oldu onlara o önemli.

Okumuş etmiş iki kızın yaşadığı mekâna, mahalleye dair bir tasvirin oldu mu? Çatı katı bazı filmlerde (kuşlu filmler) gecekonduyu, varoşu simgeler. Sana nasıl bir ilham yarattı?

Üniversite hayatım boyunca yaşadığım Gültepe bana ilham oldu diyebilirim. Şehirde sana ne olabileceğiyle ilgili ihtimaller somutlaşıyor orada. O plazalarda da yaşayabilirsin o eski apartmanlarda da. O çatı katından ihtimallere bakıyorsun. Gültepe ulaşımın rahat kiraların uygun olduğu hem iş merkezlerine hem belli üniversitelere yakın bir yer. Geçmişine baktığımızda Anadolu’dan İstanbul’a çalışmaya gelen insanların gelip buraya evlerini yani gecekonduları inşa etmesiyle kurulduğunu görüyoruz. Şehrin büyümesiyle şehre uzak olan yer artık merkezi olmuş. Öğrenciler, plazalarda çalışan beyaz yakalılar, göçmenler, gecekonduları kuranların torunları hep birlikte yaşıyor orada.

Pandemi sürecinde neler yaptın, bir şeyler çekebildin mi?

Görünürde benim için değişen bir şey yoktu. Yine evdeydim zaten. Ama aslında değişti. Dışarda hayatın akmadığını bilmenin psikolojisi daha başka. Çok uzun zamandır kitap okuyamıyordum. Kitap okudum bol bol. Bir şey çekmedim ama Büyük İstanbul Depresyonu sonrası ne yapmak istediğimle ilgili kafamda bir karmaşa vardı. Ne yapmak istediğime karar verdim.

Çevrimiçi festivaller hakkında neler düşünüyorsun. Bu konuda insanlar ikiye ayrılmış durumda. Bir kısmı salonlarda organik festivalleri tercih ediyor, bir kısmı normale dönene kadar bu çevrimiçiyle idare ederiz kafasında.  Sen ne düşünüyorsun?

Bence de idare ederiz. Kısa filmlerin zaten seyirciye ulaşması çok zor. Bu şekilde daha fazla insana ulaşma şansı bile var. Hatta normale döndüğümüzde bile kısa filmler için online festivaller olabilir mi diye düşündüm. Şehrinde festival olmayan insanlar için de çok iyi olur. Bunun festivallerin salonlardaki seyirci sayısını etkileyeceğini sanmıyorum. Festivalde film izleme deneyimi bambaşka bir şey. Film izleme heyecanını paylaşmak, izlediğin filmin ekibiyle buluşmak, konuşmak. Ekip için seyircinin tepkisini yakalamak. Bir de ben uzun yıllardır sinemaya gitmeye korkuyorum. Mısır yenmesi, telefon ışıkları, koltuğumun arkasına vurulması, konuşulması. Bunlar benim kalbimi sıkıştırıyor ve filmi izlemek yerine sakinleşmeye çalışıyorum. Bu yüzden bir süredir perdede film izlemek festival demek benim için. Festivalde bunlar olmuyor değil ama daha az oluyor.

Son olarak neler söylersin?

Kısa filmin kısa olması verilen emekleri değiştirmiyor. Bir filmin çekilebilmesi için olması gerekenler belli. Kısa film ekipleri bu imkânlar için çok fazla çabalamak durumunda kalıyor. Ancak filmler insanlara ulaşamıyor. Burada kısa film yönetmenlerinin deneyimlerine yer vererek hem filmlerin görünürlüğünü arttırdığınız hem kısa filmcilerin birbirinden cesaret almasına vesile olduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Engin Türkyılmaz: ‘Bu karanlıkta bir mum olmak istedim’

Engin Türkyılmaz ve belgeseli Gözyaşı Yolu’yla Bozcaada Film Festivali’nde tanıştık
blank

Yavuz Akyıldız: ‘Festivaller olmasa kimse alternatif dediğimiz sanat filmleri yapmaya çalışmaz’

Kısa filmi “Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye” ile tanıdığımız Yavuz