İnsanoğlunun ET ile İmtihanı!
POPÜLER KÜLT YAZILARI DOSYA NO:1
Korku, uygarlığa ve zamana ayak uydurur. İlkçağlarda mağaranın dışında uluyan kurtlardan, kaplanlardan korkan insanoğlu; ortaçağda ruhunu şeytana satmış cadılardan, geceleri kasabaların tenha sokaklarında gezen başsız süvarilerden korkuyordu. Kutsal kitaplarda anlatılan çeşit çeşit iblisten korunmak için umacılara iksirler yaptırıyordu. Gecenin içinden mıhlı pencerelere doğru esen rüzgar, çocukları uykusuz bırakmak için yeterliydi. Oysa 21. yüzyılda hayaletler televizyonlardan çıkıyor, vampirler yarasaya dönüşmek yerine lüks otomobillerle seyahat ediyor ve geceleri tenha sokaklarda sadece yan kesiciler geziyor.
Korku aynı zamanda kitleseldir de. Temasını seçer, insanlar arasında usulca yayılır, mite dönüşür ve ardından da topluluğa mal olur. Herhangi bir kasabadaki metruk bir binanın “perili” ünvanını alması için, tek bir çocuğun o mekandan korkması yeterlidir. Ardından gönüllü yayıcılar sayesinde efsane yayılır ve artık orası herkes için ürkütücüdür. Artık o binanın önünden geçerken herkesin kalp atışları hızlanmakta, kan basıncı artmakta, kasları gerilmektedir. Zira korku büyük ölçüde bilinmeyene ve anlaşılamayana duyulur.
Ve korku, yoktan var edilebilir. Yaratılabilir ya da sosyal bir kültten dönüştürülebilir. Yerlilerin inanç sistemleri, muhafazakar kasabaların davranış biçimleri ya da dehşet verici münferit olaylar (Teksas katliamı gibi) bu dönüşüme ham madde olabilir, alınıp satılabilir. Metalaştırılabilir. Hatta put ya da tabu halini alabilir. Korku, korkutmak, bu sebeplerle gelmiş geçmiş en iyi manipülasyon araçlarından biridir. Hal böyle olunca da insanoğlunun en temel, en derin, en gizli, en ilkel korkuları masaya yatırılmaya, ölçülüp biçilmeye ve çeşitli yollarla tartışılmaya başlanır. Kimi zaman kâr için, kimi zamansa insanlık namına! Yastık siperinin ardından izlenen filmler, evdeki tüm gacırtılar kollanarak okunan romanlar ve mecmualar, bu fikirlerden etkilenerek hazırlanan reklam kampanyaları, müzik videoları, hatta temalı müzik grupları, giysi ve eşyalar hep bir elden bir miti sosyal bir külte çevirmenin yollarını ararlar. Kitlesel bir korku yaratmak için, kitlesel bir korkuyu külte çevirmek için sadece bir yönetmenin ya da yazarın ortaya bir tez, bir fikir atması yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ve iç gıcıklayıcı deneyimler esnasında avuç içleri terlemeye başlayıverir. Buzdağı alaşağı edilir ve çağların başından beri insanların uykularını kaçıran korkular; taze biçilmiş, en yeni harman halleriyle yeniden “böö” demeye hazırlanırlar…
Canlı canlı yenmek… İster vahşi bir yamyam tarafından olsun, ister beyni çıkarmak için kararlı adımlarla yaklaşan bir zombi tarafından; Bernd Jürgen Brandes kafasına sahip olmayan herkesin korkacağı bir durum olsa gerek bu. Örneğin beni korkutuyor. Soylu kralların eğlenmek için ava gidip geyik avladığı yıllardan beri bir takım Afrika ve Amazon kabilelerinin gerçekleştirdiği bu eylem, medeniyet içerisinde yontulmuş bireyler için ilkelliğin en sert izdüşümlerinden birisi. Bu yaklaşımın çıkış noktası, “insan insanı yer mi?” olsa gerek. Ya da “insan yiyen başka ne yapmaz…”
Canlı canlı yenmek, yenmek üzere öldürülmek, ya da açlık yüzünden insan yemeğe mecbur kalmak apartman uygarlığını, medeniyet esirlerini, şehirlileri, alışverişlerini süpermarketlerden yapan, doğranmış ürün, çekilmiş kıyma, bölünmüş pirzola alanları ölesiye korkutuyor. Porselen tabakta taze kızılcık sosuyla servis edilmiş geyik etinden çatal ve bıçak yardımıyla küçük küçük lokmalar almak medeniliğin en önemli ölçülerinden. Ancak Erol Taş misali kuzu budunu kemiğinden tutup ağzınıza götürüyor ve küçük çaplı bir Afrika kabilesini doyuracak büyüklükte bir ısırık alıyorsanız, “korkunç”sunuzdur. Et büyüdükçe ilkellik artar. İlkellik arttıkça da korku… Ve korku varsa ticaret de vardır.
Açlık ve et arasındaki ilişki, rasyonel bireyler için bir varlık sorunu. Aslında et ve medeniyet arasındaki ilişki de öyle. Özellikle 1900’lerin başlarından beri de tüm yanlarıyla sanat, edebiyat ve sinema çevrelerinde irdeleniyor. Başlardaki örnekler, ilkellikten korkmak ve korkutmak olarak kendini gösteriyordu; 2010’lara geldiğimizde insanın kendisinin de bir “et” olduğunu bilfiil keşfetmesiyle son buldu. Ve bu sefer et, başka türlü bir hammaddeye dönüştü. 21. yüzyıl şehirli kaniballeri, medeniyet zombileri için “et”, duygusal ve seksüel bir haz kaynağıdır.
“röööğrrr!”
Alegorik olarak zombiler uygarlığın yozlaştırdığı ya da kimyasallarla değiştirilmiş, bir nevi genleriyle oynanmış GDO’lu ‘yeni insan’ı sembolize ederler. Düşünmez, mantık kullanmaz, konuşmaz, iletişim kurmaz ve sadece insan eti (özellikle de beyin) tüketirler. Öte yandan tüketmek dışında hiçbir şey de yapmazlar. Yani çalışmaz, üretmez, kurallara uymazlar. İyi ve arzulanan vatandaş modelleri oldukları pek söylenemez. İdealize edilmiş vücut kavramından uzaktırlar. Mütemadiyen çürürler ve kötü kokarlar. Vampirler gibi hayran olunan karakterler değillerdir. Başka bir değişle başrol değil, figürandırlar. Silahsızdırlar, çünkü silahlanacak bilince sahip değildirler. Tek başlarına zarar vermeleri güçtür, ama toplu halde, komünal hareket ettiklerinde onbin kaplan gücündedirler; önlerine geleni ezme yetisine sahip olurlar. Yani bir nevi anti kahramandırlar. Mevcut haliyle uygarlığın çöküşünü ve “öteki”yi sembolize ederler.
Zombi kavramını pekala da “body horror” (her türlü bedensel değişim korkusu) kültünün içinde değerlendirebiliriz. Neticede beden ve zihindeki geri döndürülemez bir dönüşümdür zombileşmek ve insan eti yemeğe mahkum olmak. Bu tür bir başkalaşım, body horror, dönüşüm ya da metamorfoz, uygarlığın getirdiği yan etkidir. Şehirli birey, çeşitli dış etkenler sayesinde bir zombiye dönüşebilir. Aslında bu zamanımızın en büyük paranoyalarından da biri. Hemen hemen her gün haber bültenlerinde dünyanın herhangi bir yerinde denize, toprağa ya da havaya farklı kimyasalların sızdığına dair haberler aktarılıyor. Bu kimyasalların insan bedenine ve zihnine ne yapacağı çoğunlukla önceden kestirilemiyor. Şehirlerde, her gün zombiye dönüşmekle dönüşmemek arasındaki o ince çizgide durmuş varlık mücadelesi veriyor insanoğlu. Süpermarketten hazır köfte alabilmek uğruna, belki zombileşmesine yol açacak teknolojilere göz yumuyor, sanayiye ve kimyasal atıklara ses çıkarmıyor. Başka ve yeni bir tarzla “et”in esiri oluyor.
Aslında 1900’lerin başlarında zombi kültü de ilkellik korkusu içinde ele alınıyordu. Zira kökeninin Haiti kaynaklı voodoo ritüellerine dayandığı, ilkel ve vahşi voodoo rahiplerince yaşayanların zombiye (yaşayan ölü) dönüştürülebileceğine inanılıyordu. Filmlerde ve romanlarda zombiler, toprağın altından, mezarlarından çıkar ve insanlara saldırmaya başlarlardı. Ancak zaman içerisinde zombileşme süreci de değişti. Mezarlıklara dökülen kimyasal atıklarla zombi oldu cesetler önce. Ardından biyolojik ya da tıbbi deneylerle. Ve hatta küresel salgınlarla ve virüslerle, henüz ölmemişken… Yani kült ilkel kaynağından uygarlığa transfer edildi. Zombi kültü bir nevi “cinnet”le, “modernizm cinneti”yle eş tutuldu. Zira küreselleşen ve neo – liberal bir derebeyliğe dönüşen dünyada tüm elemanlarıyla “ilkel” neredeyse tamamen yok olmuştu. Bir voodoo rahibi sayesinde taze bir cesedin toprağın altından çıkacağına kimse inanmıyordu artık. Bacaklarını sürüye sürüye, ağır ve hantal adımlarla insan kovalayan zombiler kimseyi korkutmuyordu. Ama bir virüs ya da kimyasal sızıntısı yüzünden zombileşen, atik, çevik ve hedef odaklı çalışan yeni nesil zombiler herkesi tedirgin edebilirdi.
Benzer bir durum ‘cannibalism’ yani yamyamlık için de geçerlidir. Yamyamlık önceleri açıktan ilkellik alegorisiydi popüler kültürde. İlkellikle zombilere göre daha fazla ilişkilendirilirdi. Vahşi hayatı, doğaya ait olmayı sembolize ediyordu. Genelde film ve romanların prototip hikayelerinde bir grup maceracı, turist ya da bilim adamı Afrika’nın ya da Amazon ormanlarının derinliklerinde kayboluyor ve akla zarar vahşilikte yöntemlerle öldürülüyorlardı. Ya da öldürülmeden canlı canlı yeniyorlardı. Bu örneklerde yamyamlık ormana aitti. Şehirde barınamıyordu. Ve yamyamlar zombiler gibi akıl ve mantık sahibi olmayan, hayvanlardan biraz hallice, ilkel ve vahşi yaratıklardı. Ancak sonraları yamyamlar şehirlerin sağlam surlarından, kale duvarlarından içeri girdiler. Hatta entelektüel ve zekiydiler. Eski yamyamlar ilkellikleri ve vahşilikleriyle korkuturken, yeni yamyamlar üstün zekaları ve ultra idealist düşünceleriyle korkutuyorlardı. Avrupa’da ya da Amerika’da orta sınıfa mensup, hali vakti yerinde ve uygarlıktan sıkılmış bireylerdi. Bazıları nihilist, bazıları ise ırkçıydı. Komplikeydiler ve felsefeleri vardı. Köklerinin peşinde koşuyor ya da kendilerine hakim olamıyorlardı. Ya da daha da fenası bir ormana düşüyor, istemsizce ve kendiliğinden, – olması gereken, ideali oymuş gibi – birer yamyama dönüşüveriyorlardı. Kültün kendisi bir kez daha ilkellikten uygarlığa devşirilmişti. Ve insanı mevcut durumundan, yani uygar birer birey olmaktan ilkelliğe döndürüyordu. İnsan, kelimenin tam manasıyla, kendi kendini yemekle yememek arasında kalakalmış, başlangıçtan ve çıkış noktasından uzaklaşmıştı.
Zombi İstilası
“Zombi” ya da “yaşayan ölü” kavramı medeniyetle sanat ve yazın dünyası düzeyinde tanıştığında 1900’lerin başıydı. Başka bir değişle, köle ticaretinin başlarından beri, yani 1600’lerden beri bir efsane ve bir mit olan zombi meselesi popüler kültürün bir elemanı haline geldiğinde 20. yüzyıl henüz başlamıştı. Bu konudaki ilk kayda değer örnekleri korku edebiyatının usta ismi Howard Phillips “H. P.” Lovecraft’in ortaya koyduğu düşünülüyor. Ancak zombi kültünü gerçek anlamda kitlelerle buluşturan Bela Lugosi’dir. 1932 yılında çevrilmiş White Zombie’de rol aldığında tüm dünya bu korkunç “zombie master”la (zombi efendisi/zombiye dönüştüren ve zombiyi kontrol eden büyücü) tanışıverdi. Filmde Lugosi, genç ve güzel, beyaz bir kadını zombiye çeviriyor ve tüm kontrolünü eline alıyordu. Senaryo, belli ölçüde Haiti voodoo ayinleriyle zombileştirme efsanesine dayanıyordu. Vahşi, kötücül ve tehlikeli bir yöntemdi bu. Ayrıca ortada sadece bir adet zombi vardı. O yıllarda beğenilmemiş olsa da film bugün için zombi filmleri içinde önemli bir külttür. Rob Zombie ve arkadaşları filmden esinlenmiş ve 1985 yılında kurdukları müzik topluluğuna White Zombie adını vermiştir.
White Zombie’den sonra 60’lara kadar iyi ve kötü onlarca zombi filmi çevrildi. 1943 yapımı I Walked With a Zombie; enteresan senaryosuyla, iyi “kötü film” 1959 yapımı Plan 9 From Outer Space en öne çıkan örnekler. Ayrıca bomba etkisi yaratan Richard Matheson’un kült romanı I’m Legend 1954 yılında basıldı. I’m Legend, zombi kültüne bir yenilik katıyor ve zombileşmeyi bir virüse, salgına bağlıyordu. Film 1964’te The Last Man on Earth adıyla sinemaya adapte edildi (Ayrıca 2007’de I’m Legend adıyla yeniden sinemaya uyarlanmıştır). The Last Man on Earth, son derece başarılı bir uyarlama olmasına rağmen, I’m Legend (Ben Efsaneyim), başka bir efsanenin doğmasına da neden oldu. Night of the Living Dead, I’m Legend’dan esinlenerek çevrilmiştir.
Zombi kültü için iki tane milat vardır. İlki kuşkusuz “Night of the Living Dead” (1968). Diğeri ise “28 Days Later” (2002).
Night of the Living Dead, aslında güncel olarak bildiğimiz zombi filmlerinin anasıdır dersek yalan olmaz. Zira Yaşayan Ölülerin Gecesi’ne kadar çevrilen ya da kaleme alınan zombi hikayeleri büyük ölçüde Haiti voodoosu üzerine odaklanıyordu ve zombiler bir efendiye hizmet ediyorlardı. Ancak artık yaşayan bir efsaneye dönüşmüş olan George A. Romero’nun güncel kültü yaratan filmindeki zombilerin bir efendisi yoktur. Sadece kendi içgüdülerinin esiridirler ve hiç kimseye hizmet etmezler. Sadece kendi açlıklarını doyurmak için insan etinin peşindedirler. Ayrıca yıkıcıdırlar. Herkes için tehdit oluştururlar. Büyük ölçüde medeniyet tarafından var edilirler. Bu küçük bütçeli bağımsız film, izleyicide infial yarattı ve sinema tarihinin gelmiş geçmiş en politik yönetmenlerinden birinin de önünü açtı. Romero, “Living Dead” serisinde 6 adet politik zombi filmi çekmiştir.
Romero filmlerinde insanları zombiye neyin çevirdiği tam ve kesin olarak bilinmez. Aslında bunun önemi de yoktur. Ve Romero filmleri bu fenomeni iki ucundan yakalar. Zombileşmeyenlerin hayatta kalmak için geliştirdikleri davranış biçimleri ve daha da önemlisi zombilerin davranışları. Örneğin serinin ikinci filmi Dawn of the Dead’de (1978/Ölülerin Şafağı), yaşayanlar kapitalizmin ve modernist uygarlığın sembollerinden olan alışveriş merkezinin içine sığınırlar. Zombiler ise dışarıdadır. Şehrin varoşlarından, banliyölerinden, her yerinden gelirler ve avm’ye girmenin yollarını ararlar. Yaşayanlar onları dışarıda tutmak ve alışveriş merkezinin içine almamak için her şeyi yaparlar. Bazılarına göre serinin en iyisidir.
2005 yapımı Land of the Dead’de (Ölülerin Ülkesi) ise, zombilerin politik bilinç geliştirip isyan başlatmasını izleriz. Fakir mahallelerden gelip şehrin zenginlerinin yaşadığı ve sığındığı bölgeyi yerle bir ederler. Bu belki de sinema tarihi için de bir ilktir. İsyanı başlatan zombinin siyahi biri olması ise ayrıca manidardır.
White Zombie’nin kurulduğu yıl, 1985’te bir başka kült seriye başlandı; Return of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Dönüşü). Micheal Jackson, “Thriller” albümünü çıkaralı ve o meşhur zombili klibini çekeli henüz 3 yıl olmuştu. 3 filmden oluşan seri de thriller gibi, tam bir “entertainment” (eğlence) örneğidir. Kimyasal atıkların bir mezarlığa dökülmesi sayesinde zombiye dönüşen ölülerin bir grup genci yemeye çalışması üzerine bol kanlı, bol hareketli, eğlenceli, korkunç, komik, yer yer erotik bir deneyim vaat ediyordu. Ve gişede büyük başarı elde etti. Zombiler artık korkutucu olmaktan uzaklaşıyor, bir eğlence elemanına dönüşüyorlardı. Bir bilgisayar oyunu olarak Resident Evil da böyle bir kavrayışın ürünü olarak doğmuştur.
Ancak 2002 yılında çevrilen Danny Boyle imzalı 28 Days Later (28 Gün Sonra), zombi filmlerinin prototipini bir kez daha değiştiren film oldu. Sadece korku sineması için değil tüm sinema tarihi içinde çok özel bir yeri olan 28 Gün Sonra da politik ve sosyal mesajlarla örülü bir plota sahipti. Bu sefer zombileri ne gerçek anlamda bir virüs, ne de bir salgın ya da kimyasal sızıntı yaratıyordu. Zombileri yaratan doğrudan doğruya sistemdi. Kurulu düzen, medeniyet, kapitalizm ve kapitalizmin yarattığı şiddet, denek hayvanı maymunlarda bir tür virüse dönüşüyordu. Ve 28 gün sonra insanoğlunun çaresizliğini, hayatta kalma mücadelesini, zombi olmayan zombileri, “et”e başka türlü düşkünleri, açlığı şiirsel ve kusursuza yakın bir senaryo ile gözler önüne seriyordu.
Post – apokaliptik atmosferiyle 28 Days Later, zombileri “medeniyet yüzünden medeniyetin çöküşü” temasına oturtur. Medeniyeti ya da sistemi bir “virüs” olarak ele alır. Bu felsefik yaklaşım, kültün günümüzde dönüştüğü son halinin de özetidir.
“Eat their flesh! Eat them alive!”*
“Sadece yamyamlık bizi birleştirir. Sosyal, ekonomik ve felsefik olarak.
Dünyanın tek kanunu. Tüm bireyselliklerin, tüm kollektivizmlerin gizlenmiş ifadesi. Tüm dinlerin. Tüm barış anlaşmalarının.
Tupi olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele bu.” **
Şair Oswald de Andrade – Yamyam Manifesto, 1928
Yamyamlığın kökeni tam olarak bilinmiyor. Yani ne oldu da insanlar birbirlerini yemeye başladılar, bunun nedeni sır olup kalmış küle dönen geçmişimizde. Antropologlar yaptıkları araştırmalarda belli nedenlere ulaşıyorlar elbette. Bazı durumlarda tanrılara erişmek için, ya da ölenle bütünleşmek için yeniyor insan. Bazen ise düşmanlarını yiyorlar. Yamyamlık modern toplumlarca yeniden keşfedildiğinde, “ilkel”e olan bakış bir kez daha şekillendi. Köle alan, satan, döven, para vermeden çalıştıran, eziyet eden, savaş çıkaran insanlar için yegane korku kaynağı olmuştu yamyamlık. Böylece modern uygarlıklarına sarılabilir, ormanda yaşayıp insan eti yiyen bu vahşileri değiştirmek için bahane yaratabilir ve tüm kaynaklarını çalabilirlerdi. Şehirden ormana bakan insanlar, ilkel kabilelerin yamyamlık nedenlerini sorgulamadan tamamen korku üzerine inşa ettiler yamyamlık kültünü. Ve onca soykırımı, yok edişi, asimilasyonu da temize çıkarmış oluyorlardı…
Vietnam Savaşı sonrasıydı. Özellikle 1970 – 1980 arası yamyam filmleri furyası patlak verdi. Hatta bu akımdan etkilenen, şarkılarında yamyamlıktan bahseden ya da isim seçerken yamyamlık göndermesi yapan rock ve metal grupları da aynı yıllarda türedi (1988 çıkışlı Cannibal Corpse gibi). Bu filmler bugün istismar sineması içinde değerlendirilirler. Bazıları da doğrudan video (video nasty) için çekilmiştir. Filmlerin büyük çoğunluğu İtalyan yönetmenlerce çevrilmiştir. Filmlerde bolca şiddet, istismar, kan, taciz ve tecavüz sahnesi (madem ilkelim, neden tecavüz etmiyorum kafasıyla), hayvan istismarı ve işkence, çıplaklık bulunur. Böylece hem filmleri yapanlar para kazanır, hem de tüm dünyadaki izleyici aslında Amerika halklarını soykırımla ortadan kaldırmakla ne kadar iyi yaptıklarını görmüş olur. Afrikalıları köle olarak satmak da iyidir. En azından birbirlerini yemeyi bırakmışlardır böylece. Vietnam’daki komunistler de o sık ormanlarda belki de birbirlerini yiyordur zaten… Zira yamyam filmlerinde ilkellik; aşağılık, ultra-vahşi ve sapkın bir eğilim olarak sunulur.
Bu filmlerin en iyisi kuşkusuz sinema tarihinin en rahatsız edici filmlerinden olan, gösterime girdiği yıllarda 18 ülkede yasaklanmış, gerçek hayvan katletme sahneleriyle akıllardan çıkmayan 1980 yapımı kült film Cannibal Holocaust’tur. Bu gün için bile hala ürkütücülüğünü koruyan bu film, bir grup belgeselcinin Amazon ormanlarında kaybolması ve yerlilerce yenmesini konu alıyor. Film bazı sahnelerde o kadar gerçekçi ki, yönetmen zaman zaman ‘snuff’ film yapmakla suçlanmıştı. Kimileri oyuncuların öldürüldüğüne öylesine inanmıştı ki yönetmen oyuncularla beraber basın toplantısı yapmak zorunda kalmıştı. Filmin tüm dünyada 200 milyon dolardan fazla gişe yaptığı tahmin edilmektedir.
The Man From Deep River (1972/Derin Nehirden Gelen Adam), Last Cannibal World (1977/Son Yamyam Dünyası), Emanuelle and Last Cannibals (1977/Emanuelle ve Son Yamyamlar), Eaten Alive (1980/Canlı Canlı Yendi), Cannibal Ferox (1981), benzer istismar filmlerinden öne çıkanlar. 80’lerin ortalarından itibarense bu filmler popülerliğini kaybetmeye başladı. Zira teknoloji gelişiyordu. Cep telefonları, kişisel bilgisayarlar yoldaydı. Gençler çılgınlar gibi break dans yapıyor, parlak kılıklarıyla otomobillerine binip eğleniyordu. Ormanda vahşilerce yenme ihtimali her geçen gün azalmaktaydı. Bu durum yamyamların bir süre daha şehir hayatından uzak kalmasına neden oldu. Ancak hiç beklenmeyen bir anda 1988’de Hannibal Lecter girdi hayatımıza. Çünkü Thomas Harris, artık popüler kültüre mal olmuş romanı Kuzuların Sessizliği’ni bu tarihte yayınladı.
Dr. Hannibal Lecter; stil sahibi, entelektüel, zarif bir adamdır. Halktan değil, üst tabakadandır; asil ve elittir. Yamyamdır, ancak ormanda anadan üryan koşturan vahşiler gibi değildir hiçbir zaman. Ete olan açlığı karın doyurmak için değildir. O üstün bir insandır ve diğer insanlar onun için hayvandan farksızdır. Et, zevktir. Et, hazdır Lecter için. Et, üstünlüğünün simgesidir. Et; iyi ahlakın, görgü kurallarının, medeniliğin simgesidir. Yiyeceği kişiyi pişirirken gurme hassasiyetiyle yaklaşır olaya. Dr. Lecter bir nevi, bizi sömürüp etimizi kemiklerimizden ayıran zengin sınıfın bir metaforudur. Ormandan şehre sızan ilk yamyamdır. Çok tehlikelidir!
Hannibal Lecter’dan sonra yamyam algısı şekil değiştirdi. 2001 yapımı film Trouble Every Day’de yönetmen Claire Denis, eti cinsel hazla ilişkilendirip sundu izleyiciye. Pek bir şeyi umursamayan, kendi hiçliklerinde kaybolmuş, şehirli iki sevgili üzerinden varoluşun, insan doğasının sırlarını tartıştı. Etle medeniyeti sorguladı. Etle cinsel hazzı kodladı. Şehirli ahali için iç bükey bir ayna tuttu belki de.
Bir yıl sonra bir başka başyapıt çıktı Avrupa’dan. Dans Ma Peau (2002/In My Skin/Derimin Altında). Marina de Van’ın hem yazıp, hem yönetip, hem de oynadığı ve üzerine kendi kendisini yediği filmi. Fransa’da yaşayan, sıkıcı, orta sınıf mensubu, sevgilisi ve kariyeri olan, başarılı genç kadın Esther’in bir partide kendini kazara kesmesiyle başlıyor film. Esther, kendini kesiyor ancak acı hissetmiyor. Bu bağlamda orta sınıfa mensup bu kadın aslında bir zombi. Ve medeniyetin, şehir hayatının doruk noktasında yaşarken kendini kesip yemeye başlıyor. Aslında yemekten ziyade tatmak ya da çiğnemek desek daha doğru olacak. Tatmak ve kendi kanını yalamak. Böylece etin esiri oluyor. Hazzın esiri oluyor. Derisinin altına indikçe içine dönüyor. İçine döndükçe ilkele dönüyor. Kendi kendinin et olduğunu, etten ibaret olduğunu keşfediyor.
Jorge Michel Grau’nun 2010 yapımı filmi Somos Lo Que Hay (We Are What We Are/Neysek Oyuz) da benzer bir meseleyi tartışır. Şehir denen yeni “cangıl”da yaşayan ve yamyam olan bir ailenin hayatta kalma mücadelesini irdeler.
Yamyamlığın bir de post apokaliptik literatürde de yeri vardır. Delicatessen (1991/Şarküteri), The Road (Yol/roman:2006/film:2009), Book of Eli (2010), Doomsday (2008) gibi örneklerde insanların medeniyetin çöküşünden sonra yamyamlığa dönmek zorunda kalışına tanıklık ediyoruz. Dünyanın Mad Max’in setine döndüğü yıllarda, verimli toprağın ya da temiz suyun olmadığı zamanlarda birbirini yemek zorunda kalıyor insanoğlu. Bir başka değişle, medeniyet kendi kendini yiyor önce, sonra da insanlar birbirlerini. Yani uygarlıktan ilkele dönüyor insanoğlu yine.
Yamyamlar son 30 yılda balta girmemiş yağmur ormanlarından çıkıp şehre göç ettiler. Yamyamlık bir açlık probleminde ele alınmaktan çıkıp bir varoluş denkleminin içinde irdelenir oldu. Şehirde birbirlerini yedikten sonra medeniyetin çöküşüne neden oldular. Günümüzde popüler kültürde yamyamlık, uygarlık sonrası oluşacağı öngörülen vahşi zamanların en büyük kabuslarından birini sembolize ediyor. Zombi kültü ise benzer bir yaklaşımla çok daha kısa sürede gerçekleşecek bir yok oluşu…
*(“Etlerini yiyin! Onları canlı canlı yiyin!”)
**(“Tupi or not Tupi” – Shakespeare’nin “to be or not to be” dizesinden yola çıkarak – Amazon bölgesinde yaşayan ve ritüelistik yamyam oldukları bilinen Tupi kabilesi’ne atfen.)
Zombiler ve Yamyamlar Arasındaki Farklar
1. Bir adet zombi tehlikeli değildir ve imha edilmesi kolaydır. Sadece sayıları arttıkça tehlike artar. Ancak yamyamlar tek başlarına da tehlikelidirler. Hele de şehirde yaşıyorlarsa (isterseniz Hannibal Lecter’ı bir hatırlayın)…
2. İlkellik içinde değerlendirilmeyen, yani şehirli zombi ve yamyamlar düşünüldüğünde zombiler aptal, yamyamlar zekidir. Zombiler basit, yamyamlar komplikedir.
3. Politik ve sanatsal göndermelerle yüklü tüm metinlerde zombiler alt sınıfı temsil ederler. Şehirli yamyamlar ise elittir. Asil, aristokrat ya da belli bir entelektüel birikime sahip bireylerdir. Bu bağlamda bana kurtadam – vampir denklemini hatırlatırlar.
4. Bir üst maddeye bağlı olarak, bu asil yamyamlar ne kadar acımasız ve tehlikeli olurlarsa olsunlar takdir edilebilir, hak verilebilir ve anlaşılabilirler. Ancak kimse zombileri dikkate almaz, kendini zombilerle özdeşleştirmez. Çünkü zombiler idealize edilmemiş, çıplak tiplemelerdir.
5. Post – apokaliptik literatürde zombiler, alegorik bir anlatımın ürünüdürler. Yamyamlar ise gerçek olması yüksek bir korkunun izdüşümü, güncel metaforudurlar. Zira olası bir çöküşte domates ekmesini dahi bilmeyen şehirlilerin birbirlerini yemeye başlaması oldukça büyük bir ihtimal olarak karşımıza çıkar.
6. Kitleleri zombiye çeviren bir dış etken her zaman mevcuttur. Kimyasal deneyler, virüsler, ya da atıklar… Ancak yamyam olmak için her koşulda bir dış etken gerekmez. Bazen bu sadece bir “seçim”dir. Kişi sabah kalkıp kahvaltıda az yağlı insan böbreği tüketmeye karar verebilir.
7. Bazı durumlarda yamyamlık sadece açlık – et ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıkmaz. Ete olan özlem sadece karın doyurma boyutunda olmayabilir. Bazı durumlarda yamyamlık, felsefik bir davranış biçimidir. Oysa zombiler hangi koşullarda dönüşmüş olurlarsa olsunlar, sadece içgüdüsel olarak beslenirler. Bu da bizi gene 3. maddeye götürür. Zira alt sınıf sadece karnını doyurmakla uğraşırken, elit sınıfın daha özel ve derin dertleri vardır, olabilir…
Yamyam Demişken…
20. yy’ın Modern Zamanlarından Yamyam Hikayeleri
Albert Fish (1870-1936)
Seri katil fenomeninin ev sahibi Amerika’dan çıkan en acayip seri katillerden biridir. Kurbanlarının tamamını küçük çocuklar oluşturur. Fish, kurbanlarına tecavüz eder, çeşitli yöntemlerle işkence ettikten sonra öldürür ve pişirip yerdi. Hatta Grace Budd adlı kurbanını tecavüz ettikten sonra öldürmüş, 9 gün boyunca etini yemiş ve etini yerken mastürbasyon yapmıştı. Bu bilgiler, Albert Fish davası kayıtlarında mevcuttur. Dava sırasında sadece polisin izini sürüp bulabildiği 3 çocuğu öldürdüğünü kabul etmiştir. Fish’in kurbanlarının gerçek sayısı ise bilinmemektedir.
Albert Fish aynı zamanda mazoşizm eğilimleri de gösteriyor, kendi bedenine de zarar veriyordu. Kendini çivili sopalarla döver, idrarını içer ve cinsel organına iğne sokardı. Daha sonradan Fish’in cinsel organının röntgeni çekilmiş ve öldüğünde penisinde en az 29 iğne saplı olduğu tespit edilmiştir.
Revolutionary United Front (Birleşik Devrimci Cephesi/1991-2002)
RUF, Batı Afrika’nın tarihi soykırımlarla yazılı ülkesi Sierra Leone’nin 1991 – 2002 yılları arasında faaliyet göstermiş devrimci gerilla örgütüdür. Ortaya çıktıklarında sloganları “Köleliğe son, efendilere son! Yaşasın halk gücü ve zenginliği!” idi. Kendilerini herhangi bir sol ideolojiyle tanımlamıyor, ancak halkın özgürlüğünü savunuyorlardı. Sonradan yapılan incelemelerde ortaya çıktı ki, dünyanın var olması en zor coğrafyasında gerilla savaşının da nereye varabileceğinin bir örneğiydi RUF. Bünyesinde 10 binden fazla çocuk asker barındırıyordu. Bu çocuklar kasaba baskınlarında ya da elmas madenlerinde kullanılıyordu. Kendi ailelerini öldürmeye, fahişeliğe zorlanıyorlardı. Ancak bundan bile dehşet verici bir sırrı daha vardı RUF’un.
RUF, düşmanlarının kol ve bacaklarını kesmekle, karşı gruplara yaklaşabilecek köyleri ve kasabaları basıp köylüleri sakat bırakmakla ve hatta öldürüp yemekle suçlandılar. Öldürüp yedikleri arasında barış gönüllüleri ve Birleşmiş Milletler yetkilileri de vardır. Düşman gördüklerini yiyorlardı çünkü insan etinin onlara güç vereceğine inanıyorlardı. Bir diğer amaçları ise düşmana gözdağı vermekti. RUF’un bu şekilde ortadan kaldırdığı kurbanlarının kesin sayısı bilinmemektedir.
Mauerova Ailesi (2007)
Mauerovalar, Çek Cumhuriyetinden çıkan belki de en ilginç aile olabilirler. Kız kardeşler Klara ve Barbara Mauerova bir kitap okuduktan sonra kendilerini “Grail Movement” adlı bir düşünceye kaptırdılar. Ve bazı başka akrabalarıyla beraber Klara’nın 2 çocuğuna da işkence ettiler. Çocukların bedeninde sigara söndürdüler, cinsel tacizde bulundular, bağladılar, boğulmanın eşiğine gelene kadar suyun altında tuttular, kafeslere koydular, kendi kendilerini kesmelerini istediler. Fakat daha da ilginci 10 yaşındaki Ondrenj’in etlerini kestiler ve Ondrenj de dahil aile bireylerine yedirdiler. Olay 2007’de gerçekleşmiştir.
Dorangel Vargas “Andes’in Hannibal Lecter’ı” (1957 – …)
Venezuellalı ve “el comegente” (insan yiyen) lakaplı seri katil. Aslında sokaklarda yaşayan bir evsizdi. 1999’da yakalandığında 2 yıl süresince en az 10 erkeği bir parkta kıstırdığını, öldürdüğünü ve yediğini itiraf etti. Vargas, yakalandıktan sonra yaptığı bir röportajda erkeklerin kadınlara göre daha lezzetli olduğunu ve muhakkak kaslı bölgelerin yenmesi gerektiğini söylemişti.
Armin Meiwes (1961 – …)
Alman asıllı Armin Meiwes bir gün internete bir ilan verdi: “Kesilmek ve ardından tüketilmek üzere, yapılı, 18-30 yaşlarında biri aranıyor.” Bu ilana Bernd Jürgen Brandes cevap verdi. İkili 2001 yılında Meiwes’in evinde buluştular. Meiwes Brades’in penisini kesti ve beraberce yediler. Ardından Brades’in de isteğiyle Brades’i öldürdü. Alman kanunlarında yamyamlık suç olmadığından, Meiwes sadece cinayetten yargılanmış ve 8 yıl ceza almıştır. Ancak cezası sonradan ömür boyu hapse çevrilmiştir.
Meiwes – Brandes olayı hala tartışılmaya devam ediyor. Zira kurbanın gönüllü olması durumu pek çoklarına göre olayı “suç” olmaktan çıkarmaktadır.
Jeffrey Dahmer (1960-1994)
Beraber olduğu genç siyahi erkekleri önce öldürür, ardından onlara tecavüz eder ve gözüne kestirdiği yerlerini yerdi. 17 kişiyi öldürüp yemiştir. Dahmer 1991’de bir kurbanını öldürmeye çalışırken kurbanın kaçması ve daha sonra onu ihbar etmesi üzerine yakalanmış ve dava sonucunda 947 yıl hapse mahkum edilmiştir. 1994’te de kaldığı cezaevinde çıkan isyan sırasında siyah bir mahkum tarafından öldürülmüştür.
571 Sefer Sayılı Uruguay Hava Kuvvetleri Uçağı (1972)
Uruguay Hava Kuvvetleri 571 Sefer Sayılı Uçak Stella Maris Kolejinin rugby takımını taşıyordu. Uçakta 45 kişi vardı. Uçak Uruguay’ın başkenti Monteviedo’dan kalkmış, takımı Şili’ye maça götürüyordu. Ancak yolda kötü hava şartları yüzünden kaza yaptı ve Güney Amerika’nın en yüksek dağları olan And Dağlarına, Arjantin’le Uruguay arasında bir yere düştü. Aramalar 11 gün aralıksız sürdü. Ancak kazazedelere ve uçağa ulaşılamadı. Tüm yolcuların öldüğü varsayıldı. Oysa kaza sırasında 12 kişi ölmüştü. Kalan 27 kişi 2 aydan fazla bir süreyi And Dağlarının tepesinde çetin kış koşullarında geçirmek zorunda kaldılar. Yiyecekleri yoktu. Son olarak 16 kişi hayatta kalabilmiş ve ölen arkadaşlarını yemişlerdi.
NOT: YENİHARMAN DERGİSİNİN OCAK 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR. POPÜLER KÜLT YAZILARI YENİHARMAN’DA DEVAM ETMEKTEDİR.
hayran oldum Ezgi,ellerine sağlık.
Harika bir yazı! Modern zamanlara ait olmasa da Wes Craven’a ‘The Hills Have Eyes’ filmi için ilham kaynağı olan yamyam hikayesi Alexander ‘Sawney’ Bean efsanesinden bahsetmek isterim.
‘The Hills Have Eyes”ın hikayesini yazarken Wes Craven’a esin kaynağı olan İskoçya kaynaklı bu efsanenin 15. yüzyılda ortaya çıktığına inanılıyor. Hikayenin baş canileri, Sawney Bean adlı bir adam ve ailesi. Geçimini normal yollardan kazanmakta pek gönlü olmayan Sawney Bean, karısını alarak Galloway tepelerine çıkar ve bir mağaraya yerleşir. Mağara yakınından geçen insanları öldürüp soyarak yaşamaya başlayan karı koca, bir yandan da ailelerini genişletmeye başlarlar. Zaman içinde 8 oğulları, 6 kızları ve onların ensest ilişkileri sonucu dünyaya gelen 32 torunları olur.
Çalışmaya niyetleri olmayan bu 48 kişilik aileyi doyurmaya, yaptıktan soygunlar artık yetmeyecektir. Kendilerine göre bunun doğal sonucu, tuzaklarla ağlarına düşürdükleri insanları öldürüp mağaralarına getirmek, yiyebildiklerini yedikten sonra kalan parçaların turşusunu kurmak olur. Yakındaki kasaba halkı yüzlerce insanın kaybolmasından giderek endişelense de, Bean ailesinin varlığından dahi haberdar olmadıkları için suçluları bulamazlar. Bu yüzden zaman zaman masum insanları linç ettikleri olur. Beslenme tarzlarını 25 yıl boyunca sürdüren Bean ailesi, ellerinden kurtulmayı başaran bir adam sayesinde en sonunda yakalanır.
Kral IV. James önderliğinde Beanler’in mağarasını basan halk, tahmin edebileceğiniz gibi korkunç bir leş yığınıyla karşılaşır. Bu düzen içinde yetişen Bean çocuktarı yemek bulmak için kullandıkları yöntemleri o kadar benimsemişlerdir ki, başka şekilde yaşanabileceğini düşünemez durumdadırlar. Yıllar boyunca estirdikleri terör, aileye verilen cezanın da korkunç olmasına yetmiştir. Öldürücü şekilde yaralanan aile erkekleri ölüme terk edilirken, kadınlar ve çocuklar yakılır… Yaşandığı söylenen hikayelerin basıldığı bir kaynaktan günümüze gelen bu efsane, hiçbir resmi kayıtta yer almadığı için tarihçiler tarafından gerçek olarak kabul edilmiyor. Ancak yörenin folkloründe kendine çoktan önemli bir yer edinmiş bile.
Armin Meiwes (1961 – …) bu adamın olayın rammstein mein teil şarkısıyla dile getirmiştir tekrar.
çok kapsamlı, aydınlatıcı ve akıcı bir yazı olmuş gerçekten, teşekkür ettik.
milan kundera bilmemek adlı romanında yamyamlıkla ilgili birkaç satır laf etmiş, okuduğumda kafamda ampul yanmış gibi hissetmiştim :) romandan mileda karakteriyle ilgili anlatıdan alıntı yaparsak:
elbette, insanlar insan eti yemezler bu onları dehşete boğardı. ama bu dehşet, bir insanın yenebileceğini, çiğnenebileceğini, yutulabileceğini, dışkıya dönüşebileceğini yalnızca doğruluyor. ve mileda, yenme dehşetinin bütün hayatın içyüzü olan daha genel bir dehşetin uzantısından başka birşey olmadığını biliyor: beden olmanın, bir beden şeklinde var olmanın dehşeti.
guzel bir yazi tebrikler ezgi .
Yamyamlık korkusunun ve tabi ki tutkusunun genetik hafızaya dair olduğunu düşünmüşümdür.Zombiler ve yamyamlar öykünmeye hevesle yaklaşılan kahramanlar olmamışlardır genellikle.Hücrelerimize işlemiş bir korkunun hatta tutkunun karanlık gölgesine karşı duyduğumuz yalın ve kadim ürpertidir belki de bunun nedeni; her yürekte farklı anlamlar taşıyan şekillenen bir gölge…
Böylesine hayranlık uyandırıcak düzeyde detaylı ve kapsamlı hazırlanmış bu yazının tarif edilmez bir iç sıkıntısına bürünmüş kara bir gölgenin kasvetini dağıtmakta başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Harikaydı gerçekten tebrikler ve teşekkürler..