Enerjisiyle ve çektiği filmlerle dikkatimi çeken Zuhal Kaya ile konuştuk. 5. Kadın Yönetmenler Festivali ve Gemlik Film Festivali’nde yolumuzun kesiştiği Zuhal Kaya’nın bundan sonra da farklı filmler çekeceğine inanarak sorularımı kendisine yönelttim.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Zuhal, seni biraz tanıyabilir miyiz?
Merhaba, 89 yılının sonbaharında doğdum. Çocukluk yıllarım babamın öğrencilik hayatından dolayı göçebe bir halde geçti, Varto, İstanbul ve Ankara arasında. İlkokul birin ilk yarısını köyde okudum ve sonraları her sene yaz aylarında köye gitmeye başladık. Dedem ve nenemin doğanın içerisinde uyumlanan ve doğa ile bağlantılarının güçlü olduğu yaşam biçimini gözlemleme şansı edindim. Vardık ve varoluşumuzun besini hayvanlar ve bitkiler kadar netti, insanı kutsamak yerine, evimiz olan doğayı kutsayan bir anlayıştı gözlemlediğim. Ben yerine bizdik ve bu ‘biz’ evin içindeki fındık farelerinden dışarıda gezen yılanlara, tabiatı kapsar bir genişlikteydi. Sonra İstanbul’da yerleşik hayata geçtik. Kendimi bildim bileli (bu kalıp bana hep çok büyüleyici gelir, kendimizi ilk nerede bildiğimizin bilinmezliği) büyük bir arayış içimde koşuyordu. Şehirde varoluş ve doğa ile bağım zayıfladı ve köksüz hissetmeye başladım. Bu esnada beni hayata bağlayan en güzel oyun olan sanatla tanıştım. İfade, bir nevi nefes alma alanı açtı bana sanat. Daha çok içgüdüsel bir halde, sonraları bilinç akışı yöntemi olduğunu öğrendiğim, yazı yazma metoduyla başladı. 17 yaşında Sonbahar Mevsimimdir şiir kitabı çıktı. Birkaç derleme kitap, dergide yazılarım yayımlandı. Sanırım yine aynı köksüzlük ve doğaya kavuşma, Peyzaj Mimarlığı okumaya itti. Mezun olduktan sonra mesleğimi yapmaya çalıştım ve çalışırken idealize ettiğim mesleğin, başka amaçlarla uygulanıyor oluşu çelişkisi ve mekanı hasta eden, ekolojik dengeyi çiğneyen yönetimler benim gibi insanların alanlarını daralttı.
Kişi ve Mekan belgeselinle 5. Kadın Yönetmenler Film Festivali’nde karşılaştım. Ben o tarz alternatif yaşam denemeleri yapan, aslında doğanın ve insanın özünü yakalamaya çalışan filmleri ilgiyle izlerim. Bu da öyle oldu. Senin yolun nasıl kesişti bu arkadaşla?
Biraz önce bahsettiğim sebeplerin ışığında, bir sabah uyandım ve içimde büyüyen ‘ben kimim ve ne yapmak istiyorum’ sorusunun derinliğiyle, Peyzaj Mimarlığından istifa ettim. İlk yılım 40 m2’lik bir apartman dairesinde, sadece zihnimi boşaltmak, kişiliğe etki eden öğrenilmiş tüm kalıpları yıkmaya çabalamakla geçti. Sonra sırt çantamı alıp yola çıktım. Otostopla, plansız, yolun götürdüğü yerlerde, şehirli olan hayatımın konfor alanlarını bırakmaya çalışarak, doğada minimal var olmayı öğrenmekle geçecek bu yolculuk esnasında Andaç ile tanıştım. Andaç da benzer soruları sormuştu kendisine ve bu sorular onu Bayramiç’te tek başına kurduğu ve belgeselin de konusu olan yaşam biçimini deneyimlemeye itmişti.
Belgeselin çekim deneyimi nasıl oldu, o hayatın içine nasıl çekildin? Her şey var olan çizgide mi devam etti, yoksa belgesel için yapılan şeyler oldu mu? Senin belgesel çekme mantığın nasıl oldu, nasıl yolunu buldu kısaca?
Yolculuk bittikten sonra, şehre geri döndüm ve ara ara Andaç’ın deneyimlediği hayatı ve Bayramiç’te yakınında köy bile olmayan ormanın içinde tek başına olan evi ziyaret ettim. Gözümün önü ve zihnimin içinden geçen bu hikayeyi, akışına müdahale etmeden çekmeye karar verdikten sonra Andaç ile sadece kendi deneyimlerimi paylaştım. Çekim ekibinin de akışın kendisine dahil olması için ilk çekim günü, bu deneyimi anlatıp kameramanların vizörden alanı keşfetmesi, Andaç’ın akışına tanıklık etmesi ile geçti. Çekim serüveninin sonraki günleri de kamera açılarını belirlediğim noktalardan yine bu akışa vizörden tanıklık etmemiz ile geçti.
Aslında Peyzaj Mimarlığı okudun, peki bölümünle ilgili işler yapma fırsatın oldu mu; çekim yapmanın yolunu kısa film ve belgesele çevirmek daha mı cazip geldi sana?
Mesleğimi 4 sene yaptım. Öğrenciyken ödül aldığım projemde, İstanbul’da tasarladığım alanlar da mevcut. Fakat bunları deneyimlerken, yansımada dolaşıyordum. Şu anda etrafımda birçok insanın da bu yansımayı keşfettiğini görüyorum. Maalesef sınıfsal dengesizlik, eğitim sistemi ve toplumsal yönelim kendinizi keşfetmenin önünde engeller oluşturuyor, ‘olması gerekenler’ diye bir çizgiye hapsediyor. Belki bu da dengenin bir parçasıdır, bilmiyorum. Modern kölelik çağına doğmuş birisi olarak, bu çarkın ‘onların’ istediği gibi bir dişlisi olacak ve bu sırada da vaat edilen konforun beden ve ruh yerine ego besini oluşturmasına ikna olmuş birisi olacaktım ve bir virgül koymak, kendi olmanın belirsizliğini üstlenmek istedim. Bu yolculuk ilk belgeselle başlamadı, şiirle başladı, kartopu gibi devinim devam ediyor. Belirleyici olan ne henüz bilmiyorum, hala bilinç akışı yöntemiyle devam ediyor. Bu nedenle şimdiki zamanlarda belgesel ve kısa film seyrinde ilerledi. Ben bu devinimin aslında beni başlangıca götürdüğünü düşünüyorum. Çocukluğumda bu arayışın temel taşları yatıyor, buna ulaşma çabası.
Don Don Kurşunu isminden yola çıkarak, belli bir espri düzlemiyle kadının toplumsal konumlanışını anlatan kısa ve net bir hikaye. Nasıl ortaya çıktı desem?
Film müziklerini de yapan, yol arkadaşlarımdan biri olan Sinan’ın (Serdaroğlu), çok sevdiği arkadaşıyla ilgili anlattığı bir anı ile başladı. Sinan, Haydar’ın sevgilisi Sultan’ın çamaşırlarını balkona asarken Haydar “Sino benimkileri de yanına as, sahipsiz sanmasınlar” diye bir espri yapıyor. 2014 yılında yine şehrin betonarme semtlerinden birinde duyduğum anda bu espriyi, toplum nezdindeki yerinin ne kadar sağlam olduğunu düşündüğümü ve üzerine uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra 2014’te senaryosunu yazdım ve adı Don Don Kurşunu oldu. Haydar Olcay’ı ise 2016’da genç yaşında, hazin bir şekilde kaybettik. Varlığına teşekkür borçluyum.
Kadın ve erkek tanımını, biyolojik değişikliği üzerinden yapmıyoruz, toplumsal ödevler ve görevlerin sınırları, bu tanımları dolduruyor. Kadınlık görevleri ve erkeklik ödevleri gibi. Asıl ayrıştırıcı olan şeyin kendisi bu. Doğan bir çocuğa yüklenilen duygu durumlarından tutun da sorumluluklara kadar şekillenen bir yaşam yolculuğu söz konusu. Bu ne kadar adil? Ne kadar doğal? Oysaki varoluş; özgün biricikliği ve ortak sorumlulukları taşıyor. Kadın olmak, utanma duygusuyla, süper egosu yüksek, yuvayı kurmasıyla, tüm toplumu şekillendiren olan anaçlığıyla iç mekana sıkıştırılıyor ve erk tutum ve kuralların yönettiği bir toplumsal kalıp haline geliyor. Uzun süredir bu eşitsizliğin sorumluluğunu taşıyan kadınlar olarak kimliğimizi özgürleştirmek için sınırları aştığımız, yeni tanımları kurmaya çalıştığımız aşikar. Aynı eşitsizliğin sorumluluğunu taşıyan ve erkek kavramını özgürleştirmeye çabalayan diğer yarımız için bir şeyler yapmak filmin çıkış noktası. Yani, “erkek filmi” yaptığımı düşünüyorum. Filmdeki eylemler Ahmet ve Mehmet imajları üzerinden ilerliyor. Birisi, rahatlıkla kadını taciz etme hakkını ve onun kadın kimliğinin ve eylemlerinin kendisi için olduğunu sanacak kadar bir sınır ihlali içinde diğeri ise zaten kadının tüm varoluşunun sınırlarını ihlal edecek bir eylem içerisinde. Bu nedenle Simone de Beauvoir’un bir alıntısıyla bitiyor film.
Ev ve balkon ya da avlu dediğimiz kavramlar bile kadının içeride ve dışarıda olması gereken durumları sorgulayan mekânlar. Aslında burada bir nevi mekân anlatımına giriyorsun. Kadın sadece evin içinde özgür, evin dışına taşan her yerde hareketlerine dikkat etmelidir. Bu tarz mekânsal alternatif hikâyeler devam eder mi sence?
Bence bu boyutlar yaşam alanlarımız. Mekân, zaman, kişilik ve zihin dünyası. Fiziksel alanların, zihindeki yerlerini de tanıma isteği… Bu tanımların zamanla değişimi, oluşumu ve yok oluşu… Sinemanın sunduğu “görsel” sadece estetik değişkenlikler barındırmıyor, yanında çağrışımlar, yanında metaforlar, yanında duygu yansımaları barındırıyor. Mesela Don Don Kurşunu filmindeki sandık, nenemin ve ona da nenesinden kalan kadın olma mirasını temsil ediyor benim için. Yine seçilen yerin balkon oluşu, sadece fiziksel olarak değil, zihindeki mahremiyetin kamusal alana açılması metaforunu güçlendiriyor. Kol kırılıp yen içinde kalmasın diye…
Çeşitli öğretilerden beslendiğini, onları içselleştirdiğine az biraz tanıklık ettim. Hayat içerisinde nasıl bir yol çiziyor sana bu bilgiler, gerçek hayatta nasıl bir yol göstericilik misyonu üstleniyor ve filmlerine ne kadarı yansıyor?
Kadim öğretilerin ve sanatsal ürünlerin; evreni ve benliği tanımlama biçimini, hayalperest çocuk zihni gibi betimlediklerini düşünüyorum. Bu açıdan görünce ölçekler değişiyor. Bu yüzden, ağacın yapraklarının rüzgarla hareket etmesi öylesine bir şey olmaktan çıkıp düş dünyası ile buluşuyor. Aynı zamanda çok esnek bir kabulleniş ile yaşama bakılan bir felsefe taşıyor. Biraz somutlaştırırsam, alevi kültürüyle büyümüş biri olarak, sözün yanında pratiğe geçen, suya, dağa, taşa, ağaca, kuşa yüklenilen anlamların ve onların masallarda vuku bulan davranışlarının insanla hiç ayrışmayan bir yerde durdukları ve bütünün bir parçası olma hissi… Bu his düş dünyasının sınırlarını genişletmeme ve sanatla dışarıya yansıtmama yardımcı oldu.
Bundan sonra çekmek istediğin konu, film nedir?
Elisabeth Noelle-Neumann’ın “suskunluk sarmalı” kuramından yola çıkarak yazdığım, kısa film olmasını düşündüğüm bir senaryom var. Henüz bitiremediğim ve yazmaya devam ettiğim 2 tane uzun metraj film senaryosu var.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
Suskunluk Sarmalı: Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun (okulda sınıf, fabrikada soyunma odası, orduda yemekhane, belediye otobüsü, akraba ziyareti, hastane koridoru vs.) “genel-geçer” kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin (veya kendi fikrine yakın görüşlerin) toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar. (tr.wikipedia.org/wiki/Suskunluk_sarmali)
[/box]
Filmlerin için maddi kaynakları nasıl buldun, bundan sonra nasıl bulmayı düşünüyorsun?
Benimle bu hayali paylaşan kuzenim Ümit’in desteği ile finansal süreç başlamış oldu. Sektörden olmayan biri olarak 3 yıl boyunca hikayelerime finans desteği aradım. Sistemin etiket olmayınca küçümseyen ve yapamazsınları saçan tarafıyla da tanışma şansım oldu. Ama diğer yandan benzer dertleri paylaşmanın dayanışması ile filmlere katkısı olan yol arkadaşlarımla birlikte bu yolculukları başlattık. Yeni filmler için finans desteği arayışım sürüyor.
Katıldığın festivallerle ilgili deneyimlerini anlatır mısın?
Festivaller özellikle bu alanda eğitim almamış benim gibi insanlar için bir okul niteliği taşıyor bence. Aynı zamanda “bağımsız” sinema için ev gibi. Motive edici tarafları çok. Fakat bu merkezde ve niyette yapılmayan festivallerin handikapları da var.
Son olarak neler söylemek istersin?
Kişi ve Mekân Belgeselinde Andaç’ın söylediği bir sözü paylaşmak isterim: “Anlamaya çalışıyoruz Dünya’da olmayı.”