akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
serçe gibisin kardeşim,  / serçenin telaşı içindesin. 
midye gibisin kardeşim,  / midye gibi kapalı, rahat. 
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
bir değil, / beş değil, / yüz milyonlarlasın maalesef. 
koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, / hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. 
ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende. 
ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — 
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! (Nazım Hikmet)

Zulüm afişTelaşlı halinden bir yerlere geciktiği belli olan bir kıza yardım etmek için duran ve onunla göz göze gelmesiyle birlikte “yıldırım” çarpmışa dönerek âşık olan ve bir an için geçmişi, şimdiyi ve geleceği gören adam için hayatın
artık durduğunu vurgulayarak başlayan filmde bu anın perdeye yansıtılmasını başarılı bulduğumu söylemeliyim. Ne var ki, bir istismar sineması olan Yeşilçam’ın bitmek bilmeyen abartı ve tesadüfleri sonucu, kızın ünlü bir müzisyenin son bestesini okuyacak olması ve bu “ünlü” müzisyenin ta kendisi olduğunu anlayan adamın kendisini gizlemesi ancak ikisinin de aynı yere gitmeleri kibarca söylemek gerekirse “bu kadar da olmaz” dedirtecek cinstendir.

1.000 (yazıyla bin) civarında “senaryo” yazan ve filmin de senaristi olan Bülent Oran, bir konuşmasında, filmlerdeki “akıl almaz tesadüflerin bilinçli olduğunu, seyircinin bunları beklediğini ve benimsediğini” söylemiştir. Bu görüşe katılmadığımı, yaratıcılıktan yoksun, yoz ve zihinleri geriletici bu “senaryolarda” tesadüflere ve yanlış anlaşılmalara sıklıkla başvurulmasının çıkmaza giren hikâyenin önünün açılması için gerek duyulduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Böylece gerçekleşmesi olanaksız olaylar kolay yoldan olmakta, kavuşmalar, ayrılmalar, doğumlar, ölümler, gerçeklerin açığa çıkması veya gizlenmesi bu tesadüflere ve yanlış anlaşılmalara göre kurulmaktadır. Başa gelen çekilirmiş vurgusunun yapılarak kaderin kaçınılmazlığının öne çıkarılması, mücadele etmenin gereksiz olduğunun vurgulanması özellikle ezilenlere, sömürülenlere ve yoksullara boyun eğmeyi öğütlemek, miskin bir hayat tarzını aşılayıp mücadele azmi kolaylıkla kırılmaktadır.

Hz. Muhammed’in, “deveni ne yaptın” diye sorduğu adamın “Allah’a tevekkül edip kendi hâline bıraktım” demesi üzerine, “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et” sözleri ve “Gece aç yatıp da kılıcına sarılmayanın aklından şüphe ederim” diyen Ebu Zerr’in sözleri İslam’ın kaza, kader, mücadele ve tevekkül anlayışını açıkça ifade etmesine karşın kula kulluk etmeyi şirk gören bir dinin mensuplarının, egemenlere boyun eğmelerini sağlamak için, dini değerlerin yozlaştırılarak “kullanılması” yeni değildir. İnsanın sahip olduğu duygu ve akıl gücünü kullanarak doğru bilgiye ulaşabileceğini, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, haklı ile haksızı ayırt edebileceğini vurgulayan İslam dini taklit bilgilerle “doğruya” ulaşılamayacağını bildirmesine karşın Müslümanların içinde bulunduğu durum içler acısıdır.

Kız, beraber geldikleri adamın en ön sırada oturması karşısında şaşkınlığa uğrasa da kim olduğunu merak etmez ve tanışmak için yanına gelmez. Adam da kızın yanında başka bir erkek olduğu için kendisiyle konuşmaktan kaçındığını düşünür. Bu erkeği gören adamın içinin kıskançlıkla dolduğunu belli etmesi bu görüşü doğrular. Adam, ertesi sabah “mafya” olan abisinin karanlık bir işini görmek için İspanya’ya gitmek üzereyken havaalanında kızı görür. Kız konserde yanında bulunan erkeği uğurlamaktadır. Seyirci gibi adam da bu erkeğin kızın sevgilisi, nişanlısı veya eşi olabileceğini düşünür. Kızın bir erkekle birlikte kendisine de el sallaması adamı mutlu eder ve uçaktan inerek “bir ümitle” kızın peşinden koşar. Yaşananları gören kapı görevlisinin “iyi ki böyle bir kızı bırakıp gitmedin, aferin” dercesine adama bakması ve tavrını onaylaması ataerkil zihniyetin ve Şark kurnazlığının yansımasıdır. Adamın peşinde koştuğu kız kendi kızı olsa aynı tavrı göstermeyeceğini bildiğimiz bu aşağılık adam, sevgilisi, nişanlısı veya eşini uçağa bindiren “tanımadığı” bir kadının peşinden bir erkeğin koşmasını onaylar.

Zulüm 1Bir kelime bile olsa birbirleriyle konuşan her erkek ve kadının bir şeyler hissetmesi gerektiği, kadın ve erkeğin dostluk kuramayacağı, her “irtibatın” mutlaka cinsellikle bitmesi gerektiği şeklindeki ataerkil zihniyet filmin her yanına sinmiştir. Yeşilçam’da erkekler güçlü, cesur, saygın, zengin, yoksul olsa da gururlu olarak anlatılırken, kadınların erkeklerin yanında değil erkekler için var olduğu gizlemeye gerek duyulmamış ve kadının erkeğe köle olması arzulanmıştır. Adam kızın bindiği otobüsüne biner, yanına oturur ve “bugünü birlikte geçirebilir miyiz” der. Kızın yapılan teklifini kabul etmesiyle birbirlerinin isimlerini bile bilmeden büyük bir maceraya atılırlar ve el ele İstanbul’u dolaşırlar.

Gazinoların öne çıkarılmasıyla birlikte birbiri ardına arabesk şarkıcılar müzik piyasasında boy göstermeye başlamış, arabesk, gecekondularda, atölyelerde, minibüslerde, otobüslerde, lokantalarda, köhne batakhanelerden en lüks gazinolara kadar birçok yerde dinlenilen bir müzik türü haline gelmiştir. Bu yükseliş karşısında harekete geçen Yeşilçam, arabesk şarkıcılarının başrolde oynadığı, çok kısa süren mutluluk ve sevincin çekilecek acının dozunu artırmak için kullanıldığı, hüzün, çile, aşağılanma, dışlanma, yoksulluk, alın yazısı, umutsuzluk, karamsarlık gibi hep aynı konuları işleyen melodram ve arabesk filmleri piyasaya sürerek kitleleri mücadeleden uzaklaştırmaya ve uyuşturmaya başlamıştır. Bu filmlerde yoksulluğa, ezilmişliğe ve çaresizliğe önerilen çözüm yolu ise dayanışma ve mücadele yoluyla değil tesadüflerin de yardımıyla kısa sürede şan, şöhret ve servete kavuşmak olarak sunularak kapitalizmin fırsatlar yaratan bir sistem olarak kabullenilmesi sağlanmıştır. Kapitalizmin eşitsiz eğlence araçlarından olan her türlü karanlık ilişkilerin odağı “gazinoyu” ve aslında kendi başına bela olan “kötü adamı” yarattığı görmezden gelinerek, “kötü adamdan” kaçıp “gazinoya” sığınan, elde ettiği güç ve para ile onu alt eden “arabesk kahraman” kendisinin kapitalizmin yeni oyuncağı olduğunu anlamaz bile. Gerçek hayatta da arabesk şarkıcıların, hayatın dikenli ve sarp yollarından geçerek üne ve paraya kavuştuklarının sürekli vurgulanması filmlerdeki hikâyeleri inandırıcı bulmayan kitlelerin yola getirilmesini sağlamak içindir.

Mafya, devletin, hukukun, adaletin, toplumun yetersiz kaldığı yerde ortaya çıkan ve devletin işini gören, ataerkil ve erkek egemenliği üzerine inşa edilen yapılardır. “Salon adamı” görünüşlü müzisyenin yumruk atmayı bilen yani hanım evladı olmadığı ve abisinin karanlık işlerini yürütmekte ona yardım ettiği ortaya çıkar. Ünlü bir “sanatçı” olsa bile yumruklarını konuşturmayı bilmemesi bir erkeğe yakıştırılmaz. Adamın abisinin herkesin bildiği, korktuğu “karanlık” bir adam olması ve gazino-mafya ilişkisinin bu denli açık edilmesine şaşırdığımı, saflık değilse arsızlık sonucu meydana çıktığını düşündüğümü söylemeliyim.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Tekel koşullarında tüm kitle kültürü özdeştir. Dizginleri ellerinde tutanlar bunun varlığını örtbas etme konusunda artık kaygı duymamaktadır; öyle ki varlığı itiraf edilirken ne kadar arsız olunursa gücü o kadar artar. Sinema ve radyo günümüzde kendisini sanatmış gibi göstermek zorunda değildir. Herhangi bir işten başka bir şey olmadıkları hakikatini, bilerek ürettikleri zırvaları meşrulaştıran bir ideoloji olarak kullanırlar.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği) [/box]

Ülkenin uyuşturucu ve kara para ile tanışması, gazino, taverna, gece kulüpleri, pavyonlar, eğlence, kumar, gece hayatı, seks ve uyuşturucu kullanımının özendirilmesi İkinci Paylaşım Savaşı sonrasına rastlamaktadır. Dünyada uyuşturucu kullanımında patlama yaşanmasının etkisiyle kumar, haraç ve kaçakçılıkla gelişen yeraltı dünyası, kara para aklanması ve uyuşturucuya el atarak güçlerine güç katıyordu. Kaçakçılar nakliye şirketi, kumar oynatanlar ve uyuşturucu satıcıları ise gazino işlettiklerini iddia ediyor ve kendilerinin iş adamı olduklarını söylüyorlardı. “Kahraman” olarak nitelenen bu kabadayıların ve mafyanın Yeşilçam’da kendilerine bu denli yer bulabilmelerinin nedeni kültür endüstri ürünleri arasındaki işbirliği ve tekelci sermayenin özgür düşünceye ve onun ürünlerine ilan ettiği savaşın sonucudur. 60’lı ve 70’li yıllarda her filmde gazino sahnesinin bulunması ve eli kanlı, beli tabancalı bir kabadayının hikâyesinin anlatılması bu savaşın boyutunun büyüklüğünü gözler önüne sermektedir.

Kültür endüstrisi kitlelerin kendisine sunulan ürünleri denetleme ve belirleme olanağının bulunmadığı, ticari ve endüstriyel kurumlar tarafından seri olarak üretilen ve dağıtılan kültürdür.  Kürküne zarar vermeden tilki avlamanın en iyi yolu, üzerine kan sürülmüş bir bıçağın, ağzı yukarı gelecek şekilde sapının toprağa gömülmesiyle yapılır. Bir av yöntemi olarak bundan daha acımasız ve alçakça bir “yöntem” duymadığımı söylemeliyim. Özellikle kış aylarında sık kullanılan bu yöntemde, karnı aç ve bitkin hayvan, bıçağın üzerindeki kanı yalarken bir süre sonra dilinin kesildiğini ve yaladığı kanın kendi kanı olduğunu bilmeden iştahla devam eder ve kan kaybından ölünce “postu” zarar verilmeden çıkarılır. Günümüzde yapılan da tam olarak budur. Her insanda bulunan merak duygusunu kışkırtarak, yozlaştırarak, sömürerek ve yabancılaştırarak hareket eden kültür endüstrisi ürünlerinin çekiciliğine kapılan kitleler bıçağın keskin ağzını yalayan tilki misali kendi sonlarını hazırlamakta olduklarının farkına varmazlar bile.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Bu toplum ya futbolla ya da magazinle avunur. Magazin programları Türkiye’nin aynasıdır. İnsanlar magazin programlarını izleyerek kendi gerçeklerinden uzaklaşıyor. Aynı şey futbol için de geçerli. Ülkeyi yönetenler insanları rahatlatamayınca bu iş magazincilere kalıyor.” (Ali Eyüboğlu, Magazin Gazetecileri Derneği Başkan Vekili) [/box]

“Arabesk melodramlar” tanımını kullanan Âlim Şerif Onaran “Türk Sineması” isimli kitabında “Sinema Yoluyla Kitle Kültürüne Hizmet Edenler” başlıklı bir bölüme yer vererek, ticari amaçlarla aile veya salon filmleri, arabesk melodramlar ve sulu güldürüler üretenleri eleştirmiştir. Kültür endüstrisi, gündelik yaşamlarının içersine hapsolmuş canı sıkılan, uyuşmuş ve edilgen hale getirilmiş kitlelerin ihtiyacını televizyon, filmler, televizyon dizileri, yarışma, müzik, eğlence, sporun değil dedikodusunun yapıldığı spor, kadın ve magazin programları, bilgisayar oyunları gibi vasıtalarla karşılarken bıçağın üzerindeki kanı yalayan ve “doyacağını” düşünen kitleleri kendisine bağımlı kılmaktadır. Günümüzde de spor ve magazin programları, toplumsal dayanışmayı azaltan ve bencilliği körükleyen yarışmalar, sömürü düzenini ve tüketim zihniyetini meşrulaştıran reklamlar, zihni gerileten ve yabancılaştıran TV dizileri aynı amaca hizmet etmektedir.

Tıp eğitimi almış, kalbin atmadığını, solunumun durduğunu bilmelerine karşın bir oda dolusu doktorun ölüm raporunu “ya ölmemişse” korkusuyla ancak dört saat bekledikten sonra imzalayabildikleri faşist general Franco’nun kitleleri yönetirken kullandığı üç F”den birisi olan “futbol” zamanla İspanya’da gelişerek dünya futboluna damgasını vurmuşken gündem şike iddiaları, kendi takımını satan iddia şebekeleri, küfür, hakaret, magazinleşmeden kurtulamıyor. Ülke dışına çıktıktan sonra hiçbir başarı gösterememesine karşın dönen paranın dünya ortalamasının hayli üstünde olmasını ise açıklayacak hiçbir mantıklı gerekçe yok. Birçok gerçek taraftarın bilet parasını karşılayacak gücü olmadığı için stadlara gidemeyenler, nerdeyse her maçı ayrı bir kanal yayımladığı ve yüksek üyelik ücretleri istediği için televizyondan da izleyemeyenler için Cuma akşamından Pazartesi akşamına kadar magazin, küfür, seviyesizlik ve maçoluğun futbol sosuna bulandırıldığı ilkel “programlar” her yeri işgal etmektedir.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“(…) futbolda değişmeyen tek şey sahadaki 22 kişi oldu. Bunun dışında futbol, tanınmayacak ölçüde değişti. O zamanlar birçok oyuncu yarı zamanlı oynuyordu. Tam zamanlı olsalar bile aldıkları ücretler buğun olduğu kadar fahiş değildi. Oyuncuların çoğu yerliydi. Şimdi stadyumlar dev gibi kompleksler haline geldi, fiyatlar enflasyondan çok daha hızlı arttı, eğer taraftarların uydu ve dijital televizyon masrafları için yeterli maddi güçleri varsa hafta boyunca her an futbol izleyebiliyorlar, Dünya Kupası’nın nerede yapılacağına futboldan çok siyaset karar veriyor ve holiganlar, ırkçılar, siyasetçiler ve işadamları hep birlikte futbolun yönünü kendini amaçlarına uyacak şekilde değiştirdiler. Bu değişimlerin tümü ortalama futbol izleyicisini etkiledi, ama kimse onlara danışmadı. Kimse pazartesi gecesi başlayacak bir maçın onlar için bir sorun olabileceğini düşünmedi, kimse onların yılda üç yeni forma almak zorunda kalmak hakkında ne düşündüğünü sormadı, kimse Dünya Kupası’nın tutku için değil, para için ev sahipliği yapacak uzak bir ülkede düzenlenmesi nedeniyle izlemekten mahrum kalmayı önemseyip önemsemediklerini sormadı.” (Craig Mcgill, Futbolun Karhanesi) [/box]

Egemen sınıfların, “vatanın menfaatlerinden üstün tuttukları çıkarları” doğrultusunda ülkenin küresel kapitalizme eklemlenme sürecinde başta medya olmak üzere kitle kültürünün ideolojik koşullandırmasına maruz kalan kitleler kadife eldivenin içerisindeki yumruğu fark etmemesi için büyük bir hızla siyaset dışına itilmişler, toplumun her alanında kuralsızlık ve arsızlığın egemen kılınması ve her şeyi kadere bırakmayı aşılayan “arabesk” kültürünün yaygınlaştırılması sürecinde kendileri hakkında karar vermekten mahrum bırakılarak bir kutuya kâğıt parçası atmak suretiyle “siyasetin” içerisinde olduklarına inandırılmışlardır.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Peki ya, Durducan Nevruz? Tanımıyorsunuz değil mi? Tanımazsınız…Çünkü onu, diğerleri gibi manşet yapmıyorlar; naklen vermiyorlar. Hâlbuki Türkiye’nin hem “milli” hem de “olimpiyat şampiyonu” sporcusu Durducan 15 yaşında. Down sendromlu. 100 metre sırtüstünde Olimpiyat Şampiyonu oldu. Ay yıldızlı formasının göğsüne taktı, altın madalyasını. İstiklal Marşımızı dinletti. Duymadınız… Bowling takımımız da, 191 puanla Olimpiyat Şampiyonu oldu. Bu puan, Özel Olimpiyat Tarihi’nin rekoru! Yine yüzmede, Fatih Türkmen ve İsmail Cem Alev, gümüş madalya aldı, Özlem Turanlı, bronz… Basketbol milli takımımız, Japonya’yı devirdi, çeyrek finale çıktı, rakibimiz İspanya… Voleybol milli takımımız, Çin’i eze eze yendi; Jamaika ile Yunanistan’ı rezil etti; hep 2-0… Sırada Rusya ve Finlandiya var. En genç millimiz, 10 yaşında. Gökay Aydemir… Jimnastikçi. Kafilenin adeta maskotu. Herkes ona sarılmak istiyor, herkes onun yanağından makas almak istiyor, herkes onu öpmek istiyor.” (Yılmaz Özdil, 7 Ekim 2007) [/box]

Kendi geleceğine sahip çıkmanın siyaset sayıldığı ve siyasetin kötülenerek kitlelerden uzaklaştırıldığı, magazin, futbol, müzik, sinema, televizyon devreye sokularak özel yaşam öne çıkarılmaya, herkesin “değişik” olması gerektiği fikri körüklenmeye başlanarak ekranlar önünde özel hayatların, sırların, dostlukların ve ilişkilerin “reyting” uğruna feda edildiği bir döneme gelinmiş oldu. Ekranlarda gösterilen parlak ışıklar altındaki süslü hayat kitleleri hayal dünyasına götürürken kendi geleceği hakkında karar vermekten uzaklaştırmış hatta bunu önemsizleştirmiş, özel hayat, magazin, dedikodu, ayrılıklar, sevişmeler ve aldatmalar ülke gündeminden, açlıktan, sömürüden daha önemli bir hale getirilmiştir. İsmini vermeyeceğim ancak kendi içinde St.Pauli gibi oysa dışarıdan Lourdes zannedilen, ikiyüzlü bir hayat süren bir şehirde, yine ismini vermeyeceğim uzun soluklu bir televizyon dizisinin yayımlandığı saatlerde sokakların bomboş hale büründüğünü görünce, kültür endüstrisinin başarısına şapka çıkarmamanın pek mümkün olmadığı ortaya çıkıyor.

Aşklarından dolayı içi içine sığmayan sevgililer genellikle ergenlikte yapıldığı gibi kapı zillerine basıp kaçmak, çöp tenekelerini tekmelemek ve gecenin bir yarısı gürültü yapmak gibi “çocuksu” hareketleriyle başkalarının huzurunu bozmaktan polis tarafından yakalanarak karakola götürülürler. Komiser “sanıkların alkollü değilse de sarhoş oldukları, aşk sarhoşu oldukları anlaşılmıştır” der ancak onları yine de nezarethaneye atar. Sevgililer kadın ve erkek koğuşundakilere adamın son bestesini söyleterek aşklarını ilan ederler ve gündoğumuyla serbest bırakılırlar.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Eğlenmek her zaman bir şey düşünmemek, gösterildiği yerde bile acıyı unutmak demektir. Bunun temelinde yatan acizliktir. Gerçekten de bu bir kaçıştır, ama eğlenmenin iddia ettiği gibi fena gerçeklikten değil, onun insana bıraktığı son direniş düşüncesinden kaçıştır. Eğlenmenin vaat ettiği özgürleşme, olumsuzlama olarak düşünmeden özgürleşmedir.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği) [/box]

Yürürlerken bir kazaya tanık olurlar. Kolu kopmuş bir adamı gören kadın, korkuyla kaçmaya başlar. Adamın niçin “öyle davrandığı” sorusuna küçükken babasının kolunun koptuğunu, böylece sefaletin kapılarını çaldığını, çocukluğunu yaşayamadığını, bu yüzden sakatlıktan çok korktuğunu, sakatlardan nefret ettiğini hatta tiksindiğini söyleyerek cevap verir. Böylece sakatlık, hastalık gibi durumların yoksulluğa neden olduğu ve yoksulluğun tiksinilmesi gereken bir olgu olduğu zihinlere kazınır.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Bazılarının dediğine göre, Brecht herkesin birbirine benzer şekilde düşünmesini istiyormuş. Herkesin birbirine benzer şekilde düşünmesini ben de istiyorum. Ama Brecht bunun komünizm yoluyla gerçeklemesini istiyor ve Rusya bunu devlet gücüyle yapmaya çalışıyordu. Oysa burada herhangi bir devlet baskısı falan olmadan kendi başına gerçekleşiyor. Herkes belli bir zorlama falan olmadan benzer düşünebiliyorsa, neden komünist olmak gereksin ki? Herkes birbirine benziyor, herkes benzer şekilde davranıyor ve gün geçtikçe artan bir hızla bu yolda ilerliyoruz. (Andy Warhol) [/box]

Hemen nişanlanırlar ancak kimseyi haberdar etmezler. Adam İspanya’ya gitmek üzere yeniden havaalanına gider. İki uçak seferi arasında gezmiş, dolaşmış, birbirlerine âşık olmuş ve nişanlanmışlardır ancak hala birbirlerinin isimlerini bilmemektedirler. Adam uçağa biner, “beni bekle” der ve uçak havalanır. Havaalanındaki kapı görevlisi adam, kızı görünce hatırlar ve “nişanlandınız mı” diye sorar ve utanmadan ekler “ya öteki”. Kızın “kardeşimdi” sözleri seyircide bir rahatlama sağlarken, filmin ortaya koyduğu bu alçakça ve ikiyüzlü tavrı anlatmaya kelimeler yetmez. Kızın, nişanlımdı, sevgilimdi veya eşimdi demesi beklenemeyeceğine göre nişanlı, sevgili veya eş izlenimi verecek bir erkek kardeşe niçin ihtiyaç duyulmuştur acaba? Bu erkek kardeş, seyircide ve adamda bir anlık kıskançlık duygusu oluşturmak için filme dâhil edilmiş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Ciddi senaryolara gelişigüzel karakterler eklenip çıkarılması kolaylıkla olmayacağına göre uyduruk senaryolarda “tesadüfler” imdada yetişiyor.

İspanya’ya varan adam oteline giderken bir kaza geçirir ve kolu kopar. Adam kolunun kopmasından çok nişanlısının “sakatlardan tiksiniyorum” sözlerini aklından çıkaramadığından dolayı acı çekmektedir. Dönüş uçağını havaalanında bekleyen kadın, adam uçaktan inmeyince başına bir iş geldiğini anlar. Kızın annesi “unut onu” der. “bir işe gir, yarın başka birini sevebilirsin.” Kız bir gazinoda işe başlar. İşe başladığı gazino, tesadüfe bakın, adamın abisinindir. Gazino sahibi şarkı söylerken gördüğü kıza âşık olur ve bin bir ısrar ile kızı etkilemeyi başarır.

Ekrem Bora, Murat Soydan, Fatma Girik, İzzet Günay, Nebahat Çehre, Ayhan Işık, Neriman Köksal, Sadri Alışık, Öztürk Serengil gibi birçok oyuncunun gazino programı yaptığı dönemlerde müzikli-eğlenceli filmlerin itibar görmesi kültür endüstrisinin gücünü açık ve seçik bir biçimde göstermektedir. “Ankara Ekspresi”, “Hayat mı Bu” ve “Zulüm” gibi festivallerde “en iyi” olarak ödüllendirilen filmler başta olmak üzere o dönem çekilen filmlerin çoğunluğunda iyi bir müzik yapmanın, iyi bir şarkıcı veya besteci olmanın tek yolunun gazinolardan geçtiğin ima edilmesi tesadüf değildir. DPT’nin 1992’de yayımlanan raporunda Türk toplumunun yalnızca binde üçünün gazino gibi gece eğlence mekânlarına gittiği ve küçük bir azınlığın eğlencesi olduğu tespit edilmesine karşın 60’lı ve 70’li yıllarda içinde gazino sahnesi bulunmayan Yeşilçam filmi çekilmediği dikkate alındığında, ürettiği her on filmden dokuzunun çöp olduğu bu endüstrinin kimlerin hizmetinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür endüstrisi ürünlerine karşı çıkmak için “komünist olmak” gerekmese de aşağıdaki şu sözler yaşanan yozlaşmanın büyüklüğünü göstermeye yetecektir.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Bırakın Doğu’yu, varsayalım, Ankara’nın varoşlarında yaşayan, altı çocuğu olan ve akşam evine ekmek götüremeyen birisiniz. Akşam televizyonunuzu açtığınızda Televole programlarında 60 kişinin nasıl yaşadığını görüyorsunuz. Siz olsanız ne düşünürsünüz? Ben bu durumda olsam, belki de komünist olurdum.” (Şenkal Atasagun, eski MIT Müsteşarı) [/box]

İyileştikten sonra İspanya’dan dönen adam sakatlığını ailesinden gizlemeye çalışır. Abisi kızın resimlerinden birini göstererek “müstakbel yengen” diye takdim etmesi karşısında tanıdığını belli etmez ve acısını içine atar. Abisi işler olmuş bitmiş gibi konuşsa da “sevdiğim ve beklediğim birisi varken, insanları aldatamam” diyen kız evlenme teklifini henüz kabul etmemiştir. Kaba kuvvetine güvenen adam söz dinlemez, kapıya dayanır ve “gerekirse zorla alacağım seni” der. Ağlamaya başlayan kızın sevdiği adamın resmini göstererek “bana yardım et Kerim abi” demesi karşısında yumuşayan adam kardeşini tanır ancak belli etmez. Böylece seyirci için “ağlayacak” ve arınmasını sağlayacak ucuz sahneler birikmeye başlar.

Kızın artık kendisini sevmeyeceği, abisiyle evlenirse mutlu olacağını düşünen kolu kopuk adam abisiyle kızın evlenmeleri için evi terk etmeyi planlar. Kardeşinin amacını anlayan abisi ise kızı kolundan tutarak eve getirir. Uzun zamandır görmediği ve beklediği, sevdiği adama sarılmak yerine gözlerinin, ailesinin buna zamandır fark etmediği “kopuk” kola odaklanması ve korkuyla kaçması ucuz numaralardan birisidir. Ancak hemen yaptığından pişman olup seni seviyorum, acıdığım için değil sevdiğim için peşinden geliyorum dese de adam kızın sakatlardan tiksindiğini bildiği için gerçek duygularını sakladığını düşünür. Kadın kendisini nasıl affettireceğini ve sevgisini nasıl ispatlayacağını düşünürken bahçedeki balta gözüne takılır. Balta ile kolunu keser ve “artık ikimiz de sakatız, seni seviyorum” der.

Bir arabesk filmde oğluna flüt alamadığı için kendine kahreden bir adam vardı. Bir meyhanede otururken görülen adamın önündeki içki ve mezeler göze çarpıyordu. Birden kendinden geçen bu adam masaya yumruğunu vurarak “ben oğluma neden flüt alamıyorum” diye isyan etmeye başlıyor ve kitleleri ağlatıyordu. Aristo “Poetika” isimli eserinde dramatik yapının amacını, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemek olarak açıklar ve bu arınmaya “katharsis” adını verir. Aristo’ya göre katharsis insan ruhuna zararlı duyguları uyardıktan sonra onları boşaltmakla insan ruhunu dinginliğe kavuşturan, insana acı veren duygulardan onu kurtararak rahatlamasına yol açan bir durumdur. İçkiye vereceği parayla belki on tane flüt alabilecekken emeğini sömürenlere değil, meçhul bir “kadere” isyan eden, içe dönük, geriletici, yozlaştırıcı ve tembelliği öğütleyen bu filmler insan ruhunu kurtarmak yerine daha da zarar veren hastalıklı bir “katharsis”e yol açmışlardır. Bu filmlerde insanlığın hangi derdine derman olmak, hangi acısını dindirmek istemiştir acaba? Sanat insanın insanileşmesine katkıda bulunmuyorsa çöptür, değersizdir ve aşağıdır. Hele zihinleri geriletici ise utanç verici bir propagandadır. Böyle bir film hangi düşüncenin eseridir ve nasıl olur da “en iyi film” olarak ödüllendirilir, anlamakta hayli zorlandığımı söylemeliyim.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Kültür endüstrisi bir ideoloji üretir. İdeoloji sayesinde bireylerde var olan eleştirel bilinç kısa sürede yerini uyuma bırakır.” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği) [/box]

Kültür endüstrisi ürünleri gündelik yaşamı beyaz perdede, dergilerde, televizyonlarda aynen tekrarlayarak, sürdürülmesini kolaylaştırmakta ve yerine başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkamaktadır. Yaratıcılık için hiçbir alan bırakmayan ve mevcut düzenin tek olduğunu söyleyerek sömürüyü gizlemek için hareket eden sermayenin hizmetindeki kültür endüstrisi türüne, dünyaya ve doğaya yabancılaşmış, ideallere göre değil “kurallara uyarak” yaşaması istenen ve bilinçlenmesinden korkulan kitleleri kontrol etmek için “gerici” bir dünya oluşturmaya yarar. Kitleler filmlerin, dergilerin, kitapların, maçların beğenilerine sunulan yapımlar olduğunu düşünse de egemen sınıfın ürettiği değerleri yaydığını anlayamazlar.

Yoz, kaderci, insanileşme hedefi gütmeyen ve tipik bir kitle kültürü ürünü olan melodram ve onun uzantısı arabesk sömürüye karşı çıkmamış, sabretmekle rıza göstermeyi birbirine karıştırarak hak arama düşüncesini ve mücadele azmini yok etmiştir. Bir güdüp-yönetme aracı olarak geleneğin icadının en aşağılık şeklinden ibaret arabesk, halkın tanıdığı ezgiler ve türkülere dayandırılarak kadınların, işçilerin, sömürülenlerin, çocuk yaşta fabrikalara ve atölyelere hapsedilenlerin boyun eğdirilmesinin en büyük silahı haline getirilmiştir. Arabesk müzik ve filmlerle kitleler sabretmeye çağrılarak, sıranın bir gün kendilerine geleceği ve kaderin elbet kendilerine güleceği masalıyla oyalamaya ve kandırılmaya başlanmıştır. Sermaye düzeni emekçinin okumasını, öğrenmesini, eleştirmesini, sorgulamasını ve hakkını aramasını teşvik etmeyeceğine göre “tak bir kaset, eğlensinler” demeyi tercih edecektir. Kitle iletişim araçlarının korkunç propagandasına maruz kalan insanlar, fikir ve idealden yoksun bu ürünler maruz kalırken bir yandan da bu ürünleri “talep ettikleri ve istedikleri” öne sürülerek aşağılanmaktadırlar. Oysa gerçekler hiç de öyle değildir.

[box type=”note” align=”aligncenter” class=”” width=””]

“Bana işlerin bu duruma gelmesinden seyircinin sorumlu olduğunu söylemeye kalkmayın sakın; o kurbandır. Sinema, halkın afyonu olmaktan öteye gidemezdi çünkü basın, radyo, televizyon, reklam gibi “sanat” da halkı sistemli aptallaştırma araçlarından biri olmak zorundaydı. Seyirci, sabırlı ve etkili bir şekilde eğitilmiştir.” (Adonis Kyrou) [/box]

Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Max (2002)

Yeteneğin, zekânın ve kaderin sorgulandığı bir yapım Max. Seyredilmeye değer.
blank

Ateş ve Buz Karşı Karşıya: Borg McEnroe (2017)

Borg McEnroe; oto kontrol, öfke denetimi, stres ve anlık kriz