Yaz aylarında vizyon takvimi yavaşlamışken gelen Avrupa korkularına alışığız. Zwart Water / Dehşetin Gözleri de bu filmlerden biri… Dünya sinemasından gelen bu örneklere, ilgiye değer oldukları sürece bir itirazım yok elbette, hatta bu durumu sevinçle karşıladığımı bile söyleyebilirim.
“Hollanda’nın peyniri mi meşhur yoksa korku filmleri mi?” diye sordurtmasa bile eli yüzü düzgün bir seyirlik olan Dehşetin Gözleri, bu tür hayalet hikayelerinde alışık olduğumuz üzere yaylı nefesli tınılarla desteklenen sakin, soğuk mavi /gri bir renk tonlamasına sahip olarak açılıyor. Karşımızda Hollandalı bir çekirdek aile var. Baba Paul olan bitenin farkında olmadan ailesine sahip çıkmaya çalışan düzgün bir adam ama anne Christine’nin bir sırrı var. Evin çocuğu Lisa başından beri annesinde tuhaf bir şeylerin olduğunun farkında ama bir şey de konduramıyor. Derken Christine’nin annesi ölüyor ve sahip olduğu metruk konak bizimkilere kalıyor. Lisa sağda solda oynarken oluşan doğaüstü fenomenler sırasında kendisinin Christine’nin ölü ikizi olduğunu söyleyen bir hayaletle iletişime geçiyor ve olaylar bu noktadan itibaren kopuyor.
Konu güzel hatta imrendirici… Anneden kalan konağı görünce ne demek istediğimi anlarsınız. Türk insanına en fazla dedesinden tarla kaldığı ve onu almak içinde yıllarca avukatların peşinde süründüğü için bu lanetli miras vaziyetleri Avrupa sinemasının karanlık tonlarına çok yakışıyor. Fakat miras kalan evde büyüyen / gizlenen lanet üzerine izlediğimiz yüzlerce filmden sonra bu türde verilen bir örneğin etkileyicilik kazanmak için çok güçlü bir hikayeye ve şok edici bir finale sahip olması gerek. Peki ama bu ne kadar mümkün?
Açık konuşayım; Dehşetin Gözleri’nde görmediğiniz yeni bir şey yok. Korkutucu bakımsız bir konak, gıcırdayan kapılar, kendi kendine hareket eden eşyalar, karanlık bir geçmişin beslediği ve öfkelendirdiği hayaletler… En iyi örneğini 1980 yılında Peter Medak’ın çektiği The Changeling ile vermiş olan ve üzerine artık yeni bir şey katılamayacak kadar dolmuş bir alan “Perili Ev” filmleri… “Madem ki bu kadar klişe bir hikayeye bulaşıyorum bari olabildiğince düzgün çekeyim” diyen Elbert Van Strien tüm çabasını ürkütücü bir atmosfer oluşturmaya ve bunu etkiyi gerçekten arttıran güçlü bir müzik çalışmasıyla desteklemeyi deniyor. Guillermo del Toro’nun çektikleri ve yapımcı olarak destekledikleriyle yükselen yeni İspanyol korku sinemasının duygusal yapısını taklit ediyor gibi görünse de, yönetmenin en azından ürkütücü bir atmosferi ve tedirginlik duygusunu sağlamayı başardığını söylemek mümkün.
Dehşetin Gözleri aslında tam da yağmurlu bir günde, perdeleri çekip battaniye altına girerek seyredilecek filmlerden biri… İflah olmaz korku filmi hayranlarının seveceği, diğer izleyicilerin de en azından sıkılmayacağı türden bir film ama Transformers 3’ün karşısında işi zor. Bir tür vizyon dolgusu olarak ülkemizde gösterim şansı bulsa da ilgiye değer bir film olduğunu düşünüyorum.
Yazıyı bitirmeden filmin Türkçe ismine epey takıldığımı belirtmek isterim. En az üç tanesi 80’ler video furyasında olmak üzere, adı “Dehşetin Gözleri” olan kaç tane film izlediğimi inanın hatırlamıyorum. İsimlendirmede bu kadar kolaya kaçmak artık sevimsiz olmaya başladı.
Beyazperde sitesi için yaptığım eleştiridir: http://www.beyazperde.com/filmler/film-183961/elestiriler-beyazperde/
Filmi piyasaya sürenler neden afili isimler uydurmaya çalışırlar? Filmin senaryosunu yazan sanatçı zaten isim koyarken bir düşünmüştür. Adam/kadın filme “Zwart Water” (Kara Su) demiş. Bence saygısızlık bu.