Normal bir başlangıçla değil, patlamayla açılış yapılıyor. İlk başta bu sahne var. Sinema tarihindeki en iyi açılış sahnelerinden, aynı zamanda Orson Welles’in ikonik sahnesi. Touch of Evil (1958) hakkında konuşulduğunda hakkında bahsedilen sahne bu. Robert Altman’ın The Player (1992) filminde, bu uzun çekimden ilham alınıyor. Filmlerdeki en uzun tek çekim değil, hatta bu filmdeki en uzun tek çekim de değil, ama hepimizin hatırladığı Welles’in hayal kırıklığı:
“Touch of Evil’ın açılış sahnesiyle övgüler aldım, çünkü yönetmenin ‘en iyi çekimi’ olarak bahsediliyor ve sanırım bu mükemmel çekimler biraz kendilerini gizlemeli. Ama doğası gereği de gösterilmeli, böylece hikaye anlatılır. Yaratıcının kendisini ortaya çıkaramama gibi bir şey söz konusu değil. Ama kendilerini gizlemelerini tercih ederim. ”
Belki de Touch of Evil’daki diğer sahneden bahsediyor? Motel odasındaki klostrofobi etkisi yaratan o boğucu sahne, meşhur açılış sahnesinin teknik detaylarından yararlanıyor.
“Tek korkutucu durum seyircinin olayın farkında olması değil mi? Her neyse, yönetmen olarak başarısız olduğunu görüyorlar.”
Welles geçen yılki Birdman’de ne yapardı? Ya da ondan önceki Gravity’de? Oscar gösterişli teknolojiyi sever, ama bu zamanda çalışıyor olsaydı Welles’in kamerası Panic Room’daki (2002) gibi kayma şeklinde mi olurdu?
“Hayranı olduğum yönetmenler teknolojiyi en az kullananla ve her konuda özgür olmakla suçlandım. Başka bir deyişle beğendiğim filmler, yapmakla suçlandığım filmler oldu.”
Tabii ki bu marifetli tek çekim sahneler Welles ile başlamadı ve Birdman’le de bitmeyecek. Gümüş Ayı kazanan Sebastian Schipper’ın 134 dakikalık tek çekim Victoria filmi, Welles’in fikrini ortaya koyuyor, “Avrupa’da bu tür çekimleri asla yapamazsın, bunun için bir operatör tutarsın, Amerikalılar gibi işi kavrayamazsın.”
Young and Innocent (1937)
Yönetmen: Alfred Hitchcock
Sinematografi: Bernard Knowles
Hitchcock’a gelindiğinde ve Rope (1948) orada dururken muhteşem vinç çekimine sahip Young and Innocent’i görmemezlikten gelmek utanç verici olur. Katilin o partide olduğunu ve tiki sayesinde fark edeceğimizi biliyoruz. Hitchcock’un kamerası lobiden hareket edip yakındaki balo salonuna ilerler, dans eden insanların üzerinden geçip orkestranın arasına dalar, yakın çekimle yüzü siyaha boyalı davulcuya ilerler ve gözlerini kırpıştırmaya başlar.
Bu numarayı Notorious (1946) ile devam ettirir, kamera yukarıdan hareketle insanlarla dolu odada Ingrid Bergman’ın elindeki anahtara odaklanır. Hitchcock’un Truffaut’ya söylediği gibi: “Hareket eden kamera bir şey ifade eder. Ne derler, evde büyük bir resepsiyon var ama kimse olayın farkında değil ve işin anahtarı küçük bir detayda saklı.”
Le Plaisir (1952)
Yönetmen: Max Ophüls
Sinematografi: Philippe Agostini ve Christian Matras
Guy de Maupassant’ın üçlü hikaye uyarlamasındaki ikinci bölümün başlangıcında, Normandy’deki genelevin dışında uzun vinç çekimi değer katar. Ama başlangıç hikayesi sinema tarihinin en iyi çekimini içerir: partide dönen bir yaratık insan olarak dans eder, taktığı maske de kendisini saklar. Ophüls’un “Yaşam bir harekettir.” Sözüne verilecek en iyi örnektir.
I Am Cuba (1964)
Yönetmen: Mikhail Kalatozov
Sinematografi: Sergei Urusevsky
Propaganda sinefillerin en heyecanlı hayalidir, Mikhail Kalatozov’un görsel mucizelerini yerleştirdiği I Am Cuba’da tek sahne seçmek oldukça zor. Kamera, çatıdaki güvercin aşağıya doğru uçmadan önce, havuzda yüzen bikinili kızla birlikte kamera suyun içine girer. Daha şaşırtıcı olansa cenaze töreninin tek çekim yapılmasıdır. Kamera yerden binaya doğru yükselir, sigara saran yaşlı adamı geçer, eski Küba bayrağını itip kalabalığı gösterir. Güzelliğin ve merakın benzersiz çekimidir.
Week End (1967)
Yönetmen: Jean-Luc Godard
Sinematografi: Raoul Coutard
Godard’ın en meşhur sahnelerinden biri, 8 dakikalık uzun çekim Paris’in dışında sıkışık trafikteki hamile kadın, yönetmenin sembolizmin ve kara mizahini sergiler. Godard’ın bakışı, geçmiş kapitalizmin simgeleri ve batı medeniyeti arasında dolaşır, Fransız toplumu küçük bir evrende ve bozulmuştur.
The Red and the White (1967)
Yönetmen: Miklós Jancsó
Sinematografi: Tamás Somló
The Red and the White’ın açılış sahnesinde, kötü bir şeylerin olacağının haberi verilir. Miklós Jancsó’nun ayrıntılı tarzı, karışık yerleştirilmiş çekimi, October Revolution’ın 50. yılı için yaptığı filmle örneklendirilir. Jancsó’nun kamerasının sinsice dolaşması, binlerce kişinin öldürülmesine ruhsuz kalır, ilk silah sesini duyduğumuzda acımasız bir sarsıntı hissederiz.
The Passenger (1975)
Yönetmen: Michelangelo Antonioni
Sinematografi: Luciano Tovoli
The Passenger’da Jack Nicholson’ın sesini sinemasında dinlemek oldukça heyecan verici, otel odasının penceresindeki parmaklıklar arasından kamerayı yeniden konumlandırıp hareket ettirmek neredeyse imkansız.“Pencereye dikkat edin, ne görüyorsunuz?” diye mırıldanır, “Boğa güreşçisi sokağın karşısında. Bir kız terk ediyor. Yaşlı bir adam omzunu kaşıyor, bir çocuk taş atıyor. Tek çekim. Sanırım bunu suçu olduğunu biliyoruz. Bu bir silah sesi miydi? Hala tek çekim. Kız ambulansın sesini işitir. Hala tek çekim. Polis olay yerine gelir. Tek çekim. Kamera nasıl pencerenin içinden geçti? Hala tek çekim. Şimdi otele geri dönüyoruz. Hala tek çekim…”
The Hunters (1977)
Yönetmen: Theo Angelopoulos
Sinematografi: Giorgos Arvanitis
Theo Angelopoulos çekimleriyle sinemayı en iyi anlatan yönetmenlerden biri ve tüm filmleri başyapıt olacak türden. The Travelling Players (1975) sonrasında çekimlen ve en az bilinen filmi The Hunters 1949 ve 1976 arasında birçok zaman diliminde geçer ve zamansal çekim kesme olmadan geçişleri yapar, 1949’dan 1963’e kadar bir adam sahilden şehre doğru yürür. Angelopoulos, bu uzun çekimi hakkında şunları söylemiştir: “Bariz bir şekilde her sahne yaşayan ve kendi halinde nefes alıp veriyor. Engelleme kabul etmeyen bir süreç, doğal açılış ve kapanış.”
The Sacrifice (1986)
Yönetmen: Andrei Tarkovsky
Sinematografi: Sven Nykvist
Tarkovsky’nin son filminin, son sahnelerinde yönetmenin sentezi tamamlanır, hüzünlü bir şekilde yönetmenin kötüye giden sağlığının bilgisini verir. Çekim tamamlandığında sette gözyaşları döküldü, Tarkovsky son kez sinematograf Sven Nykvist ile çalıştı. Yanan evin 6 dakikalık sahnesi, yönetmenin tüm işlerinde olduğu gibi çarpıcı, çekim oldukça şiirsel ve basit olarak etkili, Chris Marker “metafizikten daha önemli ahlaki bir sorun” diye tarif eder.
GoodFellas (1990)
Yönetmen: Martin Scorsese
Sinematografi: Michael Ballhaus
Scorsese, GoodFellas’daki Ray Liotta’nın Lorraine Bracco ile Copacabana kulübüne girdikleri ikonik sahne hakkında “Böyle şeyleri yapmayı seviyorum,” diye söze başlar, “Max Ophüls ve Renoir ya da Mizoguchi gibi tek çekimde yapılan işlere hayran oluyorum, Eisenstein ya da Hitchcock’un kurgusuna da ki bunu daha çok seviyorum. Ama tüm olayları tek çekimde yapmak için bir neden vardı.”
Sinatra gibi zengin ve düzgün ve tüm alkışlar steadicam operatörü Larry McConkey’e gidiyor. “Hepsi tek çekimde olmalıydı, çünkü bu onun baştan çıkarması ve aynı zamanda kendi yaşamının onu etkilemesidir.” der Scorsese.
The Player (1992)
Yönetmen: Robert Altman
Sinematografi: Jean Lépine
“Şimdiki filmler MTV için yapılıyor gibi: Kes, kes, kes. Welles’in Touch of Evil’ın açılış sahnesi tam altı buçuk dakika sürüyor. Tamam, 3 ya da 4 dakika. Tüm sahneyi tek bir çekimle hallediyor.” Altman’ın filminde filmlerin açılışı uzun olmalı, Welles’den yardım alıp hikayeyi ve karakterleri hareket halinde bırakmalıdır. Sahne içinde sahnelerle olaylar çözülmeli, kompozisyonun tarzı şaşırtıcı ustalıkla tek çekimde olmalıdır.
Strange Days (1995)
Yönetmen: Kathryn Bigelow
Sinematografi: Matthew F. Leonetti
Kathryn Bigelow’un Strange Days filminin açılışı 3 dakika uzunluğunda bir soygunun nasıl kötü sonuçlandığını gösterir. Macguffin ve görsel medya tüketiminde izleyicinin suç ortaklığının, filmin temasındaki ana hatlarındaki marifetli anlatımıyla film sürecindeki gibi etik karmaşıklarla dolu farklı bir cinayet sahnesi barındırır. Seyirci muhtemelen 80’lerdeki De Palma filmleri gibi tuzağa düşer. Büyük ihtimalle hayranı ve haklı da.
Snake Eyes (1998)
Yönetmen: Brian De Palma
Sinematografi: Stephen H. Burum
Kendisi hakkında konuşmuşken, Brian De Palma gibi sinema tarzını ustaca kanıtlayan sadece birkaç yönetmen var. Hiçbir zaman gösterişli tekniklerden çekinmedi, başrolde Nicolas Cage’ın olduğu ve başarısıyla hak ettiği değeri görmeyen filmi Snake Eyes’ın açılışında, Vegas tarzı kavgaya yer verir ve 8 yıl önceki Bonfire of the Vanities uyarlamasında ayrıntılı steadicamlerle benzerlik gösterir. 13 dakikalık kesintisiz bir çekim.
Flowers of Shanghai (1998)
Yönetmen: Hou Hsiao-Hsien
Sinematografi: Pin Bing Lee
2003 yapımı filmi Café Lumière, Yasujiro Ozu’nun biçimsel tarzını yansıtırken, Flowers of Shanghai daha çok “tek sahne, tek çekim”e uyar. Sahnede kullanılan karartmalar daha çok nefes alıp verme hissini verir. 8 dakikalık açılış sahnesi 19. Yüzyıldaki mumlu, altın renkli bir genelevdeki içki oyununda ileri geri gider. Sahnenin baştan çıkarıcı bir görselliği var, Hou’nun kamerası eşsiz incelikteki melankoliği açığa çıkarır.
Russian Ark (2002)
Yönetmen: Alexander Sokurov
Sinematografi: Tilman Büttner
Sokurav’un 99 dakikalık Ermitaj Müzesi’nde geçen tek çekim macerası titizlikle ve zeki bir çalışmayla Peter Greenaway’in 3x3D (2013) kısaltılmış denemesiyle benzerlikler barındırır. Film işleyişi iki anlamda: müze ve hazinesi tabii ki, ama ayrıca Sokurov’un karesinin içeriği ve sınırları. Çok yorucu bir kovalamaca ve tüm sahneyi dört kerede çeken steadicam operatörü/DP Tilman Büttner düşüncelerini kendisine saklar.
Breaking News (2004)
Yönetmen: Johnnie To
Sinematografi: Cheng Siu-keung
Johnnie To bir çatışmayı yönetmeye yabancı değil, ama Breaking News’ın 7 dakikalı, tek çekim açılış sahnesindeki sokak kavgası farklı türde. Binaları geçerek ve sıradan yollardan ilerlerken, To’nun kamerası kurşunlar havada uçmadan evvel karakterleri göstererek, mekansal farkındalık yaratır. Yerden yükselen vinçli çekimle makineler ateşlenerek üst katlara ulaşır ve nihayet büyük bir patlamayla kesme olur. Saf adrenalin, saf başarı.
The Protector (2005)
Yönetmen: Prachya Pinkaew
Sinematografi: Nattawut Kittikhun
Aksiyon sahnelerini ayrı çekimlerde tercih ediyorsanız, Prachya Pinkaew’ın The Protector’daki sahneyle bozguna uğrarsınız. Tony Jaa filini geri ister. Kimin aldığını bilmez ve herkesle kavgaya tutuşur. Tüm Tayland gibi. 4 dakikalık nefes kesen çeviklikte ve görsellikte Jaa, otelin üst katından yere inene kadar dövüşür, Muay Thai hareketleriyle tahrip eder. Sahnenin çekimi bir ayı bulmuştur ve Jaa’yı ter içinde bırakarak ellinci çekimde nihai sonuca varılmıştır.
Çeviri: İrem Naz Güvel
Kaynak: bfi.org.uk
Keşke bu yazıda bahsedilen filmlerden fotograf yerine o uzun planlarin görüntüsü olsaydı. Video sitelerinde eminim bu plan sekanslar vardır.
Evet yaa, keşke o uzun planların videosu olsaydı ve keşke her sayfaya girişimizde yazıyı hazırlayanlar evimize kadar gelip play tuşuna bassaydı da hiç yorulmasaydık, hiç uğraşmasaydık, hiç arayıp araştırmasaydık. Hayat o zaman çok daha güzel olurdu sanki. Neyse napalım, şimdilik bu kadarıyla idare etmek zorundayız. :/
gözlerim gloria’yı aradı.