Vizyoner sinemacı Lana Wachowski sinemada bir türün yeniden tanımlanmasını sağlayarak çığır açan serinin uzun zamandır beklenen yeni bölümü The Matrix Resurrections ile bir kez daha sinemaseverlerin karşısında. Yeni film, ilk filmlerin yıldızları Keanu Reeves ve Carrie-Anne Moss’u ün kazandırdıkları, ikonik Neo ve Trinity rollerinde yeniden bir araya getiriyor.
The Matrix Resurrections ile çifte gerçeklik dünyasına geri dönün! Biri günlük yaşam, diğeri onun ardında yatan. Filmde, Bay Anderson gerçekliğinin fiziksel mi yoksa zihinsel bir kurgu mu olduğunu anlamak ve kendini gerçekten tanımak için bir kez daha beyaz tavşanı izlemeyi seçmek zorunda kalacaktır. Ve eğer Thomas’ın…Neo’nun… öğrendiği tek bir şey varsa, o da Matrix bir illüzyon olsa bile ondan çıkmanın veya ona girmenin tek yolunun bu seçim olduğudur. Elbette Neo zaten ne yapması gerektiğini bilmektedir. Ancak henüz bilmediği şey, Matrix’in her zamankinden daha güçlü, daha güvenli ve daha tehlikeli olduğudur. Deja vu.
Reeves, bir zamanlar insanlığın kurtarıcısı olmak için Matrix’ten kurtarılan ve hangi yoldan gideceğini seçmek zorunda kalacak olan Thomas Anderson/Neo ikili rolünü yeniden üstleniyor.
Moss ise ikonik savaşçı Trinity’yi canlandırıyor… yoksa o, banliyöde yaşayan, süper güçlü motosikletlere meraklı bir eş ve üç çocuk annesi Tiffany mi?
Yahya Abdul-Mateen II, her zaman olduğu gibi, bir yandan Neo’ya rehberlik ederken, bir yandan da benzersiz bir kendini keşfetme yolculuğunda kişisel büyük amacını yerine getiren bilge ve dünyevi Morpheus’u oynuyor.
Jessica Henwick, insanlık için kendini feda eden ve idolleştirdiği efsaneyi aramak amacıyla her türlü riski göze almaya hazır olanı keşfetme görevinde meşhur beyaz tavşan hacker Bugs’ı canlandırıyor.
Jonathan Groff, Thomas Anderson’ın iş ortağını oynuyor. Bu karakter kayıtsız bir çekiciliğe, insanı anında yumuşatan bir gülümseyişe sahip, sonuç odaklı, kurnaz, kendinden emin, tipik bir şirket insanıdır; yani Bay Anderson’ın olmadığı her şeydir.
Neil Patrick Harris ise Thomas’ın rüyalarının ardındaki anlamı anlaması ve onları gerçeklikten ayırt etmesi için hastasıyla yakın bir işbirliği içinde çalışan terapistini oynuyor.
Priyanka Chopra Jonas, yaşından beklenmedik bir bilgeliğe ve sular ne kadar bulanık olursa olsun gerçeği görme yeteneğine sahip genç bir kadını canlandırıyor.
Ve Jada Pinkett Smith, bir zamanlar Zion’un hayatta kalması için savaşan ve şimdi gözlerindeki o tanıdık tutkuyla halkının refahını gören, ancak Neo’nun dönüşü konusunda bir inanmama ve şüphe duygusu içinde olan ateşli General Niobe olarak geri dönüyor.
Lana Wachowski’nin yönettiği filmin, Wachowski Kardeşler tarafından yaratılan karakterlere dayanarak yazılan senaryosu David Mitchell, Aleksandar Hemon ve Lana Wachowski’ye ait.
Yönetmen, Ortak Yazar, Yapımcı Lana Wachowski ile Sohbet
Matrix’e geri dönmek:
Lana Wachowski: Sanatımın tamamı duygusal bir yerden geliyor. Her şeyi entelektüel olarak düşünsem de hepsi şu duygu tarafından yönetiliyor: Kalbim hakkında başkalarının kalplerine bir şeyler söyleme arzusu. Ve bu, kariyerim boyunca gitgide daha da netleşti. Cloud Atlas benim için sanatsal açıdan gerçek bir atılımdı ve sonrasında da Sense 8 muhtemelen yaptığım en otobiyografik çalışmaydı; yani gerçekten bendi. Ve işte bu yüreğin aynısını üçlemeye de getirmek istedim. Üçleme gerçekten güzel bir aşkı, insanların mücadelesini ve hayatımızın anlamını işliyor; hepsi orada. Küçükken tüm bu mücadeleleri yaşadım. Ama bu yaşımdaki benliğimin, bu yaşımdaki yüreğimin Matrix üçlemesinin bir parçası olmasını istedim. Geri dönmek istememin sebeplerinden biri buydu.
Neden şimdi doğru zamandı:
Lana Wachowski: Zirvede bir deneyim olan Sense8’i tamamladıktan sonra, işimizin bittiğini hissettik. Lily de film çekmeye devam etmek istemedi ve bunun şimdilik bitmesine karar verdik. Sonra ebeveynlerimiz hastalandı ve karımla birlikte Chicago’ya geri dönüp yanlarına taşındık ve hayatlarının son birkaç ayında onlara baktık. Bir gece uyandım; anne babam ölüyor olduğu için çok acı ve keder içindeydim. Bu yüzden beynim yatıştırıcı olacak bir hikaye hayal etmek istedi. Ve böylece beynim bir gecede, ölmüş olan bu iki karakteri -Neo ve Trinity’yi- diriltti ve canlandırdı. Aklıma gelen bu fikre hemen tepki verdim ve alt kata inip yazmaya başladım.
Keanu Reeves ve Carrie-Anne Moss:
Lana Wachowski: Keanu ve Carrie’yi bu filmde izlemek çok güzel. Şu anda bunu yapmak için mükemmel yaştalar, biz mükemmel yaştayız. Filmle ilgili her şey bir şekilde açık ve net gibi görünüyor. Ve Keanu da tam o yaş dönümünde, yaşı çok daha ilerlemiş olsaydı filmi yapmak mümkün olmazdı. Eğer çok daha genç olsaydı da o kadar fazla ağırlığı ve rezonansı olmazdı. Fakat şimdi “Hayatımda yaptığım hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi hissediyorum” gibi bir söz söylediğinde, bunlar bizim de mücadele ettiğimiz, merak ettiğimiz sorular. Ve hayatınızın bir sonraki bölümüne gelip burada esas “Gerçek nedir?” sorusuna odaklanmaya başlıyorsunuz. Ve önemli olan şey gitgide daha incelikli bir hâle geliyor. Ve ikisinin de bunu bu şekilde yansıttığını görüyorsunuz ve bu ancak aradan geçen zaman sayesinde mümkün oluyor. Carrie o dönemde çıtayı yepyeni bir seviyeye getirmişti, ilk üçleme boyunca korkusuz ve ateşliydi ama yeni filmde bunları bambaşka bir seviyeye taşıdı. O tek kelimeyle olağanüstü. Ve elbette Keanu da; onu seviyorum. Gerçekten de başka bir deneyim yaşamak ve onunla bu hikayeye geri dönmenin nasıl bir şey olduğunu görmek istedim.
Keanu, Carrie-Anne ve dublörleri:
Lana Wachowski: Matrix’te Keanu ve Carrie’yi kendi dublörlüklerini yaparken izlemenin gerçekten enerji verici bir yanı vardı çünkü o dönem için yeni bir şeydi bu. Şimdi herkes yapıyor ama o zamanlar kimse yapmıyordu. Ve bu gerçeklik, bence hakikaten insanların kalplerine ve bedenlerine işledi ve bunu deneyimlediler. İşte bu yüzden bununla ilgili bir şey istedim, sembolik bir şey. İkisine el ele tutuşup son hız koşarak bir gökdelenin tepesinden aşağı atladıkları bir sekans çekmek istediğimi söyledim. Ve bunun mükemmel bir güneş ışığında, mükemmel bir anda olmasını istedim. Ve de tamamen gerçek hissettirmesini istedim.
Şöyle dedim: “Bu anın korkuyla bir ilgisi olmamalı. Başka bir şeyle ilgili olmalı”. Böylece küçük bir platform inşa ettik ve önce küçük atlayışlar yaparak öğrendiler. Sonra platformu daha yükseğe ve daha yükseğe, sonra daha da yükseğe inşa ettik. Bu onların kalpleri ve akılları için bir eğitimdi. Bizi durdurmaya çalışan çok fazla enerji vardı. Ve bir de hava muhalefeti vardı. Atlayışı yapmak için sadece küçük bir zaman aralığı vardı. Böylece her gece saat 3:00 civarında bu dağa tırmanmamız gerekti. Ama biz adeta bir gece nöbeti tutar gibi, bir hac ziyareti yapar gibi bu gökdelene gittik. Ve “Lütfen, lütfen, lütfen…” diye dua etmeye devam ettik.
İşbirlikçiler The Matrix Resurrection için bir araya geldiler:
Lana Wachowski: Trajik bir olay beni seriye geri dönmeye yönelttiğinde, etrafımda arkadaşlar istedim ve [yapımcı] James McTeigue aradığım ilk insanlardan biriydi; evet dediği için çok minnettarım. Şu yüzden ikimiz de geri dönmek istedik: Matrix’i yapmak hayatımızı değiştirmişti ve bize sanat yapmak konusunda gerçekten çok derin bir şey öğretmişti. Sanat yapmak dönüştürücüdür, ona kalbinizi ve içinizdeki her şeyi katarsanız sizi değiştirir. Bu yüzden sonunda geri gelmek ve öğrendiklerimizi ortaya koymak istedik. Filmde bu var. Bu yeni çekim tarzını Sense 8 sırasında geliştirdim. [Görüntü yönetmenleri] John Toll ve Daniele Massaccesi ve James, hep birlikte bu stili yarattık ve bu stilde süper esneğim, sürekli doğaçlama bir tarz bu. Ekibimiz sahiden harika. Elbette parlak [senaryo yazarı] David Mitchell’ın da mükemmel şekilde özetlediği gibi, “Bu film bir dizi dikdörtgenin dördüncü dikdörtgeni değil, daha çok önceki tüm dikdörtgenleri kapsayan bir dikdörtgen.”
Yönetmenin sinemacılığının evrimi:
Lana Wachowski: Hem insan hem sanatçı olarak geliştim ve belirsizlik konusunda gittikçe daha rahat oldum, hatta onu gerçekten sevmeye başladım. Mesela güneş bir filmi aydınlatmanın en belirsiz yoludur. Bu çok tahmin edilemez bir şeydir. Güneşin sana ne vereceğini asla bilemezsin. Nasıl görünüp kaybolacağını, bir görüntüye hangi sihirli kuantum öğesini katacağını asla bilemezsin. Başlarda güneşten korkuyordum çünkü ne yapacağını bilmek mümkün değildi. Sonra John Toll’la tanıştım ve o bana güneşi sevmeyi öğretti. Ve güneşi sevmek de beni belirsizliği sevmeye yöneltti. Bir oyuncu bir ana biraz sihir kattığında, güneş ve tüm bunlar hayal bile edemeyeceğiniz, adeta en büyük enerji gibi bir şey oluşturduğunda, işte bu benim için en büyük heyecan. İşte bu yüzden her zaman arıyor, her zaman değişiyoruz. James de ekibe katıldı ve aynı stile aşık oldu. Herkes bir kamera kapıyor ve siz hep bakıyor, anları yakalamaya, güzelliği yakalamaya çalışıyorsunuz. Güneş çıkmış ve parlıyor ve 20 dakika için bu mükemmel ve bu kadarcık sürede altı sayfalık diyaloğa sahip bir sahnenin tamamını çekmeye çalışıyorsunuz. Neredeyse gerçek zamanlı olarak, geniş çekim, orta çekim, yakın çekim yakalıyorsunuz. İhtiyacınız olan her şey bu doğaçlama şeklinde. The Matrix Resurrections ile geri dönerken tutunmaya çalışmayı istediğim şey işte buydu. Tekrar kesin olmak yerine, bu doğaçlama enerjisini getirmek istedim.
Yönetmenin besteci Tom Tykwer ile işbirliği:
Lana Wachowski: Hayatımdan sanatıma daha fazla şey katmaya çalıştım. Ve sanatımdan da hayatıma. Onları gerçekten bir araya getirmeye çalıştım. Ve burada [ekiple birlikte] olmanın harika olan yanı, Matrix’in gerçekten hepimizi bir araya getirmiş olması. Avustralya’ya gitmek, James’le [McTeigue] tanışmak, onunla arkadaş olmak ve sonra Tom’un [Tykwer] Matrix’le aynı zamanda Lola’yı çıkarması ve ikimizin birbirimizin filmini izlememizle ilgili hikayesini anlatması ve onun Matrix’ten etkilenmiş olması… tüm bunlar harikaydı. Müzik arayışında olduğum sırada [Matrix Revolutions için] Tom benim arayışımı duymuş. Bir akşam yemeğinde buluştuk ve ilk görüşte aşk gibiydi. Bu film bizi bir araya getirdi ve sonra birlikte sanat yapmaya devam ettik, insan olarak büyümeye ve sanatçı olarak gelişmeye devam ettik. İnsanlar ve sanatçılar olarak birlikte gelişmek güzeldi. Hayatınıza giren öyle insanlar vardır ki o insanla hiç tanışmamış olsanız kim olacağınızı hayal bile edemezsiniz. Ben de James ve Tom için böyle hissediyorum. Ve bu, güzel bir şey yapıp bu çemberi, bizi bir araya getiren bu anlatıyı kapatmak üzere yeniden bir araya gelmek ve hikayenin bir başka bölümünü anlatmak için bir fırsat gibi geldi.
Özetle:
Lana Wachowski: Matrix’in enerjisinin Lily’nin ve benim kariyerimin tonunu belirlediğini düşünüyorum. Her zaman herhangi bir şeyi farklı şekilde deneyebileceklerini ve yapabileceklerini hisseden, alışılmış şekilde yapmak zorunda olmayan insanları aradık… zorlayıcı, kendi konfor ve deneyim alanlarının dışında bir şey arayan insanlar aradık. Ben de bir insan ve muhtemelen bir sanatçı olarak böyleyim. İnsanları, belki de yapabileceklerini düşünmedikleri şeyleri denemeye zorluyorum. Ve belki benim de yapabileceğimi düşünmediklerimi denemeye.
Keanu Reeves (Neo / Thomas Anderson) ile Sohbet
Çağrı:
Keanu Reeves: Bir gün Lana’dan bir e-posta aldım: “Nasıl gidiyor? Düşünüyorum da…” yazmıştı. “Ne!?” dedim. Sonra sohbet ettik; kişisel olarak kendisiyle ilgili olup biten bazı şeylerden ve onu Matrix ile yeniden bir hikaye anlatma noktasına getiren şeyin bir kısmını benimle paylaştı. Ve bana bu konuda nasıl hissettiğimi sordu. “EVET.” Lana’yla bu filmlere cevabım “EVET”.
Neo ve Trinity’ye devam etmek:
Keanu Reeves: Daha ilk Matrix’i çektiğimiz sırada bile, Lana ve Lilly konuşmalarımızda ikinci filmden bahsettiler. Akıllarında olan belirli sekansları anlattılar; bu yüzden ilk filmde bile hikayenin o kısmının onlarda olduğunu biliyordum. Bir aktör olarak benim için karakterimin üçlemede harika bir azmi vardı. Gerçek dünya ile Matrix arasında köprü kuran, insan ve makine dünyaları arasında bir denge isteyen bir karakterdi… sadece barış istiyordu. Thomas Anderson’a olanlar hikayenin o kısmının anlatılmış olduğu hissini verdi.
Lana, Neo ve Trinity etrafında odaklanan, anlatacak başka bir hikayesi olduğundan, buradaki aşk hikayesinden bahsetti ki bu bana gerçekten heyecan verici geldi. Orada mükemmel bir birlik olduğunu hissettim. Thomas Anderson’ın kodlama dünyasından ödünç alınan “ikili kod” ifadesi burada ortaya çıktığında tekil seçimler söz konusu: Ya öyle ya böyle. Trinity ve Neo bana göre bu birlikteliği temsil ediyor. Bence düşüncelerinde, enerjilerinde birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Onları destekliyorum. Karakteri oynadığımda ve Trinity rolünde Carrie-Anne’le çalıştığımda, bu beni aşan bir şey. O kadar büyük ki… o şey her ne ise, ikisi bu konuda birlikteymiş gibi hissettiriyor.
Senaryo:
Keanu Reeves: The Matrix Resurrections’ı okuduğumda Morpheus aynı Morpheus değildi; Thomas Anderson aynı Thomas Anderson değildi ama Trinity, Tiffany olmuştu. Bu, uyandırma telefonunun başka bir versiyonuydu. Morpheus için karakterin çıktığı yolculuk çok farklı, Neo ile olan ilişkisi de gerçekten farklı. Lana bu çok zengin rolleri yazdı ve Yahya [Abdul-Mateen II], Jonathan [Groff] gibi oyuncular mizahı olduğu kadar ağırbaşlılığı da harika bir şekilde rollere yansıttılar. Bu bağlamlarda hem aydınlık hem de karanlık içsel benliklere sahip bu karakterleri yarattılar… onları izlemek çok güzeldi.
Sinemacının gelişimi:
Keanu Reeves: The Matrix Resurrections’daki Lana’ya, üçlemede birlikte çalıştığım sinemacı Lana hakkında şunları söyleyebilirim: Her şeyden önce ona doğal ışık konusunda bir şeyler öğreten [görüntü yönetmeni] John Toll’la çalıştı. Bu yüzden, [üçlemedeki] deneyimim onun bir monitörün arkasında olmasıydı, şimdiyse elbette monitöre başvursa da kameranın önündeydi. Bir sinemacı olarak gelişimi olağanüstü. Artık karşımızda doğal ışığa meraklı, kameranın yanında olmak isteyen ve resmen kamerayla bağ kurup bambaşka bir hâle giren bir sanatçı var; bunu daha önce hiç görmemiştim. Anlayacağınız, çok farklı bir dolaysızlık vardı. Planlama yine eskisi gibiydi: Tasarla, prova yap, çek. Ama artık “Anda hazır olun… başlayın” durumu vardı. Lana’nın demeyi sevdiği gibi: “Yaparak öğreniyoruz” ve inanın, biliyor.
Carrie-Anne Moss’la yeniden bir araya gelmek:
Keanu Reeves: Carrie-Anne’le irtibatta kaldık. O harika insanın hayatında birçok şey oldu. Onunla ilk çalıştığımda üç çocuğu ve bir kocası yoktu. Gerçekten bir rutinimiz vardı. Selamlaştıktan sonra birlikte esneme ve ısınma hareketleri yapar, ardından antrenmana geçerdik. O kendi müziğini çalar, ışığı getirirdi. Birbirimize destek olur, minderde oturup hayat hakkında konuşurduk. Onunla o zaman da şimdi de paylaştığım bu anları çok sevdim ve onunla yeniden bir araya gelmeyi de… Bambaşka ama pek çok açıdan da aynı, özünde değişmemiş, Carrie-Anne’le tekrar bir araya gelmek çok güzeldi. O özün kendini nasıl ifade ettiğini görmek, çocuklarıyla, kocasıyla tanışmak harikaydı; müthiş bir aile. Carrie-Anne’le kamera karşısına geçmek, o aşkı oynamak. Tiffany ile Thomas’ın birlikte bir fincan kahve içtiği birkaç sahnemiz var, bizim için çok duygusaldı. Neredeyse nasıl oluyor da ağlamıyoruz dedik.
Dövüşler hakkında:
Keanu Reeves: 20 yıl sonra Neo/Thomas Anderson için dövüşlerin karakterinin nasıl olacağını düşünmek gerçekten heyecan vericiydi. Elbette, John Wick’ten çok farklıydı ve Lana öyle olduğundan emin olmak istedi; bu yüzden, judo fırlatışları yapmadık. Bir bakıma karakteri daha önce olduğu yerden organik olarak taşıdık ve bu gerçekten müthiş oldu. Bu filmde Tiger Chen Hu ile tekrar çalışma şansım oldu; üçlemede de onunla çalışmıştım. Konuşmak ve antrenman yapmak onun için de gerçekten heyecan vericiydi, çok farklı stiller kullandık (Gülüyor). Ayrıca beni John Wick’te çalıştıran Eric Brown’la da çalışma şansım oldu. Bu tür Doğu/Batı yaklaşımlarından yararlanmak, bunların bilgi ve eğitimlerinden faydalanmak harikaydı; bu sayede yeni şeyler için denemeler yapabildim. Yani gerçekten heyecan vericiydi. Farklıydı. Özetlemem gerekirse, bu bir tür sert-yumuşak, hem sert hem yumuşak bir tarz oldu.
Carrie-Anne Moss (Trinity / Tiffany) ile Sohbet
Çağrı:
Carrie-Anne Moss: Lana’dan bir kısa mesaj geldi: “Ben Lana. Müsait olduğunda beni ara”. Onu arabadan geri aradım. Konuştuk, konuştuk, konuştuk ve ben, “Biliyor musun, seninle yeniden görüşmek çok güzel” dedim. O da bana, “Asla inanmayacaksın ama bir senaryo yazdım” dedi ve The Matrix Resurrections’ı yazması için kendisine nasıl ilham geldiğini anlattı. Hemen eve gidip kocama söyledim. Sanırım ağlamaya başladım, bu ihtimal beni çok heyecanlandırmıştı. Ama yine de “Gerçekten olabilir mi?” diyordum. Sonra San Francisco’ya uçtum. Keanu’yu uzun zamandır görmemiştim. Orada başka kimler vardı hatırlayamıyorum. Elbette Lana ve James oradaydı. İkisini de uzun zamandır görmemiştim; birlikte okumayı yaptık. O ana kadar okumamıştım ve milyon yıl geçse, karakterim için ya da genel olarak hikaye için bunun böyle olacağını asla hayal edemezdim. Çünkü milyonlarca hikaye hayal etmiştim. “Bunu nasıl kotaracak?” diye merak ediyordum. Okumayı bitirdik ve sanırım biraz şoktaydım çünkü her şeyi sindirmek zaman aldı. Ve elbette çoğu kişiseldi. Sindirme sürecim uzun sürdü ve hâlâ da sürüyor. Tekrar bunun içinde olmak oldukça harika.
Matrix’e geri dönme:
Carrie-Anne Moss: Öylesine inanılmaz bir deneyimdi ki bazen bana başka bir dünyaya aitmiş, bir rüyaymış gibi geliyordu; kendimi çimdiklerdim ve bunun olduğuna inanamazdım. 20 yıl önce ve şimdi tekrar böylesine özel bir şeye sahip olduğumun farkına varmak… bu gerçekten çok sık olmaz. Tekrar burada olmak, o zamandan beri hepimizin gösterdiği tüm gelişimle, tüm değişimlerimizle bunu yapmak için bir şansa daha sahip olmak gerçekten oldukça inanılmaz. Öyle bir hediye ki. Dilerdim ki her insan onlardan bu kadar çok şey isteyen ama aynı zamanda içlerine bunu destekleyecek her şeyin yerleştirildiği böyle yaratıcı bir durumda olabilsin. Benim için hediye bu. Trinity bu, değil mi? Dönüştürücü Trinity bu. Mesela 30 yaşımdan bugüne kadar, yani 23 yıldır sahip olduğum şey, Trinity’yi canlandırmak için üstesinden gelmek zorunda olduğum tüm o şeyler, sevdiğim şeyin en büyük parçalarıydı; işte yeniden hayatıma alma fırsatı bulduğum şey bu.
Üçlemede Lana’yla çalışmak:
Carrie-Anne Moss: Daha önce üçlemede çekim yapmak nasıl bir şeydi… Her şeyi tam anlamıyla doğru yapmak gerçekten zorlayıcıydı. Hareketsiz durmak. O zamanlar zihnimin içinde Lana’yı duyabiliyordum. Açıklaması biraz zor ama kesinlikle onun bu rolü oynayışının bir uzantısıydım. Yönetmenlerime tamamen hizmet etmek istediğimi hep hissettim, bu her zaman böyle olmuyor ve neden olduğunu ya da olmadığını bilmiyorum. Ama bir oyuncu olarak bunu üç filmde yaşadım. Yaratıcı bir vizyona hizmet etmeye tamamen teslim oldum. Kendi görüşüm için asla savaşmadım, bir bakış açısına sahip ya da küçük olduğumdan değil. Onu yaratan, Trinity’yi yaratanla aramızdaki bir aktarım söz konusuydu.
Ve Lana’yla şimdi çalışmak:
Carrie-Anne Moss: Bu ilginç çünkü şu anda Lana’nın çalışma şekli kesinlikle benim çalışmayı sevdiğim yöntem. Bana oyunculuk okulundayken öğretmeninizin size fikirler verdiği zamanları hatırlatıyor. Bu tür bir ortamı seviyorum çünkü fazlasıyla esnek ve her şeye tamamen hazır olmayı gerektiriyor ki sanırım bu benim favorim. Dövüş konusunda… dövüş sanatlarında doğuştan yetenekli değilim. Bu rutinleri bir dans gibi öğreniyorum ve orada gerekli olan esneklik için tam olarak sanatsallığa sahip değilim. İşte bu noktada zihnimde esnek olmaya devam etmem gerekiyor, çünkü aniden değişiyor. A ve C bölümleri, ama ben A, B, C, D’yi öğrendim. Fakat esnek olmak güzel. Kendimi küçük çocukları olan bir anne olarak hissettiğimi hatırlıyorum, bir tür yuvada, sıcak ortamlı bir yerde yaşıyorsunuz. Ve sonra işe geri döndüğümde, insanlarla nasıl konuşacağımı adeta bilmiyormuşum gibi hissettim çünkü uzun yıllardır minik insanlarla konuşuyordum. Küçük hayatımdan çıkmaktan neredeyse korkuyordum ama yine de hayatım çok rahat olduğu için buna sahip olmak güzeldi. Konfor alanımdan çıkmak ise benim için olağanüstüydü ve bu proje beni konfor alanımdan tamamen farklı bir düzeyde uzaklaştırdı. Aslında bu beni daha iyi bir anne yaptı çünkü bir annenin doğal olarak istemeyeceği bir şekilde, çocuklarımın da konfor alanlarından çıkmaları için yer açmaya başladım. Normalde onları gerçekten güvende ve kendinize yakın tutmak istersiniz. Burada hakikaten sanatın hayatı beslemesi söz konusu. Hayat da sanatı besler ve bizim yaptığımız da buydu. Lana bunu yapmamızı istiyor ve o bunu sadece bu şekilde yapmak istiyor. Böylesine güzel bir şeyin parçası olmak harika.
Keanu’yla çalışmak:
Carrie-Anne Moss: Pek çok harika aktörle çalıştım ve birçok inanılmaz oyunculuk deneyimi yaşadım, ancak Keanu ile çalışmanın benim için bir şekilde kendimi evimde gibi hissettiren bir yanı var. Haftalardır konuşmamış olmamız ya da onunla bir sahne paylaşmamış olmamız önemli değil. O sadece gelir, sahneye koşulları getirir ve o şey oradadır. Tabi bazen bunaltıcı oluyor çünkü bir mazimiz var. Ve bu kadar derin bir dostluk ve birbirini önemsemek; bu o kadar içten bir şey ki saygı, dürüstlük, şefkat ve özenden başka bir şeye dayanmıyor. Yani bu zaten var; üstüne bir de Lana’nın karakterler için yarattığı şeyi ve ikimizin de bu karakterleri ne kadar sevdiğini koyun. Birkaç kez ikimiz de ağlamaya başladık çünkü Neo ve Trinity bizim için çok duygulandırıcıydı. Biz onları seviyoruz.
Yahya Abdul-Mateen II (Morpheus) ile Sohbet
Morpheus rolünü üstlenmek:
Yahya Abdul-Mateen II: Dostum, her şey çok çabuk oldu. Başka bir sette çekimdeydim ve yeni bir Matrix’in yapılmakta olduğu hakkında bir makale gördüm. “Harika. Gösterime girdiğinde izlemek için sabırsızlanıyorum” dedim. Ardından seçmelere katılma fırsatım olduğunu söyleyen bir e-posta aldım. Seçmelere katıldım ve yaklaşık bir hafta sonra Lana’dan beni kadroya davet eden bir telefon aldım. Hâlâ hatırlıyorum. Telefon geldiğinde bir otelde basın toplantısı yapıyordum. Gerçeküstüydü. Alışılmışın dışında bir seçme süreciydi. Rol yaptık, performans sergiledik ama bu gerçekten uyumla ilgiliydi. Oturduk ve insan olarak kim olduğum, sanatçı olarak kim olduğum, çalışma tarzım hakkında sohbet ettik. Ve Lana’nın kendi çalışma tarzı hakkında konuştuk. Anlaşılan oydu ki Lana’nın bir araya getirmeye çalıştığı şey sadece bir grup gerçekten iyi oyuncu değil, birlikte iyi çalışacak, beraberce zaman geçirecek ve bir aile gibi davranacak bir topluluktu. Ve bence onun inşa ettiği şey bu oldu. Öte yandan ilk e-postadan tebrik telefonuna kadar olan kısımda her şey çok hızlı ilerledi.
The Matrix Resurrections’ın Morpheus’u:
Yahya Abdul-Mateen II: Morpheus, kim olduğunu ve Matrix dünyasındaki rolünün ne olduğunu bulmak için bir yolculuğa çıkıyor. Dünyadaki güçlerini ve ne kadarına daha yer olduğunu çözen bir karakter. İçine konulduğu kutunun dışında yaşamaya çalışıyor. Bu filmle ilgili şeylerden biri de Neo ile birlikte kendini keşfetme yolculuğuna çıkan birçok karakterin olması. Neo yine o yolculuğa çıkıyor; Trinity yine o yolculuğa çıkıyor ve Morpheus da bu kendini keşfetme ve yeniden doğuş yolculuğuna çıkan bir başka karakter.
Dürüst olmak gerekirse Morpheus’un karmaşıklığıyla ilgili tam olarak anlamadığım bazı şeyler var (Gülüyor). Ama her şey yoluna giriyor. Mesela bu iş, benim için, şartlara inanarak ve adım atarak “Evet” demenin bir örneğiydi. The Matrix Resurrections’ın hikaye anlatımında çok karmaşık bir olasılıklar dünyasını ele alıyoruz. Bu karakteri, yaşadığı farklı dünyaları oynayabilmek heyecan verici bir serüvendi. Çok heyecan vericiydi. Lana ile emin ellerde olduğumu her zaman biliyordum. Ben de role bu şekilde yaklaştım.
Kültürel fenomen olarak Matrix:
Yahya Abdul-Mateen II: Matrix gösterime girdiği günden bu yana kültürümüzün her yerine nüfuz eden bir şey. Öldüğü bir an hiç olmadı, sanmıyorum. Seçmemiz gereken yolu körü körüne takip etme kavramı, kırmızı ya da mavi hapı seçme kavramı… Bu, filmin ilk gösteriminden bu yana kültürümüzde devam eden bir diyalog. Kostümler, aksiyon sahneleri, filmin nasıl çekildiği gibi etkilerden, insanların filmdeki anları taklit etmeye çalışmalarından bahsetmiyorum bile. Hâlâ güncel ve umarım filmimiz bu mirası devam ettirir.
Jessica Henwick (Bugs) ile Sohbet
Role seçilmek ve Lana’yla tanışmak:
Jessica Henwick: Lana’yla [karakterim] Bugs hakkında hiç konuşmadık. Bir kez bile. Onunla tanışmak için Berlin’e uçtuğumda, sadece hayat hakkında konuştuk ve sonra sahnelerin üzerinden geçtik. Rolü aldığımda bile, “Tamam, şimdi oturup konuşacağız” diye düşündüm ama içeri girdiğimde San Francisco ve hayatın nasıl gittiğinden söz ettik. Karakter hakkında hiç değerlendirme yapmadık. “Hadi bakalım, sana rehberlik edeceğim ve umarım aynı yerde buluşuruz!” gibi bir şeydi (Gülüyor). Sizden o kadar çok farklı versiyon yapmanızı istiyor ki inanılmaz bir şekilde hazırlanmanız gerekiyor. Karaktere bu şekilde tutunamazsınız (Sıkıca kavrama hareketi yapıyor). Repliklere bu şekilde tutamazsınız (Sıkıca kavrama hareketi yapıyor) çünkü Lana onu değiştiriverecektir.
Seti yönetme tarzı olarak kesinlikle birlikte çalıştığım en büyüleyici yönetmen. Kesmiyor. Kesintisiz olarak tek bir sahnenin 20-30 dakikalık uzun çekimlerini yapıyoruz. Bunu sevdim çünkü setin ritmini korudu ve bizi tetikte tuttu. Siz bunun başka bir kayıt olduğunu sanırken, Lana kamerayı döndürebilir ve aniden bu sizin kaydınız olur. Gerçekten formunuzun zirvesinde olmalısınız. Bunun büyük bir film yapmak için vahşi, adeta militan bir yol olduğu hissini yaşadım.
Bugs kim?
Jessica Henwick: Bugs bizden biri. Bugs, Neo’ya hayran. Matrix’e hayran. Çılgın olan da bu. Neo’yu görmeyi seviyor, tıpkı izleyicilerin Neo’yu görmek için can attığı gibi onu o kostümün içinde, o replikleri söylerken görmek için can atıyor. Hikayede Bugs, gerçek bir inanan. Neo’nun hâlâ hayatta olduğunu düşünüyor. Onu gördüğünden emin ama kimse ona inanmıyor. Yanında düzensiz bir mürettebat var ve beraberce onu arıyorlar.
Neo’yla çalışmak:
Jessica Henwick: Keanu’yla çalışmayı seviyorum. Öylesine tatlı ki. O bir rüya. San Francisco’da birlikte çekim yaptığımız ilk gün, bir repliği vardı. “Nasıl?” ya da belki “Neden?” gibi bir şey dedi. Tek kelimelik bir replikti. Ama onu orada kostümüyle görmek, repliği söylerken sesini duymak çok gerçeküstü bir andı. Çalıştığım ya da tanıştığım aktörlerin hayranı değilimdir pek ama “Aman Tanrım. Bu Keanu Reeves!” dediğim bir an yaşadım (Gülüyor).
Film için hazırlanmak:
Jessica Henwick: Çekimlere başlamadan üç ay önce antrenmanlara başladım; başka projeler için de antrenman yapmıştım ama bu ölçüde değil. Üç ay boyunca antrenman yapana kadar koreografiyi öğrenmeye başlamadım bile. Parçaları öğreniyordum ama bunlardan hiçbiri filmde kullanılmadı. Başladığımızda çok hızlı ve çevik bir Japon manga karakteri olan Kenshin’e saygı duruşunda bulunma fikrini gerçekten benimsedik. Bugs için istediğim buydu, bir tür tavşan gibi, yere yakın, gerçekten seri, herkesten daha hızlı, daha akıllı. Onun çok zekice dövüşmesini istedim. Fabrikaya [sete] geçtiğimizde bu zorlayıcı oldu çünkü dövüştüğüm yer o kadar küçüktü ki kimsenin etrafında daireler çizemezdim. Ancak bu, dublörlerle büyüleyici ve ilginç bir serüven oldu. Bir rutini ezberliyordunuz fakat Lana’nın çalışma şekli çok organik ve günlük olduğu için oraya gelip önce ışığa sonra boşluğa bakıp, “Yapmanı istediğim şey şu” diyordu ve bu, senin üç ay boyunca antrenmanını yaptığın şeyden tamamen farklı oluyordu. Ancak, her zaman heyecan vericiydi.
Jonathan Groff ile Sohbet
Gizemli oyuncu seçme süreci:
Jonathan Groff: Casting yönetmeni arkadaşım Carmen Cuba aradı ve gizli bir proje için görüşmek üzere beni San Francisco’ya davet etti. Oraya gidemeyeceksem projenin ne olduğunu söylemeyecekti. Ve sonra, “Matrix için” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Tam olarak uygun olup olmadığını bilmediğim bir rol var. Ama Lana’yla tanışmalısınız, bence bağ kurarsınız” dedi. Böylece San Francisco’ya uçtum ve Fairmont Otel’de buluştuk. Lana kendini sadece bir yönetmen değil, bir sanatçı gibi hissediyordu. Bilmem anlatabildim mi? Bana “Gel otur” dedi. Önce konuşmak istedi. O çok hazırdı. Eşi Karin oradaydı ve köpekleri de oradaydı. Gerçek şeylerden bahsettik. Cinsel kimliğini açıklamak, aşk, ilişkiler. San Francisco’nun ikimiz için de ne kadar önemli olduğu. Bir insan ve sanatçı olarak neden The Matrix Resurrections’ı yaptığını açıkladı. Ve sonra birlikte oyuncu seçme malzemesinin okumasını yaptık. Şimdiye kadar yaşadığım diğer seçmelerden çok farklıydı.
Lana’yla çalışmak:
Jonathan Groff: Herkesin arkasına takıldığı türde bir vizyona sahip olan yönetmenlerin sayısı çok azdır. Konu işlerin tartışmaya ve işbirliğine açık olmaması değil. Tabii ki o çok işbirlikçi ama farklı bir zihinsel düzeyde, bu yüzden onun vizyonunu benimsiyorsunuz. Bana “Rolü aldın” dedi ve ben de “Tabii” dedim. Beynimin mantık kısmı, “Ama, ben daha önce hiç…” diyordu. Dramatik replikleri olan komple bir dövüş bir yana, birinin yüzüne yumruk atma fikri… “Keanu Reeves’i dövüyormuş gibi mi yapacağım?” diye düşündüm. “Ben kimim ki?” (Gülüyor) Filmin bu yönü bana çılgınca geldi. Sonrasında çekimler yaklaştıkça ve ben daha çok okudukça, replikleri öğrendikçe, antrenmanlara başladıkça, Matrix dünyasını da anlamaya başladım. Ve de orada yolumu bulmaya. Bu imajın ilk noktası buydu, bunun ben olmadığımı düşünmüştüm. Sonra Lana’nın yaptığı şeye alıştığımda “Ahhhh” diye düşündüm, tam olarak anlamadığım şeyleri bile adeta dürtüsel bir şekilde algıladım.
The Matrix Resurrections’ı yapmak:
Jonathan Groff: Benim için tüm bu filmin deneyimi, her şeyin düşünselden çok fiziksel olmasıydı. Bu açıdan inanılmazdı, fazla kafa yormam gerekmedi. Sadece hissettim; Lana’nın çekim tarzına ve sürecine yöneldim. Dünyayı böyle yönetiyordu ve ben onun yöntemlerinin büyüsüne kapıldım. Dövüş öğrenmek zorunda kalmak çok fizikseldir ve diğer insanlarla dövüşmek, konuşmaktan farklı bir dildir. Yani bedenimdeki karakteri bulmak gerçekten harikaydı. İnanılmaz hissetmeye başladım. O kadar eğlenceliydi ki bunun bir deneyim olduğunu, zamanda bir an olduğunu, geçici olduğunu fark ettiğimde depresyona girdim. Bitecek olmasından dolayı. Ama anı yaşamaya ve sonunu düşünmemeye çalıştım. Lana’yla çalışırken, müthiş biri olan Keanu’yla çalışırken bu “iş” gibi değil, gerçekten yaratıcı bir şey gibi geliyordu. Yeni bir beceri öğrenebilmek… Daha önce hiç olmadığım bir şekilde fiziksel olarak dinç olmak… Çok eğlenceliydi; rüya gibiydi.
Neil Patrick Harris ile Sohbet
Senaryoyu anlamak:
Neil Patrick Harris: Senaryoyu sevdim. Lana’nın bana filmi yapmak isteme nedeni hakkında bir hikaye anlattığını hatırlıyorum. Anne babasını kısa süre içinde arka arkaya kaybetmişti ve sonra küllerinden doğan bir Anka kuşunu, iki kişinin yeniden bağ kurmak için geri geldiğini hayal etmişti. Bu ilginç bir çağrıydı; filmin sırf yapılmış olsun diye yapıldığı hissi vermemesi beni memnun etti. Kökleri bir şeye dayanıyordu. Ayrıca açıkçası filmdeki tüm o mizahı sevdim. Geçmiş filmlere de meta türde bir yansıma var. Bir sürü süper havalı şey var, ayrıca biraz da göz kırpıyor.
Bir aksiyon filminde olmak:
Neil Patrick Harris: Hayatımda ölmeden önce yapmalıyım dediğim ve yapabildiğim upuzun bir listem var ve çok şey yaptım. Gerçekten. 16 veya 17 yaşlarındayken yapılacaklar listesiyle ilgili ilginç şeyler yapmaya başladım. 47 yaşındayım. Bungee jumping yaptım, skydive (hava dalışı) yaptım. Köpüklü su raftingi yaptım. Dev hidrolik pogo çubukları üzerinde zıpladım ve üzerlerinde ters salto yaptım. Ateş püskürttüm. Trapezlerde sallandım. Büyük filmlerde ve küçük filmlerde, durum komedilerinde, küçük tiyatrolarda ve büyük tiyatrolarda çalıştım. Pek çok şey yaptım. Yapmadığım şeylerden biri büyük bir aksiyon filmi. Aksiyon filmi olan Starship Troopers’da yer aldım ama herkes silahla ateş edip, haftalarca büyük savaşlar yaparken ben çağırılır, tuhaf deri trençkotumla gelirdim ve bir gün içinde, “Evet, burada her şey yolunda görünüyor, devam edin” deyip eve giderdim. Yani, “Ben aslında bir aksiyon filminde sayılmam. Sadece buradayım” diyordum.
Bu yüzden, “Gerçekten büyük kabloların, silahların, patlamaların ve akrobasilerin olduğu dev bir aksiyon filminde olmak istiyorum” dedim. Ve bu oldu… Çalıştım, antrenman yaptım. Tüm o zorlu sahneleri yapmak için fiziksel olarak formdaydım. Ne yazık ki karakterimin birkaç kez yumruklandığını öğrendim. Ama bunun beni durdurmasına izin vermedim dostum. “Kendi dublörlüğümü kendim yapmak istiyorum” dedim. Bir duvara fırlatılıyordum ve bunun pratiğini yapmamız gerekti. Ve dedim ki, “Bir daha yapalım. Tekrar. Daha da geriye gidelim. Gerçekten lanet duvara çarpmak istiyorum”. Bu iş beni gerçekten sarmıştı. Yumruklandığım ve uçtuğum başka bir sahnede de şöyle düşündüm: “Yemin ederim, sette bana benzeyen, bu kablolara bağlanmaya hazır bir dublör görürsem, kıyameti koparırım. Bu kahrolası sahnelerde ben oynayacağım. Bir feragat imzalayacağım. Umurumda değil. Buraya gelmek için bu kadar çok şey yaptıktan sonra kendi dublörlüğümü de ben yapacağım”. Neyse ki, bu konudaki tutkumu anladıklarını düşünüyorum. Yakın çekim yapıp, sonrasında benden 20 kilo daha ağır birinin büyük düşüşü yapmasına izin veren, sonra da ayakta dururken tekrar yakın çekimde yer alan bir aktör olmak istemedim. “Vay canına.” Düştüğümde çıkardığım ses bu. Öyle anlaşılıyor (Gülüyor).
Matrix’te olmak:
Neil Patrick Harris: Lana’yla ilk görüşmeden, okumalar için San Francisco’ya uçuşuma, çekimler için San Francisco’ya ve Berlin’e gelişime kadar hepsi sanki lanet Matrix gibiydi (Gülüyor). Aklımdaki pek çok şeyden emin değildim. Oyuncu olarak 30 yıl çalıştım. Oldukça güçlü becerilerim var. Konfor bölgelerimi biliyorum ama sadece üstün körü yapabileceğim şeylerdeki değil, harika olabileceğimi bildiğim konfor bölgelerimi de biliyorum ve bu konuda bir nedenle, işlerin gerçekleştikleri sırada nasıl gittiği konusunda heyecanlı ve kararsızdım (Gülüyor). Ve bunun kasıtlı olup olmadığını bilmiyorum ama yalnızca Matrix’in sağlayabileceğini düşündüğüm ilginç bir zihinsel deneyim oldu.
Matrix’in etkisi:
Neil Patrick Harris: Matrix bir fikir olarak, gösterime girdiğinden bu yana geçen 20 yıldan çok daha uzun süredir varmış gibi hissettiriyor. İnsanlar birçok farklı şekilde, “Kırmızı hapı mı alacaksın?” gibi ifadeler kullanıyorlar. Bunun güçlü bir referans noktası olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken ben de aynı ölçüde büyülenmiştim, hatta belki filmi yapma sürecindekinden bile fazla. Filmin “yapımının” kamera arkası DVD’sine gerçekten merak salmıştım. Referans noktaları nerelerdi, resimli taslaklar neye benziyordu, filmde yaratılan yeni teknolojiler nelerdi? Bunları çok ama çok heyecan verici buldum. Dolayısıyla bunları dersleri seven biri olarak izledim ama aynı zamanda süreci öğrenen bir öğrenci olarak da bunlar daha birçok yönden fazlasıyla ilgimi çekti.
Priyanka Chopra Jonas ile Sohbet
Lana’yla tanışmak:
Priyanka Chopra Jonas: Sanırım bu süreç şimdiye kadar yaptığım her şeyden daha fazla gözümü korkuttu. Üstelik düşünün ki 20 yıldır sektördeyim. Sanırım beni en çok zorlayan şey, kendimi Matrix’in evreni hakkında ne kadar eğitmeye çalışsam da, onu avcumun içi gibi bilmemin hiçbir yolunun olmamasıydı. Fakat bir yandan da aslında bu gerçekten özgürleştiriciydi çünkü bilmemin şart olmadığının farkındaydım. Lana gitmem gereken her yere beni götürürdü.
Ama ilk kez onun ve James’in [McTeigue] karşısında oturduğum günü hatırlıyorum. San Francisco’daydık ve Hindistan’dan uçakla gelmiştim. Sadece bu toplantı için bir gecelik bir uçuştu. Odaya girişimi hatırlıyorum; hemen öncesinde biri bana bir şey sorarsa diye tekrar Matrix’e göz atmıştım. Stresli olduğumu itiraf etmeliyim. Her neyse, içeri girdim ve onunla konuştum ve sadece onun varlığı… seninle nezaketle konuşmasından çok, ki öyle yapıyor, ağzından çıkan kelimelerden etkileniyorsun. Büyülenmiştim. Film hakkında, manzara hakkında, karakterim hakkında, benim hakkımda konuştuğunda, ayaklarım yerden kesildi. Bir yandan da en iyi anlamda da olsa gözüm korkmuştu. Lana’nın rehberliğinde bu fırsatı bulduğum için gerçekten minnettarım.
Çekimler:
Priyanka Chopra Jonas: Bir sürü repliğim var, bol miktarda laf kalabalığı ve bunları söylemesi de kolay değil. Ama çekim tarzımız nedeniyle filmdeki tüm repliklerimi iki saat içinde söylemek zorunda kaldım. Hem de hepsini çünkü çekim gün batımında yapıldı. Ve evet bir de Keanu, Yahya, Jessica ve herkes etrafımdaydı. Sanırım sözlerimi öylece söyleyiverdim çünkü sahneyi ancak bu şekilde atlatabileceğimi düşündüm. Yeşil perdeye gelmeden önce, her şeyi gerçek mekanda bitirmek için kendimi büyük baskı altına aldım. Ama bitirdiğimde de son derece gurur duydum.
Dönüm noktası olarak Matrix:
Priyanka Chopra Jonas: Matrix çok karmaşık bir dünya. Elbette kimse bunu Lana’nın anladığı gibi anlamayacak. Filmleri her izlediğinizde ortaya çıkan başka bir şey var. Lana’yla o dünyayı nasıl yarattığı hakkında konuşmak ise olağanüstü. İşte bu yüzden sinemada büyük bir ikon haline gelmiş olan Matrix’in kendi içinde bir parçası olmak da olağanüstüydü. Bu fırsatı bulduğum için gerçekten mutluyum.
Jada Pinkett Smith (Niobe) ile Sohbet
Niobe nasıl değişti:
Jada Pinkett Smith: Lana’nın, Niobe’nin bu şehri yöneten, bu düzeyde saygı gören bir kadın olmasına olanak tanıması çok hoşuma gitti. Niobe’yi nasıl mı görüyorum… bilirsin, eski toprak (Gülüyor). Bu anlamda tüm genç askerleri tarafından onurlandırılıyor. Bir düşünür olabilir ve geçmişte sahip olduğu fiziksel yeteneklere artık pek de sahip olmayabilir. İşte bu yüzden onun adına dışsal enerji olacak genç nesli yanında tutuyor. Onu o kültürde bir yaşlı olarak görmek, bana bugün bile büyüklerine tamamen saygı gösteren Afrika’daki kültürleri hatırlattı. Muhtemelen buna Amerika’da da biraz ihtiyacımız var (Gülüyor).
Bir asker, bir lider olmasına rağmen Niobe’nin her zaman hassas bir tarafı varmış gibi hissediyorum. Üçlemede Morpheus’la arasındaki o anı asla unutmayacağım. Sadece bir saniye içinde de olsa onun daha kadınsı tarafını, biraz daha sıcaklığını görebiliyordunuz. Ama o her zaman önce bir asker oldu ve bence gençliğinde bu çok fazla ön plandaydı. Hissetmek için gerçekten zamanı yoktu. Bence o yaşlandıkça, hepimiz gibi olgunlaştıkça ve hayat hakkında daha çok şey öğrendikçe, hayatın aşkla ilgili olduğunu, hayatın ilişkilerle ilgili olduğunu anlamaya başladı. Konu sadece hayatta kalmak değil. Hayatta kalmanın büyük bir kısmı sevmektir. Yani sonunda bunu fark ettiğini düşünüyorum ve eminim ki [Telma Hopkins’in canlandırdığı] Freya’nın bununla çok ilgisi var. Bence Freya onun kalbini, açmaya hazır olduğu şekillerde açtı.
Mihenk taşı olarak Matrix:
Jada Pinkett Smith: İnsanlardan sürekli olarak Matrix’in hayatlarını nasıl etkilediğini duyuyorum. Gün gelecek, üniversitede Matrix çerçevesinde felsefeler ve fikirler üzerine dersler almış gençlerle karşılaşacağım. Artık büyük çocuklarım erişkinliğe adım atıyorken, bu varoluşsal soruları gündeme getiren filmleri izledikten sonra benim çocuklarım bile üçlemeden gerçekten etkilendi diyebilirim. Onlar bu filmlerin yapımından zevk almaya devam ediyorlar; öte yandan filmler çok derin kavramlarla dolu olduğu için… benimle çok özel fikirler hakkında konuşurken çok iyi vakit geçirdiler. Ve filmlerde yer aldığım için bir şekilde özel bilgilere sahip olduğumu düşündüler (Gülüyor).
Temsil:
Jada Pinkett Smith: Lana ve Lilly için, bu onların içinde yaşadıkları ve sergiledikleri dünya. Ayrıca dürüst olmak gerekirse, konuşmaya dökülmeden önce de olayları buydu. Bunu çok açıkça söylemek istiyorum. Trend olmadan önce de Lana ve Lilly bize yaş, etnik köken, cinsel yönelim, cinsiyet açısından çeşitlilik ve kapsayıcılık sağladılar… Bunun için her ikisine de gerçekten haklarını teslim etmeliyim çünkü üçlemeyle ve onlarla ilgili kesinlikle sevdiğim şeylerden biriydi bu. Sinema sektörünün olmadığı şekillerde bunlara açıktılar. Yarattıkları dünyalar yaşadıkları dünyanın, her gün gördükleri dünyanın aynası.