2008 yılı, ‘Öteki Sinema’ için oldukca verimli bir yıl oldu. WP’ye iyice ısındık. Yazar kadromuzu çok değerli kalemlerle güçlendirdik. Bannerimizi, temamızı değiştirdik ve yepyeni bir yüze kavuştuk. İçeriğimiz son aylarda çok güçlendi. 2009’da daha da renkli ve ‘öteki’ olarak sizlerle birlikte olacağız. 2008 yılı için son yazı olarak yazar kadromuzun bu sene en beğendiği filmleri yazdığı bir ‘Öteki Filmler’ rehberi hazırlamayı uygun gördük. Yazarlarımızın eğilimlerini anlamak açısından da ilginç bir editörlük deneyimi oldu. Mesela Masis arkadaşımızın ‘ana akım’ içinde üretilmesine rağmen ‘öteki’ sinemaya zaafı olan filmlere gönlünü kaptırdığını, Murat Kızılca’nın iflah olmaz bir çekik göz sineması severi olduğunu, Tolga Demirtaş’ın 80’ler sinemasını hala unutamayıp iç geçirdiğini, kısa filmcimiz Can Evrenol’un Avrupalıları sevdiğini ama Amerikan B’sine ve zombi ucuzlarına hiç dayanamadığını öğrenmiş olduk. Filmlerin hepsi birbirinden iyi arkadaşlar… Bu tarz filmlere gönül vermiş ya da merak sarmış kişiler için doğru yönlendirme yapan bir rehber olduğunu düşünüyorum. Ne yapın edin 2009’da bunları bulup seyredin.
Ayrıca ‘Öteki Sinema’ blogu olarak öncelikle kan kardeşimiz Sinematik bloguna ve buradaki dostlarımız Utku Uluer, Gökay Gölgeç ve Dilek Gürses’e, 2008 yılı boyunca bize binlerce ziyaretçi gönderen Ekşi Sözlük, Ters Ninja blog, Alkışlarla Yaşıyorum, Bağımsız Sinema blog, Nostaljik Türk Sineması, Gümüş Perde, Sinefil 78 blog, Zagorun Sözü Bu blog, Limk sitelerine (adını unuttuklarımızdan şimdiden özür dilerim) ve ulusal basından değerli bir sinema kalemi olan (bizi en iyi 10 sinema blogundan biri seçen) Ali Murat Güven’e, lokomotifimizin ilk kömürünü verdiği cesaret ve ilhamla atan rahmetli ustamız Metin Demirhan’a ve 08/08/2008 tarihinde kaybettiğim, istediğim kadar çok film seyretmeme, okul zamanı çizgiroman okumama hiç kızmayan ve böyle bir adam olmama sebep ve izin veren kıymetli babam Halil Şen’e çok teşekkür ederiz.
– Öteki Sinema yazarları adına Murat Tolga Şen
Murat Tolga Şen
Newyork 2019: 2008 yılı içinde izlemedim ama mutlaka yazmak istedim. Tüm zamanların en başarılı Mad Max replikası… 80’ler sinemasının en nadide örneklerinden biri olarak ülkemizde de gösterilmiş bu ucuz post apokaliptik serüvenini tüm distopya düşkünlerine şiddetle öneririm. Ayrıca bu tarz bir yapımdan beklenmeyecek derecede ciddi bazı gelecek önermeleri de mevcut.
Neon Maniacs: Video zamanlarının enfes filmlerinden biri… Videocu camlarına asılan enfes posteri ile kendini meşhur etmiş bir ucuz film. filmin altına döşenmiş elektronik müzik ve yer yer başarılı makyajlarla öne çıkan rahat izlenen eğlenceli bir korku.
Xuxa: Contra Baixo Astral: Aslında bu bir çocuk filmi… Ama çok karanlık bir yapısı ve korkutucu ögeleri var ve bir çocuk filmi için aşırı kaçabilecek bir cinsellik iması taşıyor. İzledikten sonra bir süre gerçek yaşama adapte olamama ve hayatı saçma sapan bir müzikal gibi algılama yan etkisi taşıyor.
The Fall: Tarsem’in kamera ile çektiği eşsiz bir şiir… Tüm zamanların en iyi görsel başarılarından biri ama bir yandan da çok mütevazi bir yapım. Sizi çocuk düşlerinize götürecek ve bittiği anda yeniden seyretmek isteyeceksiniz.
El Orfanato: Eski usül sıkı bir korku filmi… Duygusal yapısını ustaca kurarken gizemi de giderek artan çarpıcı ve üzücü finali ile kalbimizi titreten bir İspanyol şahanesi. Peter Medak’ın harika korkusu Changeling’e açık göndermeler yapan korkunun sadece kanla değil atmosferle sağlanması gerektiğini hatırlatan bir yapım.
Masis Üşenmez
[REC]: 2008 yılı iyi zombi filmi yaptı. Artık zombilik de iyice virüsle bulaşır oldu. El kamerası taktiğiyle listeme giren Rec, İspanyol korku sinemasının da parıldayan yıldızlarından biri oldu bu yıl.
Cloverfield: Listemdeki ikinci el kamerası filmi Cloverfield merak üzerine inşa edilmiş ilginç bir canavar filmiydi. Ben özellikle canavar düşene kadarki parti kısmını sevdim filmin. Her şey normal giderken birden filmin ivme kazanması çok etkileyiciydi.
The Fall: Bu senenin değil sinema tarihinin belki de en iyi filmlerinden biri. Özellikle fotoğraf meraklıları için her sahnesi ayrı bir başyapıt. Kalıplara sığmayan müthiş bir deneyim.
Hellboy II The Golden Army: Hellboy sevgim yüzünden listeme aldığım film ilkinin üzerine Pan’ın Labirentini koyarak ilerliyor sanki. Elfleri tüm haşmetleri ile Yüzüklerin Efendisi’nden sonra tekrar sinemada görmek de ayrı bir heyecandı. Peki neden elf prensimiz dövüş sanatları ustasıydı? Peki o final güzelim filme yakıştı mı? Bunları boşveriyor ve Guillermo Del Toro’ya üç kere ole ole ole diyorum.
El Orfanato: Senenin en iyi korku gerilim filmlerinden biriydi benim için. Tıkır tıkır işleyen bir perili ev hikayesi. Yönetmeni de yakın takibe alıp gelecekte atacağı adımları merakla bekliyorum.
Not: Listede iyiden kötüye, A’dan Z’ye ya da çıkış tarihlerine göre bir sıralamaya gidilmemiştir. Hepsi candır canandır.
Murat Kızılca
Kataude Mashin Gâru (Machine Girl, 2008): Machine Girl, bu sene korku dünyasına bomba gibi düştü. Aslında basit bir intikam hikâyesi anlatan film, tempo ve senaryo açısından aksaklıklar barındırsa da müthiş ötesi ‘gore’ sahnelerini olası en eğlenceli biçimde anlatabilmesi sayesinde mutlaka izlenmeli. Film boyunca havada uçuşan kafa, kol ve bacakların haddi hesabı yok. Özellikle matkap sütyene hasta oldum!
Rule Number One (2008): Benim için bu senenin en büyük sürprizlerinden biri oldu. Genelde Hong Kong yapımı filmlerde göze çarpan bir öğe olan türler arası dalgalanmaların, şimdiye kadar hiçbir filmde bu denli başarılı uygulandığını görmemiştim. Polisiye, korku, gerilim ana türleri arasında ustaca dans eden film, yer yer ‘film noir’ akımına göz kırpan sahneleri ile beni benden aldı. Sinemayı seven birinin bu filmden keyif almaması imkânsız. Aynı zamanda Öteki Sinema için yazdığım ilk film olması da Rule Number One’ı nazarımda daha değerli kılıyor. “Rule number one, there is no such thing called ghost!”
Philosophy of a Knife (2008): 1930-1945 yılları arasında Khabarovsk, Rusya’da Japonların Unit 731 olarak adlandırdıkları esir kampında yapılan deneyler anlatılıyor bu yarı belgesel yarı kurmaca yapımda. Özellikle işkenceden beter deneylerin canlandırıldığı sahneler kimi zaman ekrana bakmayı zorlaştırıyor. Cannibal Holocaust’tan (1980) bu yana bu kadar rahatsız edici görüntüler izlememiştim.
G.P. 506 (2008): Güney Kore’nin sınır karakollarından birindeki 21 askerden 20 tanesi ölmüş, geriye kalan tek kişi ise kendinde değildir. Olayı araştırmak için karakola gelen bir grup askerin yaşadıklarını ‘flashbackler’ ile destekleyerek anlatan film, izleyiciyi 2 saatliğine koltuğuna mıhlıyor. Müthiş atmosferi ile bir anda izleyeni içine alan ve finale kadar bırakmayan başarılı bir korku gerilim. İzlerken nefes almayı unutmayın.
The Fall (2006): 1920’lerde bir hastanede yatan, film setinde yaralanmış bir dublör, aynı hastanede tedavi gören kolu kırık küçük bir kız çocuğuna bir masal anlatmaya başlar. Ama ne masal! Görsel açıdan izleyeni zevkin doruklarına çıkarmakta iddialı olan The Fall “sinema öldü, artık çekilecek bir şey kalmadı” diyenlerin suratında bir tokat gibi patlıyor.
Tolga Demirtaş
Sandık (Can Evrenol): İnternette tanıştığınız kaç kişi kısa filmci çıkar? Tesadüf eseri bir internet sitesinde karşılaştık Can ile, kısa sohbetimiz arasında bana kısa filmleri olduğundan bahsetti. İzlemek için internet adresine tıkladığımda beni neyin beklediğinden haberim yoktu doğal olarak. Filmi izledikten sonraki ilk tepkim “oha” demek oldu. Açıkca söylemem gerek böyle bir film beklemiyordum. 2008 yılı içinde başıma gelen ufak ve güzel bir sürprizdi Sandık.
À l’intérieur (2008): Son yıllarda Trouble Everyday, Haute Tension, Them gibi sağlam filmler çıkartan Fransız sinemasından. Bu yıl içerisinde seyrettiğim en “öteki” filmlerden. Béatrice Dalle filmde siyah uzun elbisesiyle yine muhteşem. Bir kadına gülmemek bu kadar yakışabilir mi?
Ms. 45 (1981): İstismar sinemasının akla gelen güzel örneklerinden biri de Ms.45. Sinemada tecavüz ve intikamın ete kemiğe büründüğü filmlerden. Silik bir kadının bir terminatöre dönüşebileceğini gösteren “öteki” bir film.
Violated Angels (1967): Yönetmen Wakamatsu yapımı bir film. Film gerçek bir olaya dayanmakta; 1966 yılında Amerika’da Chicago eyaletinde bir hastanenin hemşire yatakhanesi kadın düşmanı bir sapık tarafından basılmış içerdeki sekiz kadını katletmiş, bu katliamdan sadece yatağın altına saklanan bir kadın kurtulmuştur. Wakamatsu’nun dikkatini çekense 8 kadının katledilmesi değil içlerinden birinin sağ kurtulmasıdır.
The Untold Story (1993): 2008’in son günlerinde Mert’in tavsiyesi üzerine izlediğim bir film. Filmdeki çoğu sahne sağlam mide gerektirmekte, özellikle bir sahne var ki bacaklarınızın istemsiz kasılmasını engelleyemiyorsunuz. Başroldeki Anthony Wong bu filmle favoriler listeme üst sıralardan girmeyi başardı.
Can Evrenol
Mansiyon: HP LOVECRAFT’S NECRONOMICON (Brian Yuzna, 1993): Film aslında çok iyi değil ancak bu sene hayatımda beni en derinden etkileyen şey Lovecraft olduğu için, bu listeye bir Lovecraft filmiyle başlamak istedim. Malesef, yine diğer bütün Lovecraft adaptasyonları gibi, bu film de Lovecraft’ın hakkını tam olarak veremiyor. Ancak yine de çok keyifli, çok korkunç ve çok Lovecraft-vari detaylara sahip. Biraz geç izlemiş oldum ama izlediğim en iyi Lovecraft uyarlaması diyebilirim.
SNAKES ON A TRAIN (Asylum Films, 2006): Çok saçmalıklar gördük, ama bu filmin sonundaki akılalmaz final, neredeyse son senelerde izlediğim herşeyin üzerine tuz biber ekti. Malesef ülkemizde pek adı duyulmayan SNAKES ON A PLANE filminin utanmaz bir taklitçisi olan bu utanmaz film, hem ismi hem de son 5 dakikasında gelişen olaylar sayesinde 2008’de izlediğim en “öteki” 5 filmden biri oldu. Filmin senaryo yazarına email attım, Türk’üm dedim, yazarın karısı Okan Bayülgen’in arkadaşı çıktı…
ALUCARDA (Lopez Moctezuma, 1978): Bu sene L’etrange Strasbourg festivalinde hakkında hiçbirşey bilmeden girdiğim ALUCARDA, haftalarca kafamdan çıkmadı. Sonunda salonuma posterini astım.
A L’INTERIEUR (INSIDE) (Bustillo & Maury, 2007): Bu sene MARTYRS (2008) ve FRONTIERS (SINIRDA) (2007) ile birlikte bu 3 Fransız filmi gerçekten terör estirdi. Yeni dönem Fransız aşırı şiddet sineması gerçekten rakip tanımıyor. Bu dalga bu kadarla da kalmayacak gibi gözüküyor, önümüzdeki sene Fransa/Belçika yapımı VINYAN’a dikkat!
TRAS EL CRISTAL (IN A GLASS CAGE) (Agusti Villaronga, 1986): Korku filmiyle sanat filminin iç içe girdiği, Marki De Sade sularında, oldukça rahatsız edici ama bir o kadar da dokunaklı bir tecrübe. Bunca karanlık ve rahatsız edici filmi ard arda izlediğim bir dönemde, adını hiç duymadığım bir filmin gelip, bu şekilde içime islemesine çok sasırdığımı söylemeliyim..
MESSIAH OF EVIL (Williard Huyck, 1973): İnternette çeşitli sebeplerden dolayı telif hakları bulunmayan, kamu malı olmuş filmlerin arasında tesadüfen rastladığım bu psychedelic sanat eseri sadece bu sene izlediğim en “öteki” film değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en sevdiğim filmlerden biri oldu. Kütüphanelerimizde CARNIVAL OF SOULS’un (1962) yanındaki yeri hakeden bu baştan çıkarıcı filmin ilk 5 dakikasını izleyin, bırakamayacaksınız.
Yazılar, yazarların ‘Öteki Sinema’ yazar kadrosuna katılış sıralarına göre verilmiştir.
Hepinize iyi seneler arkadaşlar.
Tüm yazılar için teşekkürler
Harika bir iş çıkarıyorsunuz. Geçirdiğiniz evreleri takip etmekte zorlanıyoruz açıkçası. En başta sevgili Murat olmak üzere, öteki sinemanın gelişimi konusunda gösterdiğiniz özveriye hayran olmamak elde değil. 2009 çok iyi bir sene olacak sizler için.
Yazdıgınız filmlerden birkaçını görmuştüm. Diğerlerini de bulup izlemeye çalışacağım.
İyi seneler
Gülnur seni ‘Öteki Sinema’nın değerli bir kalemi olarak görüyoruz. ‘Fright Night’ yazını çok sevmiştik ve devamını bekliyoruz.
Çok yakında geliyor bir tane:)
bende 2008de “uzumaki” diye bir film izledim. site yazarlarından bi eleştirisini beklerim. spiraller hakkında korku filmi yapmış adamlar. çok ilginç bir filmdi.
@kemal karabacak:
Uzumaki (2000) ile yollarımız sanırım 3 sene kadar önce kesişmişti. Haklısınız gayet enterasan bir filmdir. Japonya’da çok başarılı olmuş bir manganın sinema versiyonudur. Fakat film için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Uzumaki heyecan verici birçok sahne barındırmasına rağmen, bir türlü bir bütün olmayı başaramıyor. Yine de kesinlikle eğlenceli bir seyirlik olduğunu söyleyebilirim.
Aynı yönetmenin 2003 yılı yapımı Tokyo 10+01 filminde de benzer hayal kırıklığını yaşamıştım. Bariz bir biçimde Battle Royale rip-off’u olan film, belli bir noktadan sonra asıl amacıymış gibi gözüken “eğlenceli film” olmaktan çıkıyordu.