“Sayın Ali Murat Güven, merhaba…
Size bu sürpriz mesajı İsveç’ten, başkent Stockholm yakınlarındaki Märsta kasabasından gönderiyorum.
Adım, Cecilia Åkerfeldt-Bentzer… 66 yaşında, emekli bir iş kadınıyım.
İnternette yaptığım araştırmalar sonucunda, sizin özellikle Yeşilçam’ın siyah-beyaz dönemine ait kayıp Türk filmleri alanında uzmanlaşmış bir sinema tarihi araştırmacısı olduğunuzu öğrendim.
Benim de Türk sinemasına ilişkin, yıllardır içime ukte olan bir sorunum var ve sizden bu konuda dostça yardım talep ediyorum.
1966 yılıydı. Henüz 20 yaşında gencecik bir kız olarak üniversitede işletme eğitimi görüyordum ve o yılın yaz aylarında bir grup İsveçli öğrenci arkadaşımla birlikte tatil için Türkiye’ye gelmiştim. Türkiye, o günlerde özellikle İskandinav ülkelerinde yaşayan bizler için son derece moda bir tatil diyarıydı. İstanbul’da geçirdiğim eğlenceli günlerden birinde, yolum -tamamen tesadüf eseri olarak- Türk sinema sektöründen ünlü bir çiftin (Yönetmen Yücel Uçanoğlu ve aktrist Esen Püsküllü) düğün törenine düşüverdi. O düğünde beni konuklar arasında gören yakışıklı Türk aktörü Göksel Arsoy ve karizmatik yönetmen Memduh Ün de yakında çekimine başlayacakları ‘Altın Çocuk’ adlı casusluk filminde başrollerden birini teklif ettiler.
İnanılmaz çılgın bir maceraydı ve ben 1966 yılı Göksel Film şirketi yapımı ‘Altın Çocuk’ta dönemin yıldızı Göksel Arsoy’un İngiliz ajanı sevgilisi Helen’i oynadım. Bu benim hayattaki ilk ve son oyunculuk tecrübemdir. Sırf eğlence olsun diye ekibine katıldığım o filmin çekimleri bitince ülkeme geri döndüm, sinema dünyasıyla da bir daha hiçbir ilişkim olmadı. Eğitimime paralel olarak İskandinav Havayolları’na girdim ve orada 35 yıl çalışarak şirketin pazarlama müdürlüğüne kadar yükseldim. Bu havacılık şirketinin geçmişte çok tutmuş pazarlama konseptlerinden biri olan ‘Eurobonus Projesi’ de bana ve ekibime aittir.
Sizden çok, ama çok rica ediyorum. Başrolünde oynadığım, fakat 46 yıldır doğru düzgün izleyemediğim o filmden, Memduh Ün’ün ‘Altın Çocuk’undan bir DVD kopya bulmamda bana yardımcı olunuz lütfen!.
Filmimi yıllardır arıyorum, fakat DVD sürümünü bir türlü bulamıyorum. Tek amacım, ölmeden önce kendimin 20 yaşındaki o toy hâlini şöyle keyifle bir izlemek ve mümkünse DVD kopyalarını da çocuklarıma, torunlarıma imzalayıp armağan etmek…
Bu olay, benim için Türkiye’deki bir grup güzel insanla yaşadığım unutulmaz bir hatıradır. Umarım, onca iş yoğunluğunuz içinde beni kırmaz ve yardımcı olursunuz.”
İskandinav Havayolları‘nın (SAS) üst düzey yöneticisi Cecilia Åkerfeldt-Bentzer, kendisinden bana ulaşmak için yardım talep ettiği (Türk fantastik sinemasıyla da yakından ilgilenen House of Ninja Dixon adlı trash film bloğunun kurucusu) İsveçli sinema yazarı Fred Anderson ile birlikte gönderdiği e-posta mesajında üç aşağı beş yukarı böyle diyordu.
E, bizim şu kısacık hayattaki misyonumuz zaten ne ki? Adına “sinema” denilen büyülü feneri kültürleri birbirine yakınlaştırıcı bir enstrüman olarak kullanarak, dini, dili, ırkı her ne olursa olsun insanları mutlu etmek! Daha önce de Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafından gelen bu yönde bir sürü taleple karşılaşmış, bunların büyük bir bölümüne de olumlu cevap verip gerekli yardımlarda bulunmuştum.
Gerçi yaklaşık yarım asır önce çekilen ve uzun yıllardır da piyasada hiç gözükmeyen “Altın Çocuk” filmi, temiz bir kopyasının bulunması noktasında beni oldukça zorlayacağını tahmin ettiğim can sıkıcı bir örnekti; fakat “Kazmayı azimle sallayan dağı deler” diyerek, Cecilia Teyze‘yi hayatının sonbaharında mutlu edebilmek adına Yeşilçam‘ın kayıp filmler dünyasındaki o karanlık dehlizlere bir kez daha dalıverdim.
Yakın çevremde, sinema sektöründe geçirilmiş uzun yılların kazandırdığı bazı istisnai dostlarım var. Yedinci sanata duydukları sevginin düzeyini “sinefil”sözcüğünün bile karşılamakta yetersiz kaldığı türden çok özel kişiler bunlar;Türk sinema tarihi adına bugüne kadar her ne bulmuşlarsa tutkuyla derleyip toplamışlar. Öyle ki arşivlerinde 5-6 bin yerli filmin kaydı bulunan, koleksiyonculuğun şâhikasına ulaşmış türdeşlerimle bile karşılaştığım oluyor Yeşilçam‘ın renkli tarihinde ilerlerken…
İlk etapta Cecilia Teyze‘nin talebi için de bu dostlardan birine başvurup, zamanında televizyon kanallarımızdaki yerli film yayınlarından yaptıkları bir “Altın Çocuk” video kaydını almayı düşündüm. Ancak, 46 yıllık bir hasretten sonra İsveç‘e bu filmin köşesinde televizyon kanalı logosu bulunan, ikide bir reklamlarla kesilip duran, üstelik de -en azından- İngilizce altyazısı bulunmayan alelade bir DVD kopyasını göndermenin çok da şık bir karşılık olmayacağına karar verdim.
Tam da sağa sola “Bana Göksel Arsoy’un ‘Altın Çocuk’ filminin doğru düzgün bir DVD versiyonunu bulun, n’olur?” diye haber salmışken, Yunanlı müteveffa dostum Vassilis Barounis‘in “Onar Films” etiketiyle yayımladığı “Fantastik Türk Filmleri” serisi aklıma geliverdi. 2011 yılı sonbaharında, henüz 48 yaşındayken kaybettiğimiz bu sıra dışı sinema tutkunu, beyninde peydahlanan o lanet olası tümör yumrusu kendisini en verimli çağında aramızdan söküp alana kadar, Atina‘da kurduğu “Onar Films” adlı küçük bir şirketle, çocukluğundan bu yana tutkuyla bağlı olduğu Türk sinemasının birbirinden deli dolu örneklerini ardı ardına bir DVD seti şeklinde piyasaya sürmüştü. Ki hafızam beni yanıltmıyorsa “Altın Çocuk” da o müstesna filmlerin arasında yer almaktaydı.
İsveç‘e, izleyenlerin diyaloglarından hiçbir şey anlayamayacağı sıradan bir televizyon kaydını göndermektense, İngilizce altyazı seçeneği bulunan, ayrıca Vassilis‘in de menüsündeki “bonus material” bölümüne oyunculara ilişkin filmografiler, fragmanlar, lobi kartları ve afişler eklediği, her biri özgün birer kapak tasarımıyla basılmış o koleksiyonluk DVD‘lerden 8-10 tane bulup postalamak çok daha zarif bir davranış olacaktı.
Buna karşılık, gelin görün ki Avrupa kıtasının en çılgın sinefillerinden biri olan Vassilis Barounis artık yaşamıyordu. Onun vefâtıyla birlikte, her türlü stok durumunu yalnızca kendisinin bildiği home-ofis şirketi Onar Films de yakın zamanda tarihe karışmıştı.
Buna karşılık, Yunanlı dostumun genç yaşta dul kalan banka memuresi eşi Madam Julia‘yı arayıp “Elinizde, Vassilis’ten sonra onun yayımladığı 14 Türk filminden henüz satılmamış olan DVD’ler kaldı mı?” diye sorduğumda, “Yayımladığımız hemen her filmden bir miktar DVD mevcut… Fakat, bunların hepsi evimizin bodrumunda ve karton kutularda duruyor. Bana Vassilis’i hatırlattıkları için de uzun süredir hiçbirine dokunmuyorum. Eğer ki bir şekilde Atina’ya gelir ya da birini gönderebilirseniz, kutuları tek tek kontrol ederiz, kalmışsa size istediğiniz filmden istediğiniz sayıda DVD verebilirim” sözleriyle yanıtladı sorumu…
Bu telefon görüşmesinin kısa bir süre sonrasında da mensubu olduğum“sinema manyakları ailesi”nin en kıdemli ve aynı zamanda en çılgın üyelerinden, yapımcı, yönetmen, aktör ve seslendirme uzmanı Kunt Tulgar, Vassilis‘in DVD‘lerinden valizinin alabildiği kadar bir miktarı alıp İstanbul‘a getirmek üzere THY‘nin Atina uçağına biniyordu. Bu angaryayı Kunt Ağabey‘in sırtına yıkmamın nedeni ise an itibarıyla bir tek onun pasaportunda geçerli bir Schengen vizesi bulunmasıydı. Atina‘ya günübirlik uçmak çok büyük bir mesele olmamakla birlikte, pasaportumda süresi yeterli bir Schengen vizesi olmadığından ve bu yöndeki yeni bir başvuru da en az 10-15 gün süreceğinden, yalnızca bizim gibi tiplerin kalkışabileceği böylesi çılgın manevralar karşısında kesinlikle üşengeçlik sergilemeyeceğini iyi bildiğim Tulgar üstadımıza yıkmıştım söz konusu görevi… Ki kendisinin hem müteveffa Vassilis‘i, hem de ailesinin üyelerini -önceki yıllardaki görüşmelerden dolayı- yakından tanıyan biri olması da fazladan bir avantajdı.
Sonuçta, Kunt Ağabey geçtiğimiz ay Atina‘ya gitti, Julia‘dan Onar Films şirketinin piyasada artık çok zor bulunan DVD’lerinden mâkûl sayıda bir seçkiyi teslim alarak ertesi gün geri döndü. Gelen filmler arasında 15-20 adet gıcır gıcır “Altın Çocuk” da vardı.
O, Atina‘da Vassilis‘in evinin bodrumunda, ondan geriye kalan karton kutuların içinde “Altın Çocuk” filmlerinden bir düzine kopya bulmaya uğraşırken, ben de burada boş durmayıp Yeşilçam‘ın altın yıllarından kalma hatıra eşyaları satan internet sitelerinde, Beyoğlu‘nun ara sokaklarındaki efemeracılarda uzun gezintiler yapıyor ve “Altın Çocuk” filmine ilişkin ekstra bir şeyler bulmaya uğraşıyordum. Nitekim, buldum da… “Eski film fotoğrafları ve afişleri” üzerine Gittigidiyor‘un en geniş arşive sahip, aynı zamanda insanî açıdan da en olgun karakterli satıcılarından biri olan “Canus” nâmlı dostumda Göksel Arsoy ile toy partneri Cecilia Åkerfeldt‘i bir sürat teknesinin üzerinde ufka doğru artistik bir şekilde bakış atarken gösteren nefis bir siyah-beyaz kart baskı fotoğraf buldum. İsveçli teyzemiz, DVD‘lerinin yanı sıra bu nadide kareyi de gördüğünde hiç kuşkusuz çok mutlu olacaktı.
Velhasıl, geçtiğimiz günlerde Cecilia‘nın filmlerini, o siyah-beyaz film fotoğrafını da paketin içine koyarak Stockholm‘e gönderdim. Kargo 3-4 gün gibi kısa bir sürede hedefine ulaştı. Cecilia ve kendisine aracılık eden değerli meslektaşım Fred Anderson‘dan gelen mesaj, bu karmaşık “kayıp film”operasyonundan sonra alabileceğim en samimi teşekkürü içeriyordu.
Paketi kendisinin adresine gönderdiğim Fred, hiç zaman yitirmeden Cecilia‘ya ulaşmış, onu her ikisine yakın bir kafeteryada kahve içmeye davet etmiş, sürpriz yapıp DVD‘lerini oracıkta kendisine teslim ederken de muhatabımızın fotoğraflarını çekmişti. Şimdi, her ikisi de o fotoğrafları yanına ekledikleri bir e-postayla sımsıcak birer teşekkür iletiyorlardı bu fakire…
Hele de Cecilia‘nın şu notu beni dakikalarca güldürecekti:
“Aile çevremde 40 küsur yıldır, ‘Ben Türkiye’de bir filmde başrol oynadım’ derdim de hiç kimsecikler inanmazdı. Sayenizde hem çocuklarıma hem de torunlarıma bunun yalan olmadığını kesin bir şekilde kanıtladım. Ailemizin çeşitli yaşlardan üyeleri filmi izleyince tek kelimeyle dumur oldular. Torunlarımın bile bana bakışı değişti, ‘Vay nine sen neymişsin gençliğinde’ deyip duruyorlar bugünlerde… Hayatımıza kattığınız bu yepyeni renk için size minnettarım.”
“Altın Çocuk”un iyi bir ses ve görüntü kalitesine sahip DVD kopyalarına ulaşınca, çok uzun yıllar öncesinde, siyah-beyaz TRT döneminde izlediğim bu James Bond taklidi Türk casusluk serüveninin ayrıntılarını hatırlayabilmek için evde oturup ben de hikâyeye yeniden göz attım. Filmi izlerken beni en çok güldüren ayrıntılardan biri de yapımcıların giriş jeneriğinde Cecilia‘nın adını yayımlarken hemen altına “İsveçli ünlü kapak kızı” gibi akıllara zarar bir açıklama koymuş olmalarıydı. Klasik Yeşilçam bezirgânlığı işte; sen kalk Esen Püsküllü ile Yücel Uçanoğlu‘nun düğününde bir köşede oturan Kuzey Avrupalı bir üniversite öğrencisine “Gel bizim filmimizde başrol oyna” de, sonra da hayatındaki yegâne kamera önü tecrübesi bundan ibaret biri için “kapak kızı” ibaresini kullan. “Yüksekten atış”ın tamamen serbest olduğu, kamuoyunun bu gibi sallamaların arka planını enine boyuna araştırmasının mümkün olmadığı bulanık bir dönemde bizim turist Cecilia da olmuş sizlere yılların değme foto-modeli!
Öte yandan, filmi izlerken, yan rollerden birinde (Üsküdar-Kız Kulesi‘nin altındaki gizli laboratuvarda İstanbul‘u havaya uçuracak nükleer bombayı üreten çılgın bilgin) dikkatimi çeken, sarı kafalı ve keçi sakallı bir yabancı daha vardı ki bu er kişinin sırrı da Cecilia ve Fred ile yaptığım ikinci bir yazışmada ortaya çıktı.
Meğerse, o da 1966 yılı yaz tatilinde Cecilia ile birlikte İstanbul‘a gelen erkek arkadaşı Lars-Åke Skager imiş. İlk günlerde Kapalıçarşı‘dan Çamlıca Tepesi‘ne, şehrin tarihî ve turistik cazibe merkezlerinde hep birlikte tıngır mıngır dolanırlarken bir anda “Altın Çocuk”un setine dahil olup bol miktarda pala bıyıklı esmer adamın ortasına düşmelerinden sonra bizim İsveçli eleman manzaradan fena hâlde kıllanarak kıskançlık krizlerine girmiş ve hem yönetmen Memduh Ün‘e, hem de başrol oyuncusu Göksel Arsoy‘a, “Cecilia benim kız arkadaşım, onu bu ortamda yalnız bırakmak istemiyorum. İlle de sette bulunacağım” diye tutturmuş. Memduh Hoca da genç adama tam onun tipine uyacak bir “yabancı kökenli atom bilgini” rolü vererek gönlünü ferahlatmış. Böylelikle, hem sevgilisini sürekli gözünün önünde tutmuş Lars; hem de filmde onun da küçük bir rolü olmuş.
Cecilia‘nın günümüzde taşıdığı “Bentzer” soyadı doğal olarak filmin jeneriğinde geçmiyor; çünkü o ikinci soyadını hayat arkadaşını bulup onunla evlendikten sonra almış. Kendisine, “Pekiyi, kıskançlık krizlerine giren Lars’a ne oldu?” diye sorduğumda, “Onunla evlenmedik, hayat bizi farklı yönlere doğru savurdu. Fakat hayatımız boyunca hep iki yakın dost olarak kaldık. Lars sonradan müthiş bir kariyer yaptı, hem Göteborg şehrinin belediye başkanı oldu, hem de ülke çapında çok sevilen bir politikacı… Kendisini gördüğüm ilk seferde, bana gönderdiğiniz DVD’lerin bir kopyasını ona da vereceğim. Eminim, şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktır” şeklinde yanıtladı sorumu…
Ayrıca, “46 yıl önceki setten hatırınızda ne gibi ayrıntılar kaldı?” dediğimde de Göksel Arsoy‘un kibarlığı, Memduh Ün‘ün babacanlığı, senaryonun -tıpkı kendisi gibi o filmde ilk kez sinema oyunculuğuna soyunan- kel kafalı kötü adamı Altan Günbay‘ın aslında çok başarılı bir opera sanatçısı olduğu gibi ayrıntıları hâlâ net olarak hatırladığını anlattı Cecilia… Bir de, filmin sonlarına doğru, kötü adam Günbay‘ın kendisini “işkenceyle öldürdüğü” sahnede başına bir kaza gelmesin diye çekim ekibinin ne kadar ihtimam gösterdiğini de ekledi, “Memduh’a, Göksel’e ve Altan’a, bir şekilde karşılaşırsanız benden her üçüne de selam söyleyin lütfen… Kendilerini hiç unutmadığımı bilsinler! Hepsi de çok güzel karakterli insanlardı.”
Son olarak, yapım şirket Göksel Film yetkililerinin, çekimler sırasında ev adresini kaydettikleri Cecilia‘ya, “Altın Çocuk”un gişede büyük bir ticarî başarı kazanması üzerine, “Türk halkı senin soğuk sarışın tipini çok sevdi. Okulunu bırakıp Türkiye’ye gel, seni ülkemizin en ünlü yıldızlarıyla başrollerde oynatalım” şeklinde bir davet mektubu gönderdiklerini, genç kızın ise o mektuba, “Bu benim için yalnızca egzotik bir ülkedeki ilginç bir maceraydı. Hayattaki kariyer hedefim sinema değil, ticaret… O yüzden, nazik teklifinizi üzülerek reddetmek zorundayım” mealinde bir cevap gönderdiğini de öğrendim.
Sinema sevdası işte aynen böyle bir şey, tam bir sürprizler galerisi… Tanımadığım bir ülkeden tanımadığım bir kadıncağızın gönderdiği sürpriz bir mesajla, yalnızca bir-iki ay içinde ne kadar tuhaf maceralara sürükleniverdim; aynı süreçte de hayatıma renk katan nice yeni ve ilginç sinemasal bilgiler edindim.
Pekiyi, bunca koşuşturmaya değdi mi? Değdi elbette…
Ali Murat Güven
Değerli dostum ve meslektaşım Murat, keyifle hazırladığım bu yazıyı “Öteki Sinema” okurlarıyla paylaştığın için çok teşekkür ederim. Seni sevgiyle ve saygıyla selamlıyorum.
O kadar güzel bir hikaye ki film senaryosu olurmuş bu anlattıklarınız