Dünyayı şoka uğratan olayın ardındaki gerçeği keşfedin.
“The Conjuring/Korku Seansı”nın rekor kıran başarısının ardından, New Line Cinema’nın doğaüstü gerilimi “The Conjuring 2/Korku Seansı 2”, bir kez daha James Wan’ın yönetiminde, ünlü demonologlar (şeytan ve cinlerin varlığını araştıran uzmanlar) Ed ve Lorraine Warren’ın dosyalarından bir başka gerçek vakayı ele alıyor.
Vera Farmiga ve Patrick Wilson, Lorraine ve Ed Warren rollerine geri dönerek, Warren çiftinin en korkunç paranormal araştırmalarından birini yapmak üzere, Londra’nın kuzeyine, kötü ruhların rahatsız ettiği bir evde dört çocuğunu tek başına büyütmeye çalışan bekar bir anneye yardım etmeye gidiyorlar.
Serinin ilk filmi olan Wan imzalı “Korku Seansı” özgün korku film dalında gelmiş geçmiş en büyük açılış hasılatını yapmıştı. Dünya çapında elde ettiği 319 milyon dolarlık gişe hasılatıyla, film, “The Exorcist/Şeytan”dan sonra özgün korku filmi dalında tüm zamanların en çok gişe hasılatı yapmış ikinci film olma özelliğini sürdürüyor.
Filmin başrolünü paylaşan diğer oyuncular şöyle: Bekar anne rolünde Frances O’Connor; onun çocukları rolünde Madison Wolfe ve Lauren Esposito, Patrick McAuley ve Benjamin Haigh; ayrıca, Maria Doyle Kennedy, Simon Delaney, Franka Potente ve Simon McBurney.
Filmin senaryosu Chad Hayes, Carey W. Hayes, James Wan ve David Leslie Johnson’ın, hikayesi ise Chad Hayes, Carey W. Hayes ve James Wan’in kaleminden çıktı.
YAPIM HAKKINDA
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
LORRAINE: “Gördüğümüz her şeyden sonra,ikimizden birini sarsan pek fazla bir şey yok. Ama bu… Bu benim aklımdan hâlâ çıkmıyor.”[/box]
21 Eylül 2015 tarihinde sabah 6:45’te, “Korku Seansı 2”nin ana çekimlerinin başlamasından on beş dakika önce, oyuncu kadrosu ve çekim ekibi Burbank-California’daki Warner Bros. Stüdyoları’nın 4 no’lu platosuna henüz girmemişken, Roma Katolik Kilisesi’nden onaylı bir şeytan çıkarıcı ve demonolog Lorraine Warren’ın şahsi dostu Albuquerque-New Mexico’dan Peder Steven Sanchez yapımı kutsama ayinine başladı.
Peder Steve daha sonra sette mevcut olacak herkesi şahsen kutsamak için davette bulundu. Ardından, stüdyoyu kutsal suyunu kullanarak gezdi ve ana seti oluşturan her odayı kutsamak için yağ serpti; belgelenmiş bir musallat olayı hakkında film yapan ekip hiç riske girmek istemedi. Daha sonra, ve ancak ondan sonra çekimler başladı.
1970 yılında, Warren çifti Harrisville-Rhode Island’da ücra bir yerdeki bir çiftlik evine musallat olmuş kötü niyetli bir varlıkla mücadele ettiler —bu vaka 2013 yılında Wan’in muazzam başarı kazanan “Korku Seansı” adlı filminde beyaz perdeye aktarıldı. Ardından, kariyerlerinin kamuoyunda en fazla yankı uyandıran vakaları Amityville geldi; ki bu vaka onları az kaldı mahvediyordu.
Bu yaz, yazar-yönetmen-yapımcı James Wan sinemaseverleri bir kez daha dehşete düşürme peşinde. Bu kez, “Korku Seansı 2”de, paranormal araştırmacılar Ed ve Lorraine Warren’ın yaşadığı, kamuoyunda yankı uyandırmış, müthiş korku yaratmış bir başka gerçek vakayı gözler önüne seriyor.
1977 yıllarının sonudur. Long Island’ın etkilerini henüz akıllarından silememiş olan Warren çifti kendi kararlarıyla yaptıkları uzun tatilin ardından kuzey Londra’ya, kalabalık Enfield ilçesindeki Hodgson aile evine şeytani bir varlıkla savaşmaya giderler. Çoğu kişinin aldatmaca olduğunu düşündüğü olaylar, paranormal tarihçesinin en iyi belgelenmiş vakalarından biri olacaktır.
“İlk filmde onlarla tanıştığımızdan beri Ed ve Lorraine’in yaşadığı her şey onları Enfield’e yöneltiyordu” diyen Wan, şöyle devam ediyor: “Hayatları boyunca araştırdıkları vaka repertuarı içinde, Enfield en zorlulardan biri… ve korkutuculardan. Ayrıca, pek çok açıdan Amityville vakasının yansıması olması itibariyle de son derece ilginç. Dolayısıyla, filmde buna da değiniyoruz.”
Vera Farmiga ve Patrick Wilson, Lorraine ve Ed rollerine geri döndüler. “Lorraine Warren’ın kimliğine bürünüp 20 mil daha koşturmak benim için gerçekten keyifliydi” diyerek gülümsüyor Farmiga ve ekliyor: “İnsanın en üst düzey oyunculuğunu ortaya çıkarmasını gerektiriyor. Öte yandan, James bizi A’dan Z’ye çok iyi tanıyor ve bize nasıl ulaşacağını biliyor. Bence Patrick de, ben de bu kez daha bile özgüvenli ve rahattık.”
“Sanırım Warren çiftinin hikayesi ve dünyasına inanıyorum” diyen Wan, şöyle devam ediyor: “Onların dünyasını Vera ve Patrick’le birlikte irdeleme ve bu özel hikayeyi hayata geçirme fırsatı benim için olağanüstü heyecan vericiydi.”
Wilson bunu doğruluyor: “Bu hikayenin hiçbir kısmı bize kendimizi tekrar ettiriyor gibi hissettirmedi; farklı bir şey yapmak için kendimizi zorluyor ama bir yandan da izleyiciye ilk filmi başarılı kılan öğeleri veriyorduk. Bu benim için çok önemliydi.”
Yapımcı Peter Safran, Enfield senaryosunun ilk filmin hikayesine doğal bir devam hikayesi oluşturduğunu hissetti. Yapımcıya göre, bunun nedeni kısmen, Enfield vakasının belgelenmiş doğaüstü şeytan girme vakalarının en bilinen örneklerinden biri oluşu, ayrıca şartların yapımcılara filmin ilkine benzemeyen bir görüntü ve his yaratma olanağı sunuşuydu. 1977 Londra’sı —madenci grevleri devam ediyordu, punk hareketinin başlangıcıydı— Warren çifti için gerçekten çok farklı bir ortamdı.”
Bu hikayeye özgü bir diğer öğe de, yapımcı Rob Cowan’a göre, “paranormal olaylara karşı şüpheci yaklaşımdı. Bu şeyler gerçekten oluyor muydu? Polis, muhabirler, fotoğrafçılar olaylara dahil oluyorlardı… bir süre sonra, oraya giden ve konu hakkında konuşan insan sayısı yüzünden olay biraz sirke döndü. Kızın o sesi kendisinin çıkarıp çıkarmadığını kontrole gelen bir vantrilok bile vardı.”
İlk filmle zıtlığı daha da vurgulayan Wan şunları söylüyor: “‘Korku Seansı’nın coğrafyası samimiydi, ücra bir yerde bir çiftlik eviydi; bu hikaye ise büyük bir şehirdeki toplu konutlarda geçiyor; dolayısıyla komşular yakın, trafik var. Sırf mekanın yapısı gereği , insanlar olan bitenlere daha yakinen tanık oluyor.”
Fakat belki de “Korku Seansı 2”de görülen en korkutucu tuhaflık, bu kez, şeytani varlığın yalnızca aileye odaklanmakla kalmayışıdır…o şey her ne ise, Warren çiftine doğrudan saldırır ve Ed ile Lorraine’in Hodgson ailesi için olduğu kadar birbirleri için de korkmalarına neden olur.
Warren çiftinin gelişinden önce, Hodgson evi Alman parapsikolog Anita Gregory (Franka Potente ) ve İngiliz paranormal araştırmacısı Maurice Grosse (Simon McBurney) tarafından da sıkça ziyaret edilmiştir. Fakat aile üzerinde en büyük etkiyi bırakan ve en büyük farkı yaratanlar Warren çifti olmuştur.
Olay sırasında 11 yaşlarında küçük bir kız olan, Hodgson ailesinin en büyük acıyı yaşayan bireyi Janet Hodgson Winter, “Ed ve Lorraine geldiğinde, ilk kez eve rahatlatıcı bir şeyin ulaştığını hissettim, bize yardım etmeyi denemeye geldiklerini hissettim” diyor. Şeytani varlığın başlıca hedefi olan Janet, filme danışmanlık yaptı.
Janet’ın ablası ve filmin bir diğer danışmanı olan Margaret Hodgson Nadeem ise Lorraine ve Ed’in ilk ziyaretiyle ilgili olarak şunları aktarıyor: “‘Bu evde kesinlikle bir şey var’ dedi Lorraine. Olan biten her şeyi anlattık; her şeyin nasıl başladığını ve nasıl devam ettiğini, ondan kurtulamadığımızı. O ise şöyle dedi: ‘Daha önce de bu şeylerden gördüm, size yardım etmek için elimden geleni yapacağım.’”
Wan, Hodgson ailesinin yaşadığı çeşitli gerçek olayları beyaz perdeye uyarlamak için senarist David Leslie Johnson’ın yanı sıra, “Korku Seansı”nı yazmış olan ve Warren çiftinin dünyasını bir kez daha ziyaret etmeye istekli yazarlar Chad ve Carey Hayes’le birlikte çalıştı.
Bir süredir Wan’le çalışma fırsatı kovalayan Johnson, “Bu benim gerçek bir hikayeye dayanan ilk senaryomdu. Korku filmlerine her zaman çok ilgi duymuşumdur ama bu filmde benim için hakikaten dikkate değer olan şey, olayın yalnızca gerçek oluşu değil, aynı zamanda yaşandığı dönemde kamuoyunun çok ilgisini çekmiş olması ve pek çok görgü tanığının bulunmasıydı. Polis bile raporlar yazmıştı; bu, soyutlanmış bir ailenin ya da birkaç kişinin anlattığı bir hikaye değildi.”
Chad Hayes ise şunları söylüyor: “Bu gerçek bir ailenin paramparça oluşuna dair çok güçlü bir hikayeydi. Baba gitmişti. Anne evini geçindirebilmek için varını yoğunu ortaya koyarken bu olaylar ortaya çıkıveriyordu. Tüm araştırmamızdan sonra bile, bu vaka… akla hayale sığmıyor… ama gerçek.”
Carey Hayes ise şunu ekliyor: “Ed ve Lorraine, Amityville’den sonra çok şey yaşamışlar. Örneğin şarlatanlıkla suçlanmışlar. Buna rağmen, küçük Janet’ın aynı şeyle suçlanması yüzünden, bu tür sorunlar yaşayan ailelere her zaman duydukları şefkatin ötesinde, Lorraine onunla özdeşleşecek, Ed de savunacak bir şey buluyor.”
Bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, Lorraine Warren, Hodgson ailesinin evine vardığında ve ailenin yaşadığı tehlikeyi ilk gördüğünde derhal nasıl bir korku hissettiğini dün gibi hatırlıyor: “Kızların iki yatakta yattığını görebiliyordum. Sonra havalandılar ve havada zikzak çizdiler, kızlar çığlık attı. Onlara yardım etmem gerektiğini anladım.”
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
LORRAINE (Ed’e): “İnsan olmayan bir varlık seni öldürmek istiyor.Bunu yapmaya devam edersek, öleceksin.”[/box]
“Ed ve Lorraine için Perron vakası ile Hodgson vakası arasındaki yıllarda pek çok şey değişmişti. Sanırım bunun nedeni altı yıllık doğaüstü savaş, dışarıdan gelen şüpheci yaklaşım ve tükenmişlikti; iblislere karşı verilen altı yıllık mücadeleydi” diye gözlemliyor Farmiga.
Filmin açılışında, Warren çifti Amityville’e çağırılmışlardır ve burada bir ruh çağırma seansı yaparlar. “Neler olup bittiğini anlamak için uzman olarak çağırılmışlar” diyor Cowan ve ekliyor: “Dolayısıyla, filme bununla başlıyor ve o evde gerçekten ürkütücü bir şey olduğu sonucuna vardıklarını görüyoruz.”
Aslında, araştırma ekiplerinin yakaladığı çok ünlü bir fotoğraf var: Küçük bir erkek çocuğu ikinci katın parmaklıklarından bakıyor. Çocuğun yıllar önce orada öldürülmüş olan DeFeo aile üyelerinden biri olduğuna inanılıyor. Film Lorraine’in seans sırasında şeytani bir varlık yüzünden nasıl zorlandığını ve sonrasında bu varlığın onu rahatsız etmeye devam ettiğini gösteriyor.
Çiftin Enfield yolculuğuna ön ayak olan kısa sekansta, aradaki sürenin çift üzerinde zihnen ve bedenen ne kadar derin bir iz bıraktığını görürüz. Farmiga bu konuda şunları söylüyor: “Bunu atlatmalarını sağlayan şey aralarındaki çok büyük sevgiydi, ama Lorraine bana her zaman şunu söyledi: ‘Bu işin takdiri ilahi olduğunu biliyorum, böyle olması gerekiyormuş, ve hoşuma gitse de gitmese de, hazırlıklıyım.’ Lorraine’in içinde hiç kuşku yoktu. Ayrıca, bu filmde onların birlikteliğinin derinliğini işlememiz de hoşuma gitti.”
Wan ise şunları söylüyor: “Benim ‘Korku Seansı 2’yi yapma nedenlerimden biri Vera ve Patrick’le yeniden çalışmaktı. İlk filmde onlarla o kadar güzel vakit geçirdim ki bu dünyayı genişletmek ve sevdiğim insanlarla çalışmak gerçekten muhteşemdi. Vera ve Patrick sizin Warren çiftini hakikaten önemsemenizi sağlıyorlar; bence korku filmlerinde karakterleri önemsemeniz önemli —çünkü o zaman korku çok daha güçleniyor. Ayrıca, Ed ve Lorraine’in birlikteliği ve Patrick ile Vera’nın buna hayat veriş biçimi de çok hoşuma gitti. Bir filmde bir aşk hikayesi anlatmak gibi gizli bir arzum vardı; sanırım bunu bir korku filmi kisvesi altında gerçekleştirdim!”
Farmiga da Wan’le işbirliği yapmaktan gerçekten keyif aldığını söylüyor ve şunu ekliyor: “Ekip olarak çok yakınlaştık. Ayrıca, James’in hayal gücünün neredeyse bir çocuğun masalsı bir kabusunun yetişkin versiyonu gibi olduğunu hissediyorum; onun vizyonunda anlatım gücü ve şiir var.”
Aktris rolün bu kez geçen seferkinden bile daha çok yönetmene inanç ve olağanüstü bir dayanıklılık gerektirdiğini de belirtiyor: “Bu kadar fazla karanlıkla uğraşmak yıpratıcı ve çok zorluydu. Bu sinema türünde, rol kesemezsiniz, kalbinizin ve ruhunuzun derinliklerinde bulabildiğiniz en özgün, en sahici performans olmak zorunda.”
“Filmin daha en başlarında, Lorraine’in kendisine en yakın insanları etkileyen sıkıntı verici imgelemler gördüğüne dair temeli oturttuk” diyen Wan, şöyle devam ediyor: “Dolayısıyla, kendisine ihtiyaç duyan bu aileye yardım etmek istediği halde, hikaye boyunca son derece gergin, son derece tetikte çünkü olacaklardan, hatta Ed’i kaybedebileceğinden endişe duyuyor.”
Safran bu konuda şunları söylüyor: “Ed ve Lorraine gerçekten birbirine aşık bir çift; birbirini bulmuş ve birbirleri için yaratılmış, ruh eşi olan iki insan. Senaryoda bu var ama Patrick ve Vera’nın karakterleri oynayışında daha da öne çıkıyor; bize diğer her şeyin etrafında döndüğü mihenk taşını sağlıyorlar. Lorraine çekimler sırasında sette hazır bulunup Vera ile Patrick’in, kendisinin Ed’le olan ilişkisini nasıl güzel yakaladıkları konusunda yorumlar yaptı.”
2006 yılında vefat etmiş olan Ed Warren’la hiç tanışmamış olsa da, Wilson, “Lorraine’le vakit geçirme fırsatı buldum, dolayısıyla hem onun hem de kızları ve damatları Judy ve Tony Spera’nın vasıtasıyla Ed’i tanıdım. Bunun yanı sıra, onun yer aldığı DVD’ler ve ses kayıtlarını izledim. Bu filmde Ed’in hayatının ekrana yansıtabileceğimiz en önemli anlarını bulma konusunda daha da çabalıydık” diyor.
Böylesi bir karakter özelliği Wan’in film için yazdığı ilk senaryoda kendine yer buldu ve buna “Elvis sahnesi” adı verildi. Nispeten neşeli bu sahnede, Ed, Hodgson ailesine bir şarkı söylüyor. Wilson bunu şöyle açıklıyor: “Ed şakacı biriymiş ve ıslık çalmayı, müziği severmiş. Lorraine filmde şarkı söylediğim için mutluydu çünkü Ed’in ruhunun orada olduğunu söyledi; Ed her zaman bulunduğu yeri ilk aydınlatan kişiymiş. Bir seansa başlayıp, ‘Karnım aç, süt ve kurabiyesi olan var mı?’ diye sorabilen bir şahsiyetmiş.”
“Elvis sahnesi” bu film konusunda Wilson’un takdir ettiği değişikliklerden yalnızca biri. “Bu vakanın hoşuma giden yanı, dramatik açıdan, aynı alanda gezinmemiş olmamız” diyen aktör, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Herhangi bir şeytan çıkarma ayinine İncil ve haç ile gidersiniz. Ama Ed ve Lorraine burada çok farklı bir şeyle karşı karşıyalar ve belki de çabaları sonuçsuz kalacak. Bir aktör olarak, oynaması ilginçti, farklı bir canavarla karşı karşıyaydık. Ayrıca, gerek mizah, gerek romantizm, gerek korku türünü birazcık farklılaştıran küçük şeyler… benim için heyecan vericiydi.”
İlk “Korku Seansı”nda, korumacı olan, Wilson’ın karakteriydi ama ikinci turda kartların el değiştirmesi Wan’in hoşuna gitti. Yönetmen bu konuda şunları söylüyor: “Şimdi roller değişti. Bu kez daha korumacı olan Lorraine çünkü Ed’in başına gelebileceklerden korkuyor. Gerek aralarındaki dinamiğe, gerek Patrick’in, eşini korumak ve bu aileye yardım etmek için her şeyi yapabilecek, neredeyse korkusuz ve pratik bir insan olarak canlandırışına bayılıyorum.”
Ed’in gerçekten de elinden geleni ortaya koyması gerekebilir. Karşısındaki varlık çok güçlüdür. Enfield vakası oldukça uğraş gerektirecek, hem Ed ile Lorraine’de, hem de Hodgson ailesinde derin bir iz bırakacaktır.
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
ED: “Bizim yardımımıza fazlasıyla muhtaç bir aile var.”[/box]
Her ebeveynin en büyük korkusu evladının acı çektiğini görmektir. Peki ya çocuğun acısının kaynağı, tarif edilemez, ulaşılamaz ve hatta gerçek bile olmayabilecek bir şeyse? Peggy Hodgson için evine olağanüstü bir kötülüğün girdiği, hatta kızı Janet’ın içine sızdığı gayet aşikardır. Aynı derecede aşikar olan bir diğer şey de, ailesini korumak için yapabileceği bir şeyin olmadığıdır.
Hayatından bezmiş Peggy’yi canlandıran Frances O’Connor şunları söylüyor: “Dört çocuğuyla birlikte bir toplu konutta yaşayan bekar bir anne olduğu için, filmin başında bile oldukça zor bir hayat yaşıyor. Parası yok ve kocası hiç nafaka ödemiyor. Haliyle, evin içinde büyük bir gerginlik var. Çok hızlı bir şekilde, küçük, paranormal şeyler oluyor ama Peggy öyle stresli ki gözü bunları görmüyor bile.”
Ta ki işler gitgide daha çok tırmanana kadar. “Bir gece, kızların dolabı hareket edip kapıya çarptığında nihayet doğaüstü varlıkla yüzleşiyor. O noktadan sonra işler daha da kötüye gidiyor” diyor aktris.
O’Connor, gerçekleştikleri dönemde Hodgson aile evindeki olaylardan haberdardır. “Hikayeleri okuyor ve havalanan kızların resimlerini falan görüp, bu durumu çok korkutucu buluyordum. Çok fazla belge vardı. Dolayısıyla, senaryo bana geldiğinde, onu anlatmak ilgimi çekti.”
Wan ise, “Rol için Frances O’Connor’ı istediğimi baştan beri biliyordum. Onun çalışmalarına büyük hayranlık duyuyordum, ta Avustralya’da yaşadığı dönemden beri. Peggy’nin gücünü, iç çatışmasını, umutsuzluğunu hayata geçirmesi için Frances kadar yetenekli birine ihtiyacımız olduğunu biliyordum” diyor.
O’Connor şu gözlemini aktarıyor “Dışarıdan bakıldığında, Peggy oldukça sert bir karakter gibi görünüyor. Bana kalırsa omuzlarına bütün hayatın yükü binmiş ama tüm bunların ardında, çocuklarını çok seven bir kadın var. Peggy’nin duygusal olarak kendini nasıl ifade ettiği —ya da etmediği— anlamında, burada oynaması gerçekten harika öğeler mevcuttu.”
Yapımcılar hayallerindeki yetişkin oyuncu kadrosunu çabucak ekibe katmış olsa da, Wan şunu itiraf ediyor: “Bence seçimi açısından en zor rol Janet Hodgson’dı çünkü 11 yaşındaki bir kızın yaşadığı kırılganlığı gerçekten yakalayabilecek bir küçük oyuncu bulmamız gerekiyordu; ve şunu söylemeliyim ki Madison Wolfe’u bulduğumuz için çok şanslıydık.” Filmin inandırıcılığı büyük ölçüde bu genç aktrisin içine şeytan girmiş bir kız portresine dayanıyordu. Wan şunu söylüyor: “Başlangıçta Janet’ın masumiyet ve saflığını, ama sonra evinde yaşayan bu varlığın etkisi altına girdikçe yavaş yavaş değişimini —ve zehirlenişini— yansıtmayı hakikaten başardı.”
Wolfe, Janet karakteri için alçakgönüllü bir şekilde şunları söylüyor: “Bence çok zeki ve tatlı bir kız ama bu şeyler olmaya başladığında çok etkileniyor, herkesin etkileneceği gibi.”
Farmiga ise genç rol arkadaşından övgüyle söz ediyor: “Maddy Wolfe bu kadar genç bir yaş için çok etkileyici ve çok bilgili. Muazzam bir dayanıklılığa sahip: Olumsuzluğun en içlerine ve derinlerine daldı ama buna rağmen çok neşeli ve pozitif bir kız. Bunu izlemek gerçekten şaşırtıcıydı çünkü bir kayıtta derinlere dalıp bir an o durumdan sıyrılıyor ve James’e bunu ayrıntılı şekilde aktarıyor, hemen sonrasında ise eski durumuna geri dönüyordu. Çok incelikli bir oyunculuğa sahip ki bence bu gerçekten son derece hayranlık verici.”
Wilson daha önce Wolfe’la çalışmıştı, ancak aktrisin performansı —İngiliz aksanı da dahil olmak üzere— o kadar iyiydi ki senaryo okumaları sırasında Wilson onun aynı aktris olduğunu fark etmedi. “Oğlumun okulundan bir kız olabileceğini düşünüp durdum, orada gördüğüm bir kızın İngiliz kopyası gibi dedim kendi kendime” diyen aktör şöyle devam ediyor: “Ama Madison okumalardan sonra gelip, bir başka filmde benim kızımı oynamış olduğunu söyledi, hem de Louisiana aksanıyla! Elbette o film birkaç yıl önceydi ve birlikte çok fazla sahnemiz yoktu. Sonuç olarak Madison’ın bu filmdeki aksanı o kadar iyiydi ki İngiliz olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yoktu.”
Wolfe aynı zamanda bir ponpon kız ve jimnastikçi; bu iki beceri rolün fiziksel gereksinimlerinde büyük fayda sağladı. “Dayanıklılığıma katkıları oldu çünkü belirli fiziksel sahneleri tekrar tekrar ve farklı açılardan yapıyorsunuz, yani oldukça yorucu olabiliyor” diyor genç aktris.
Kendisinin en sevdiği sahne epey enerji ve hız gerektirdi. “Kesintisiz bir kayıttı. Kamera beni sandalyede uyumaktayken görüntüleyerek sahneye başladı, ardından Frances alt kata geldi ve beni üst kata yatağa götürüyor. Sonra kamera pencereye dönüyor, o sırada yağmur başlıyor ve günün aydınlanması gerekiyor ve kamera döndüğünde koltukta beni buluyor. Bu sahne sırasında, kamera bana geri dönmeden önce üst kata çıkıp üstümü değiştirmem, aşağı geri koşmam ve koltuğa oturmam gerekiyordu; zamanlama mükemmel olmak zorundaydı. Süperdi” diyor gülümseyerek.
Bu, Wolfe’un fiziksel sahnelerinden yalnızca biriydi. Bir diğer sahne sırasında, Janet ve ablası Margaret yataklarında havalanıyorlar. Wolfe bunu şöyle aktarıyor: “Kesinlikle ilk defa böyle bir şey yapıyordum. Kıyafetleriniz altına bir tür koşum takımı giydirip sizi kablolarla tavana bağlıyorlardı. Tavanda odanın herhangi bir yerine gitmemizi sağlayan bir düzenek vardı. Bu gerçekten eğlenceliydi.”
Janet’ın ablası Margaret’ı Avustralyalı aktris Lauren Esposito canlandırdı. “Margaret kız kardeşi Janet söz konusu olduğunda çok korumacı, özellikle kardeşi o varlığın etkisi altına girmeye başlayıp tüm o çılgın şeyler olduğunda” diyor Esposito ve ekliyor: “Sanırım bu şeyler yüzünden, Margaret zaman zaman dehşete kapılsa da, iki kardeş birbirleriyle daha da yakınlaşıyorlar.”
Esposito setteki en korkulu anını şöyle aktarıyor: “Dolap Janet ve Margaret’a doğru gelip kapıya çarpıyor. Bu sahne oldukça korkutucuydu çünkü bana çarpmasına birkaç santim kalmış gibi geldi.”
Rolün bol miktarda çığlık atmayı gerektirmesi yüzünden, Esposito akıllılık ederek yanında hep bir şişe suyla birlikte, “limonlu ve ballı çay” ve boğaza iyi gelen ne varsa” bulundurduğunu söylüyor.
Hodgson oğlanlarını canlandıracak küçük oyuncuların ikisi de Londra‘dan seçildi. Ağabey Johnny Hodgson’ı Patrick McAuley; konuşma bozukluğu olan, en küçük kardeş Billy’yi ise Ben Haigh oynadı. Haigh’in kekelemeyi öğrenmesi, ayrıca aksanını da biraz değiştirerek hikayenin geçtiği Kuzey Londra aksanıyla konuşması gerekti.
Cowan bu konuda şunları söylüyor: “Bulduğumuz çocuklar açısından çok şanslıydık çünkü, James’in doğrulayacağı gibi, korku ve dehşeti yaratmaktır; ve kameralar çalışırken bu öğeleri çocukların yüzünde görmediğiniz anda seyirci olarak siz de hissetmezsiniz. Oysa filmdeki çocuklarımızın hepsi muhteşemdi.”
Warren çifti gelmeden önce, Hodgson evi öncelikle medyanın olmak üzere alandaki diğer uzmanların da gereğinden dikkatini çekmişti. Alman aktris Franka Potente gerçek hayatta var olan parapsikolog Anita Gregory’yi canlandırdı. Gregory ailenin tüm bu şeyi uydurup uydurmadığı konusunda oldukça şüpheciydi. Simon McBurney ise çok daha az şüpheci paranormal uzman Maurice Grosse rolündeydi. Chris Royds gerçek hayatta var olan, Enfield’deki olayları gazete adına haber yapmakla görevli Daily Mirror fotoğrafçısı Graham Morris’i canlandırdı.
Öte yandan, Hodgson ailesi tamamen destekten yoksun da değildi; komşuları Vic ve Peggy Nottingham (Simon Delaney ve Maria Doyle Kennedy) aileye huzur ve sığınacak bir yer sağladı. Hodgson vakasını Warren çiftinin dikkatine sunan, çiftin dostu ve danışmanı Rahip Gordon rolünü bir kez daha Steve Coulter üstlendi.
Hem Janet Hodgson Winter hem Margaret Hodgson Nadeem onları canlandıran genç aktrislerle tanıştırıldı. Ama belki de sette gerçekleşen en dokunaklı an Lorraine’in 1977’de küçük birer kız olan Janet ve Margaret’la 38 yıl sonra yeniden buluşmasıydı. Gözyaşları ve sarılışlar arasında, Janet, Lorraine’e şöyle fısıldadı: “Sen bize gerçekten yardım etmeye çalışan tek insandın.”
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
JANET & BILLY: “Yamuk yumuk bir adam vardı ve çarpık çurpuk yürüyordu…”[/box]
Bazen çocukluğun en masum şeyleri, örneğin bir ruh çağırma tahtası ya da bir ninni, bir filmin en tedirgin edici, en tüyler ürpertici görüntülerini yaratabilir. “Korku Seansı 2”de, hikayenin küçük bir parçası olarak başlayan şey, —Janet Hodgson küçük Billy’nin daha akıcı konuşmasına yardım etmek için bir 19. yüzyıl manisi çalan bir zoetrop kullanıyor— yapımcıların ona hayat verme kararıyla çok daha büyük ve korkutucu bir karaktere dönüştü.
“Zaman geçtikçe, evdeki iblisin elindeki tüm gücü aileyi korkutmaya çalışmak için kullanması gerektiğini hissettik” diyor Cowan ve ekliyor: “James bunu yapmanın özellikle etkili bir yolu olarak küçük zoetropa hayat vermeyi düşündü…2 metre boyunda şekilsiz bir adam olarak.” Ama bu şey bir çocuğun hayal gücünün masum bir yaratımı değildir.
Hodgson evinin eski sakini, 72 yaşındaki Bill Wilkins de öyle. Artık ölmüş olan Wilkins’in ruhu, görünüşe göre, gidememekte, gerek en sevdiği sandalyeyi, gerek küçük Janet’ın ruhunu işgal etmeyi seçmektedir. Ancak, anlaşılır ki Bill bile çok daha şeytani bir şeyin etkisi altındadır; Lorraine Warren’ı Amityville’den beri rahatsız eden bir şeyin.