Egzotik Toplist: Adada Geçen En iyi 10 Film!

24 Kasım 2017

Gerçek veya yapay adalar hayal gücümüzü her zaman harekete geçirir. Büyülü adalar, gemi kazazedelerinin yalnız kaldığı adalar, hazine adaları, hapishane olarak kullanılan adalar, hedonizm veya gizem yeri olarak gösterilen adalar, kapalı toplulukların yaşadığı, ayinlerin yapıldığı adalar ya da canavarların yaşadığı adalar…

The Tempest’tan Robinson Crusoe’ya ve Lord of the Flies’a kadar zengin ada hikayeleri edebiyat dünyasından miras kaldı, sinema da bu mirası devralmakta gecikmedi. Daniel Defoe’nun gemi kazası geçiren bir karakteri anlattığı klasik kurgusu, ilk olarak Georges Méliès tarafından 1902 yılında sinemada gösterildi ve o günden bu yana sonsuz varyasyonlarla yeniden çekiliyor. Bazı filmlerde adalar bir kenara bırakılıyor ve dünyadan çok uzaklarda, galakside alternatif yerler aranıyor. (Robinson Crusoe on Mars, 1964; The Martian, 2015).

Uygarlıktan uzaklaşma fikri cazibesini hiçbir zaman kaybetmedi. En son Robinson filmi, önceki işleriyle efsanevi Japon animasyon stüdyosu Studio Ghibli’yi harekete geçiren Hollandalı-İngiliz Michael Dudok de Wit yönetmenliğinde, animasyon formunda çekildi. Ghibli’nin alışılagelmiş inceliği ve bakış açısıyla çekilen The Red Turtle, kaza yapan bir gemiden sağ çıkan ve bir sal yaparak buradan kaçmaya çalışan, her seferinde gizemli bir dostu tarafından hayal kırıklığına uğratılan bir karakterin büyüleyici hikayesini anlatır.

The Red Turtle’ın bu kıyılara varışını kutlamak için, birlikte dünyadan uzaklaşacağımız 10 önemli ada filmini listeledik. Ada ülkeleri veya şehirleri yerine, seyrek nüfuslu küçük adacıklara odaklandık

blank
THE EDGE OF THE WORLD, from left: Belle Chrystall, Eric Berry, 1937

The Edge of the World (1937)

Yönetmen Michael Powell

The Edge of the World’ün girişinde, bir yelkenli izole ve terk edilmiş bir İskoç adasının etrafında turlar. Kaptan Andrew (Niall MacGinnis), yatın burjuva sahibine (Michael Powell) adanın isminin, Hirta, ölüm anlamına geldiğini söyler. Kıyıya yanaştıklarında, eski ada sakinlerinin ölülerin ruhunu ve hayaletleri andıran görüntüleri çift pozlamayla önünden geçerken Andrew etrafı izlemeye koyulur.  Yakınlarda, bir mezar taşının üzerinde “geçti” yazmaktadır ve daha sonra film Hirta’nın nasıl terk edildiğinin hikayesini anlatmak için geçmişe gittiğinde, Andrew arkadaşı Robbie’nin (Eric Berry) ayrılma isteğini tarif etmek için yine bu kelimeleri (“diğer tarafa geçti”) kullanır.

Filmin sembolik, trajik sonundan da anlaşılacağı gibi, ayrılmak ölümle eşdeğerdir. Söz konusu ölüm, bir yaşam şeklinin, özellikle Hebrides sakinlerinin adayı terk etmesiyle tarihe karışan bir yaşam şeklinin ölümüdür. Açılış sahneleriyle yaratılan melankoli, The Edge of the World’ü eski dünyanın yok oluşuna yakılmış bir ağıt haline getirir ve bu dünyayı sürdürmenin imkansız olduğuna dair bir farkındalık vurgusu da söz konusudur.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Isle of the Dead (1945)

Yönetmen Mark Robson

Ardnold Böcklin’in aynı isimli resminden esinlenen Isle of the Dead, 1912 Balkan Savaşı’nda vücut parçalarının etrafa saçıldığı savaş alanını, karısının yakınlardaki bir adada bulunan mezarını ziyaret etmek amacıyla terk eden General Pherides’in (Boris Karloff) hikayesini anlatır. Veba salgını patlak verdiğinde, Pherides bir dizi ada sakiniyle birlikte karantinada kalır. Zamanla batıl inançlar gün yüzüne çıkar, çember daralmaya başlar ve ada onlar için bir tabuta dönüşür.

Yapımcı Val Lewton, Isle of the Dead’den memnun kalmamıştı, çünkü RKO’daki stüdyo yöneticilerinin vizyonunu körelttiğini hissediyordu ve ölümün « iyi » olduğunu kabul etmemizle ilgili şiirsel görüşlerini « karmakarışık bir korku » filmine indirgemelerinden hoşnut değildi. Ancak film onun düşündüğünden çok daha etkili oldu, öyle ki Martin Scorsese bile filmi tüm zamanların en korkunç filmler listesine dahil etti. Sonuçta ortaya çıkan iş, Lewton’un ilk başta arzulamış olduğu karanlık, belirsiz şiirselliği barındırıyordu.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Stromboli (1950)

Yönetmen Roberto Rossellini

Ünlü “savaş üçlemesinin” ardından Rossellini, Stromboli aracılığıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan artçı sarsıntıları keşfetmeye devam eder. Evsiz kalan insanların yaşadığı bir kampta Litvanyalı mülteci Karin (Ingrid Bergman), özgürlüğünü kazanmak için pek tanımadığı İtalyan bir adamla evlenir. Birlikte Tyrrhene Denizi’ndeki küçük bir volkanik ada olan Stromboli’deki evine seyahat ederler. Köyde az sayıda insan yaşamaktadır ve yerel papaz, hayat burada zor olduğu için insanların ayrılmak zorunda olduklarını ve volkanik kaya yüzünden toprağın daha da sertleştiğini söyler. Karin bir cezaevinden kurtulup başka bir tanesine geçtiğini çok geçmeden anlayacaktır.

Rossellini, Karin’i savaş sonrası egosunun simgesi olarak görür, ancak mutsuz evliliğini tasvir ederken aynı zamanda daha derin yalnızlık, dişilik ve kurtuluş sorularını da keşfeder. Adadaki hayatı tasvir ederken kendisinin imzası niteliğindeki İtalyan yeni gerçekçiliğine başvurur. Film ilerledikçe volkan daha büyük bir kuvveti temsil eder. Kozmolojik bir ruhsallık gelişerek ustaca, yenilikçi bir sonuç doğurur.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

The Naked Island (1960)

Yönetmen Kaneto Shindo

The Naked Island, Japonya’nın Setonaikai takımadalarındaki ufak bir adada tek başına yaşayan küçük bir ailenin günlük hayatlarını ayrıntılarıyla anlatır. Mahsulleri için temiz su getirmek üzere tekrar tekrar yakınlarındaki adaya kürek çekmeleri, daha sonra evlerine dönmeden önce adalarını kuşatan tepenin zirvesine ağır, dolu kovaları taşımaları gerekir. Ritüel haline gelmiş işleri çeken yönetmen Kaneto Shindo, hem fiziksel emek için harcanan büyük çabayı bize hissettirir, hem de karakterleri çevreleyen geniş, açık manzaraların doğal güzelliğini yansıtır (banyo yaparken annenin (Nobuko Otowa) nasıl gülümsediğine bakın).

Çevreden en iyi şekilde faydalanan filmin kusursuz görselleri, rüzgar ve dalgaların oluşturduğu ara ara duyulan muhteşem müzikle birleşerek, ortaya derinlikli ve büyüleyici bir iş çıkartır. Aslında, filmin geleneksel anlatımdan, karakterizasyondan ve sözlü diyalogdan neredeyse tamamen kaçınması, filmi saf sinemanın mükemmel bir örneği haline getirmektedir.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Zorba the Greek (1964)

Yönetmen Michael Cacoyannis

Üç Akademi Ödülü kazanan Zorba the Greek, fırtınada bir araya gelen, kitaplara düşkün yazar Basil (Alan Bates) ile şen şakrak, hayat dolu, filmle aynı ismi taşıyan muzip Zorba karakteri (Anthony Quinn) arasında gelişen dostluğu konu alır. Basil babasından miras kalan boş bir maden ocağını yeniden açmak üzere Girit’e gitmeye çalışmaktadır ancak tekneleri gecikir, bu da Zorba’ya kendisine bir iş vermesi için Basil’i tatlı dille ikna edecek süreyi kazandırır. Girit’e vardıklarında, kendilerini hemen köyün iki duluna kaptırırlar, bir yandan da yavaş yavaş maden ocağındaki işlerine başlarlar.

Zıt karakterlere sahip olan Basil ve Zorba’nın, Apollon/Dionysos benzeri bir “ruh” ve “et” ikilisini temsil ettiği anlaşılabilir. Bu, filme kaynaklık eden romanın yazarı Nikos Kazancakis’in eserinde çok belirgindir. Film, kitaptaki derinliğin çoğunu yansıtmazken, ortaya çıkan işin yaşam sevincini anımsatan güzel bir eser olduğu doğrudur.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Profound Desires of the Gods (1968)

Yönetmen Shohei Imamura

Birkaç yıl önce Blu-ray’i çıkana kadar batıda pek tanınmayan bu üç saatlik efsanevi epik film, Pasifik’in delici mavi ışıkları içinde yoğrulmuş gibi durmaktadır. Japonya’nın güney ucunda bulunan Okinawa takımadasındaki (kurgusal) bir subtropik adada geçen bu film, Shohei Imamura’nın 1960’lı yıllarda Japon toplumunun sınırlarında yaptığı insan keşiflerinin geldiği en yüksek nokta olup bu kez bu ücra yerin geleneklerine ve topluluğuna etnografik, neredeyse entomolojik bir bakış sunmaktadır.

Profound Desires of the Gods, yerlilerin tuhaf adetlerinden ve davranışlarından rahatsız olan, anakaradan gelmiş bir figürü (bir kuyunun yapımını denetlemek üzere gelen mühendis) göstermesi bakımından The Wicker Man’in (1973) habercisidir. Karakterin kaderi yerel halkın dışladığı ensest Futori ailesiyle birlikte yazılmıştır. Film Japonya’nın hızlı modernleşmesi ve bunun geride bıraktıkları hakkında bir alegoriyi gözler önüne serer. Prodüksiyonu 18 ay süren filmde (yönetmenin ada hayatına kendisini kaptırdığı söylenir), Imamura olağanüstü görüntüler içeren ve nemle çevrilmiş sert, güzel, çatışmalarla dolu bir filmle dönüş yapmıştır.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Hell in the Pacific (1968)

Yönetmen John Boorman

Issız ada filmleri, hikayelerini genellikle kısa diyaloglarla veya daha az sayıda oyuncuyla anlatan enteresan sinematik minimalizm kaynakları olabilir. John Boorman’in 1968 yapımı Hell in the Pacific filminde yalnızca iki oyuncu rol alır: Pasifik Savaşı’nda birbirlerine karşı savaşıp South Seas adasında sahile vuran iki askeri canlandıran aktörler, Lee Marvin ve Toshiro Mifune. Ufuğun ötesinde savaşın nefreti hala devam ederken ve hala birbirlerinin düşmanıyken, ikili adadan kaçışlarını planlamak için birlikte çalışmak zorunda kalır.

Frank Sinatra’nın None but the Brave (1965) filmi, daha önce çekilmiş benzer bir film olması bakımından türe ayak izlerini bırakmıştır. Kara film özellikleri taşıyan Point Blank’i (1967) henüz çekmiş olan Boorman, frenlenen bu iktidar savaşına kendi hayal dünyasından bir şeyler de eklemiştir. Palau adalarında çekilen Hell in the Pacific, Boorman’ın daha ironik olan finali dağıtıcı tarafından reddedilince daha uygun bir finalle biter, ancak insanların birbiriyle iletişimde olup iş birliği yapması gerektiğine dair ilginç bir alegori olmaya devam eder.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Jurassic Park (1993)

Yönetmen Steven Spielberg

King Kong (1933), Mysterious Island (1961), The Land That Time Forgot (1974) gibi filmlerde, bilmeden keşif yapan gezginler ve gemi kazası geçirmiş karakterler uzak adalarda hala yaşayan dinozorlarla karşılaşırlar. Steven Spielberg, Michael Crichton romanı aracılığıyla, yüksek teknolojiden faydalanarak yarı bilimsel bir şekilde bu formülü günceller. Dinozorların fosilleşmiş DNA’dan genetik olarak tasarlanmış olabileceğini ve ada temalı bir parkın sınırları içinde yaşayabileceklerini (ya da yaşayamayacaklarını…) öne sürer.

İnsanların haince müdahalesi ve doğanın kontrol altına alınmayı reddedişi sonucunda, sanayici John Hammond’ın (Richard Attenborough) kibirli vizyonu yıkım ve katliamla son bulur. Ada korku türüne yabancı olmayan Spielberg (Jaw’s filmindeki insan vs. hayvan hikayesi, Marha’s Vineyard adasında geçer), Kosta Rika’nın kurgusal Isla Nublar adasında geçen Jurassic Park’ı, gerçekte Hawaii’nin Kauai adasında çeker. Film gözyaşlarıyla bitse de, izleyici tarih öncesi sürüleri ve kocaman brakiyozorları izler; dolayısıyla yönetmen bu Pasifik cennetinde merak uyandıran anları bir araya getirmeyi başarmıştır.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

Battle Royale (2000)

Yönetmen Kinji Fukasaku

Bir yanda, The Most Dangerous Game (1932) ve Agatha Christie’nin And Then There Were None filmi gibi, konukların yavaşça ölmeleri için bir adaya davet edildikleri filmler, diğer yanda ise adaya düşen kişilerin cesaretlerini sınayan yarışlarda kıyasıya mücadele ettiği, realite şov alt türüne ait, gladyatörvari hayatta kalma mücadelelerini konu alan filmler… Tecrübeli Japon yönetmen Kinji Fukasaku’nun son filmi bu iki tür arasında bir geçiş niteliğindedir. 42 öğrenciden oluşan bir sınıfın sert bir hükümet tarafından kaçırılarak uzak bir adaya götürüldüğü, burada birbirleriyle karşı karşıya getirildikleri ve tek galip kalana kadar ölümüne savaştırıldıkları, distopik bir geleceği tasvir eden The Hunger Games (2012) filminin de taslağını oluşturur.

Quentin Tarantino’nun kendi yapmış olmayı en çok istediği film Battle Royale, kaos patlak verdiğinde, ekranda azalan öğrenci sayısının skorunu tutar. Lord of the Flies hikayesinin neşeli bir mizantropik güncellemesidir.

[divider style=”solid” top=”20″ bottom=”20″]

blank

A Bigger Splash (2015)

Yönetmen Luca Guadagnino

Güney Akdeniz’de, Sicilya ve Tunus kıyılarının arasında yer alan küçük İtalyan adası Pantelleria, Luca Guadagnino’nun şehvetli ve seksi draması A Bigger Splash’in çalkantılı atmosferi için uygun bir yerleşim yeridir. Tilda Swinton, sevgilisiyle (Matthias Schoenaerts) adada tatil yapan göz kamaştırıcı bir rock yıldızını oynar. Bir müzik prodüktörüyle (Ralph Fiennes) yetişkin kızının (Dakota Johnson) adaya habersizce gelişleri huzurlarını kaçıracaktır.

Jacques Deray’yın 1969 yapımı psikolojik gerilim filmi La Piscine, kızışan duygu karmaşası fikrinin kaynağıdır. Guadagnino’nun çektiği versiyon ise kendine özgü birtakım ilginç dokularla, özellikle Fiennes’in canlandırdığı karizmatik Harry karakterinin geri döndüğünde sergilediği neşeli halleriyle, La Piscine’in durgun atmosferinden kaçınır. Guadagnino, Swinton’la birlikte çalıştığı bir önceki filmi I Am Love’da (2009) olduğu gibi, burada da zenginlerin ışıltılı yaşam tarzlarından ve meşguliyetlerinden çok etkilenir, ancak bu kez zenginlerin miskinliklerini ve zevke düşkünlüklerini yerel adalılarla ve sığınak arayışıyla adaya gelmiş Afrikalı göçmenlerle kıyaslar.

[box type=”info” align=”” class=”” width=””]

Kaynak : http://www.bfi.org.uk/news-opinion/news-bfi/lists/10-great-island-films

Yazarlar: Alex Barrett Samuel Wigley

Çeviri : Aylin Torun[/box]

blank

Öteki Sinema

Öteki Sinema editörleri Prometheus'un David'i gibi... Siz uyurken bile, hoşunuza gidecek yazıları buluyor, itinayla hazırlıyor ve yayına sunuyor. Öteki Sinema çalışıyor!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Güney Kore Sineması’ndan En İyi 20 Korku Filmi

Güney Kore Sineması, başta korku olmak üzere, yakından takip etmeye
blank

Sinemanın En Sevimsiz Noel Babaları!

Yılbaşınızı işkenceye çevirecek, neşenizi kaçıracak, yeni yıl ruhunuzu öldürecek, keşke