Öteki Sinema’da 2005’den bu yana bir sürü şey denedik. Çok yazarlı sinema blogu olmanın katkısı büyük oldu. Film listeleri, okur anketleri, video eleştirileri festival fotoromanları vs. Çoğu zaman arkasını getiremiyoruz çünkü hepimiz işi gücü var ama yeni şeyler denemeye bayılıyoruz, bir süre sonra bunları deneyen başkalarını da görünce seviniyoruz.
Bu defa kendi içimizi okura biraz açalım istedik. Öteki Sinema yazarları aynı zamanda sıkı arkadaşlar ve köy kahvesine çevirdiğimiz bir gizli yazarlar gurubumuz var. Orada da çoğu zaman sinema odaklı muhabbetler yapıyoruz, Masis sabote etmezse tabi… İçimizdeki geyiğe dur dediğimizde ise ortaya aşağıda okuyacağınız gibi bir şey çıkıyor. (Murat Tolga Şen)
Yine geçenlerde birgün konuşuyoruz:
GRAVITY Gerçekten Yılın Filmi mi?
Evrim Ersoy: Herkes ayıldı, bayıldı, ortada benim gördüğüm inanılmaz bir teknikten başka hiçbir şey yok. Paulo Coelho’nun boş ruhani kitapları gibi bir yaklaşım ortaya yoksun, aksın, bos, kitleleri felsefi hissettirecek bir film çıkartmış. Şimdi soruyorum; sağdan say! Oteki Sinema yazarları nerede duruyor?
Yigilante Kocagöz: Seyretmedim şimdilik ortanın soluyum
Serdar Kökçeoğlu: Kadıköy’de kahve içerken gördüğüm Coelho (yeminlen!) kadar bile şaşırtmadı beni. Öncekiler 3D mastürbasyonu ise bu seks! Tamam, kabul ediyorum ama içi boş. Ya da ben boşum kendi gurultumu karşıya yansıtıyorum. Bu filmi feysbook sayfasına background yapanlarla aynı yere gömmeyin beni…
Masis Üşenmez: Grave iti yani mezarlık köpeği dimi
Evrim Ersoy: Evet, hissettiren bir hayvan dostluğu…
Murat Tolga Şen: Gravity’i ben de çok sevmedim, bir lunapark eğlencesinden fazlası değil, son anda, kılpayı, ramak kala kurtulmalardan ibaret bir uzay gösterisi…
Serdar Kökçeoğlu: Bunları makale yapıp ANTI-GRAVITY başlığıyla siteye koysak yılın en çok okunan yazısı olur bunu biliyorsunuz değil mi?
İlker Güler: Ben daha izlemedim yahu..
Murat Tolga Şen: Aslında Cloverfield’i izlediğimde işin buraya geleceğini tahmin etmiştim. Bu tür filmler artık hikaye anlatmaktan öte bir deneyimden ibaret olacak…
Utku Uluer: Bir konu hakkında yorumda bulunmak için onu bilmek gerekir ya film üzerine konuşmak içinde izlemek… Ama benim izlemeyi hiç düşünmediğim bir film. Uzaydan babam çıksa yerim ama bu gibi filmler bana bilimkurgu filmi gibi gelmiyor nedense… Fragmanını izlerken bile daraldım açıkçası. Zaten teknik olarak müthiş ama kurdeşen döktürecek bir filmdir diye düşünüyorum.
Yigilante Kocagöz: Bence bu senenin en güzel filmi World’s End’dir arkadaşlar. Vakti, imkânı olan seyretsin. Kütüğü Liverpool’a aldırasım geliyor resmen İngiliz milliyetçisi yaptı beni Simon Pegg. Ha, ama fırsat bulursam seyredeceğim Gravity’yi gene de
Fatih Yürür: Ne abartıldığı kadar iyi ne de yerin dibine sokulacak kadar kötü! İşin teknik kısmı (ki zaten başka bir kısmını merak eden var mıydı?) muazzam! Hani bir bunu izlerken bir de Dead Space III’ün dış uzay görevlerini yaparken ciddi ciddi uçuyor gibi hissetmiştim. Onun dışında Sandra Bullock hatunundan tiksinirim ama burada ilk defa hakkını vermeliyim. The Moon ile kıyaslayanları, tüm geliri bir yardım kurumuna bağışlanacak 5 roundluk boks maçına davet ederim.
Serdar Kökçeoğlu: Benim tepkili olma nedenim filmin çok abartılmasıdır.
Fatih Yürür: Abartanları dövelim abi filmin suçu yok Gayet temiz, keyifli bir film…
Murat Tolga Şen: Yayınlarım bak bunları!
Ezgi Aksoy: Henüz izlemedim
Ezgi Aksoy: Ben de başka bir pencere açmak istiyorum bakın burada “çok para harcadık, süper teknik yaptık” filmlerini kült film yapmak istiyorlar. “tehlikenin farkında mısınız” Bence uzun yıllardır süper bütçeli filmlerden süper bir film çıkmıyor. İşte yetenekli yönetmen koyup kotarmaya çalışıyorlar falan ama olmuyor da olmuyor. Sorunun kökeni biraz da bu değil mi?
Yigilante Kocagöz: Mesele dershane değil hala anlamadın mı? tarzı bir final bekledim
Ezgi Aksoy: “yannışsam yannışsın de”
Murat Tolga Şen: Artık ne kadar ıkınsak da eğlence sinemasında bir Spielberg, Lucas, Zemeckis, Dante yok çünkü bütçe arttıkça stüdyo baskısı da artıyor. Yönetmenler de başka bir tarafta at koşturuyor, rejisör dediğin mühendise dönüşüyor… mu acaba?
Utku Uluer: Bilmiyorum da uzun zamandır ilk kez İtalya’da sinema için kuyruk gördüm ve sebebi Gravity idi. Bence işin içinde yabana atılmayacak bir de reklam ve tanıtım bombardımanı var ki filmin ne kadar iyi olduğunu belirleyen tanıtım kampanyası vs. oluyor gibi. Reklamı iyi yapılırsa o film izlenir, çok izlendi mi de o film iyidir denklemi. Tanıtımın önemine hep inanırım ama bir şeylerin önüne geçiyor gibi
Ezgi Aksoy: Bu arada samimiyet de mi biraz yok oluyor acaba. Hatta az önceki söylemimi artırıyorum: bana öyle geliyor ki pek çok son dönem süper bütçeli film, 80′ler sineması ya da 90′lar sineması gerçekliği üstüne bir gerçeklik kuruyor. Güncel değil. Tamamen sanal. 80′ler sineması sürseydi bugün böyle olurdu gibi bişii.. bence…
Murat Tolga Şen: Utku bak tanıtımın gücünü Hollywood ne zaman keşfetmiş, adamlar uyanık!
“1959 yılında Levine’in Embassy Pictures adlı şirketi, başrolünde Amerikalı bir vücut geliştirici olan Steve Reeves’in oynadığı İtalyan filmi Hercules’ün tüm dünya dağıtım haklarını aldı. Maliyeti $125,000 olan bu filmin tanıtım ve reklamı için Levine $1.5 milyon dolar harcadı. Levine elindeki tüm gücü kullanarak filmin açılışını 600 salonda birden yaptı. Film inanılmaz bir başarı elde ederek yurtiçi kira gelirlerinden $4.7 milyon dolar getiri sağladı. Bundan daha fazlası diğer ülkelerde de sağlandı. Kısa bir süre sonra artık Hollywood bariz bir şekilde Levine tarzı filmlerin ve onun yapımcılık anlayışının tahakkumu altına girmişti.”
Murat Tolga Şen: Bu günümüzde de devam eden anlayıştır arkadaşlar…
Utku Uluer: hatta bugün altınçağı…
Fatih Yürür: Zaten salona “dolgun bütçeli filmin kaçınılmaz olarak yönetmenin sırtına bindirdiği stüdyo baskısı hedesinin” bilincinde gidildiği için 100 milyon dolarlık bir filmden de radikal bir yaratıcılık beklemek fazla… Ama bu günkü Hollywood çöplüğü içerisinde bakınca da hoş… Yani bir Hollywood multi bütçelisine gidip de “yaratıcılık sıfır abi!” demekle çikolataya abanıp “hala kalorisi yüksek yapıyorlar şu mereti” demek arasında fark yok. Ha karamel oranı yönetmenden yönetmene değişir… Bunda en azından karamel ve nuga var… mıç mıç…
Evrim Ersoy: İyi ki başlattık bu durumu -herkes dolmuş, dolmuş, dolmuş- yalnız bunları siteye koymayalım, biraz kendi içimizde tartışalım, böylece sırf nutuk veriyor gibi değil, birazcık konuşmaya girer.
Masis Üşenmez: Bu arada belki konuyla alakasız olacak ama en sevmediğim Kubrick filmi de Space Oddisey’dir afakanlar basmıştı, intihara sürüklendim. Gravity’den de o havayı seziyorum biraz. Anladığım kadar görsele boğulmuş bir yapıt. Henüz seyretmedim ama 3d blurayini sırf deneyimi için alabilirim çıkarsa. Ya da MTŞ hediye etsin bana ^^
Fatih Yürür: Ben Space Oddisey’i de çok severim ama Gravity onun taban tabana zıttı… SO. ne kadar iç bayıcıysa Gravity bir o kadar yağ gibi kayıp gidiyor. Yani film hiç bir şey söylemiyor değil tabi ama dönüp baktığımızda yıllar sonra aklımıza gelebilecek tek bir sahnesi de yok gibi sanki… Ama buna gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu diyeni Blade Runner DVD’siyle döverim ben şahsen…
Masis Üşenmez: Ya yeni nesilde böyle bir şey var Avatar’ı görüyor en iyi film diyor sonra Inception çıkıyor aha bu en iyi diyor Batman geliyor ona dönüyor önce seyrettiklerini unutup gidiyor.
İlker Güler: Masis, tamamen katılıyorum. Bıktım abi bıktım. 3 ayda bir hep gazlıyorlar milleti bu film süper şöyle böyle . Ondan sonra hayal kırıklığı. İşin içinde heyecanla bekleme kalmadı. Eskiden ancak sinemaya gidince fragman görürdük heyecanla beklerdik. Vizyon tarihini bile araştırırdık. Şimdi utanmasalar mms atacaklar fragmanı, filmle ilgili ne varsa her şeyi Inception yapacaklar beyinlerimize.
Utku Uluer: Tanıtıma endeksli bir nesil çünkü. En son çıkan en iyi yönlendirmesi de neo liberalizmin çok hoşuna gidiyor… bu kadar çok rahat bilgiye ulaşabiliyor olmamız genel düşünüldüğü zaman hiç iyi olmadı galiba geliştireceğine tembelleştirdi
Fatih Yürür: Valla abi ben hala sinemaya gittikçe izliyorum fragmanı, bana film önerildiğinde orada burada ne demişler diye de bakmıyorum… Mesela şunu kabul edemiyorum “Bu film beni çok hayal kırıklığına uğrattı”. Bunu çözemiyorum, bir filme dair neden hayale kapılıyoruz ki? Meseleyi bu kadar içselleştirmek ve bir şeylere abidik gubidik anlamlar yükleyip sonra da beklediğimi vermedi diye yönetmeni-yapımcıyı suçlamak komik… Ulen zaten izlemek üzere olduğumuz bir film hakkında saatlerce araştırma yapıp, fragmanını tekrar tekrar izleyerek onu tüketiyoruz. Eğer bu günün şartları altında çok da cesur bir film değilse zaten fragmanda filmin tamamını da görüyoruz.
Utku Uluer: Tamam olm kızma pardon
Fatih Yürür: Gravity’e yapılan yorumlar için söylemedim abi, geçen elemanın biri bu yorumu şu beyaz saraylı aksiyon filmlerinden biri için yapmış… “Bir Emmerich filminden ümitlenmek ve hayal kırıklığı yaşamak?”
Fatih Yürür: Aynı şeyi söylemişiz abi ayak üstü kendimi agresif hissettirdin yine bana…
Utku Uluer: Yok yahu takılıyorum sana. Ben hemen hemen hiç bir şey okumadan ve izlemeden gitmeye çalışırım filmlere. En son iron man 3 de başıma geldi uğraştı arkadaşlar benle, bu arada sevmiştim o filmi nedense
Evrim Ersoy: Benim hayal kırıklığı ile şöyle bir sözüm var. Yönetmenler belirli bir birikim ile geliyor, misal bir Chan-Wook Park filmi o yönetmenin belirli öne çıkan özellikleri ile geliyor ama filme gidip yönetmenin işi salladığını görürsem tabi hayal kırıklığına uğruyorum. Robert Mammoulian ya da Billy Wilder her türden film yaptılar ama Billy Wilder ya da Robert Mammouilan filmini baktığınız zaman anlarsınız. Ama fragman konusunda hem fikiriz – benim için iyi fragman hiçbir şey göstermez, bir teaser’dır – fragman da bir sanattır, sevelim, sevdirelim.