Hasan Karacadağ’ın bizi sevmediğinden eminiz! Çünkü oradan buradan fikirlerle ve dinsel referanslarla doldurduğu, ucuza kotarıp iyi para yaptığı korku filmleri hakkında pek iyi şeyler yazmadık. Aslında çok istiyoruz ancak yönetmen çektikleriyle bize engel oluyor!
Hasan Karacadağ, Türkiye’nin en çok korku filmi çeken yönetmeni ancak ilk filminden bu yana, yüksek ses efektleri, abartılı morph efektleri gibi ilkel tetikleyicilerden medet umuyor. Tüm filmlerindeki oyunculuklar çok kötü ama filmleri para kazanıyor. Yani bunlar Karacadağ’ın umurunda değil. Karacadağ’ın dünyada yapılan korku sineması hakkında da epey yanlış tespitleri var ama şimdi bunları deşmenin yeri değil. Bu dosyada daha önce yazdıklarımızı bir araya getirerek Karacadağ’ın çektiği korku filmlerini bir elden geçirelim istedik.
D@BBE / 2006 / 539.381 Seyİrcİ
İşimi gücümü bıraktım koşa koşa gidip izledim. ‘Ucuz’ korku filmlerini severim ama bu film ucuz değil Zavallı bir yapım…
Her şey baştan yanlış gidiyor. ürkünç sahneler var ama filmdeki oyunculuk, kurgu, ışık, kamera açıları, mekanlar (tünel dışında) o kadar yanlış ki, ürkünçlük gidiyor yerine asap bozukluğundan oluşan bir komedi geliyor.
Film genel anlamıyla STV ya da Kanal 7’de yayınlanan “Sır Dünyası” “3. Göz” vb. yapımlara yakın. Karakterler o kadar karton ki hiçbir şekilde başlarına ne geldiğiyle ilgilenmiyorsunuz. (öldüklerinde hiç üzülmüyorsunuz, çünkü yaşadıklarına inanmıyorsunuz) Duyguyu zerre veremeyen amatör -oyuncular doğal olarak korkmaları gereken sahnelerde iyice saçmalıyorlar.
Gerçekten orjinal bir fikir ancak böyle berbat edilebilirdi. Biraz acımasız olacak ama kesinlikle yeni bir “bir film nasıl çekilmemeli” dersi… Japon korkularından ve hatta “Blair cadısı”ndan araklanmış, hepsi daha önce bir şekilde gördüğünüz sahneler ve bağırtı çağırtı efektleriyle sizi korkutmaya çalışan kötü oyunculuğu daha da kötüleştiren kurgusuyla bence yılın en kötü filmi! (Murat Tolga Şen)
SEMUM / 2008 / 334.168 Seyİrci
Canan ve Volkan, mutlu bir evlilikleri olan genç bir çifttir. Yıllardır hayalini kurdukları gibi bir evin sahibi olmuş ve sonunda da bir sürü ikea mobilyası ile birlikte taşınmışlardır. Hayatlarında her şey son derece yolunda gidiyor gibidir. Ta ki… Bir gün, sesindeki nodül yüzünden travesti sanılmaktan başka hiç bir endişesi olmayan Canan hiç kimsenin anlam veremediği garip davranışlarda bulunmaya başlar. Kendisine hakim olamamakta, sanki bir şey tarafından kontrol ediliyormuşçasına davranmaktadır. Volkan eşinin bu durumuna çok üzülmekte ve kendince bir çıkış yolu aramaya çalışmaktadır.
Aslında filmin öyküsü kendi içinde tutarlı ve ağır da olsa sağlam bir işleyişe sahip ama senaryonun geneli bazında baktığımız zaman Semum biraz kafası karışık bir film… Amityville Laneti, Exorcist, Shining, Constantine, Arka Pencere, Skeleton key, Hayvan Mezarlığı, Pumpkinhead… bu saydığımız filmlerle Semum bazı anlarda güçlü bir etkileşime giriyor ama içlerinden birine benzemek yerine bir kolaj oluşturmayı deniyor ve belli bir ölçüde de olsa bunu başarıyor diyebiliriz. Ama keşke Karacadağ korku sinemasının 70 yılda bulduğu ve oturttuğu tüm klişeleri, oyuncak dükkanına düşmüş bir çocuk gibi tek bir filmde harcamaya kalkmasaydı. Gücünü doğu öykülerinde alan ve İslami referansa sahip böyle bir filmde dahi Paganist bir sembol olan 13* rakamının rol alması “eh yani artık!” dedirtiyor… (Murat Tolga Şen)
D@BBE II / 2009 / 264.259 Seyİrcİ
Kıyamet Saati Yaklaşıyor… İnternet yoluyla tüm dünyaya hızla yayılan ve her eve giren D@bbe, ona eşlik eden Cinler ve bilinmeyen gölge varlıklar dünyadaki tüm elektromanyetik sistemleri ve interneti ele geçirerek son saldırı için göklerden gelecek bir işareti beklemektedirler. Huzursuz ve tedirgin edici bir İstanbul şafağında göklerde beliren garip ve siyah bulut kümeleri ağır ağır açılırken arkalarına saklanmış olan “DUHAN” az sonra başlayacak kara istilanın ilk işaretidir. Kuran’da Duhan suresinde belirtilen ve aniden göklerden inecek olan ürkütücü kıyamet alameti DUHAN artık yeryüzüne doğru hareket etmeye başlamıştır. İstanbul’da son saatin yaklaştığından habersiz ve kendi dünyalarında sessizce yaşayan bir grup insan, kara bir felaketin arkasına gizlenmiş, sır varlıklarla karşılaşmanın dehşetini yaşayacaklardır. Kıyametin en korkunç alameti olan DUHAN’dan bir kaçış yolu var mıdır?”
Bir villada geçen hikayede Lost sever cinler kara duman kılığında yüksek desibelli seslerle gelip gidiyorlar. Beş kişilik oyuncu ekibi de onlar geldikçe ciyaklayıp susuyor. Diyalog desen yok, pratik desen sallanmakta… After Effects’e sırtını dayayan Karacadağ artık bu oyunlarla seyirciyi korkutmaya çalışmayı bırakıp doğru düzgün bir hikaye kurgusu oluşturmalı. Yani bir ses bir kere korkutur, iki kere korkutur, ama bütün film sağdan soldan aynı seslerle korkutmaya çalışmak boşa kürek çekmektir. Verebileceğim en güzel tavsiye filmi illa seyredecekseniz kulak tıpacı ile seyretmeniz yönünde olacak.
İnançsızsan cinler seni çarpacaktır gibi bir çıkarım yapabiliriz filmden. Fragmanda görülen yanan İstanbul manzaraları da film içinde pek de iyi durmamış ne yazık ki. Zaten fragmanda gördüğümüzün dışında bir şey de yok. Burada da diyaloglar o kadar boş ve televizyonda bu sahnelerin nasıl ve neden verildiği o kadar havada ki görsellik geri planda kalıyor.
Film korkutmuyor ancak bir seyirci olarak sinirlerinizi bozuyor, nefretinizi kazanıyor. Dabbe gibi eğlenceli bir yapısı, bir sebep sonuç ilişkisi yok. (Masis Üşenmez)
D@BBE: BİR CİN VAKASI / 2012 / 370.221 Seyİrci
Dabbe: Bir Cin Vakası’nın rotası kesinlikle belli değil! Bir defa gereğinden fazla kalabalık ve fazla dağınık… Ceyda T. Vakası olduğu iddia edilen bir olaydan yola çıkılarak perdeye aktarılmış. Uyurgezerlik problemi bulunan Ceyda’nın 24 saat gözetim altında tutulması için 2 katlı villanın her yerine kameralar yerleştirilmiş. Bir de Ceyda’nın kocasının elinden düşürmediği, uyanık olduğu hemen her dakika elinde gezdirdiği, yerli yersiz her yere sokuşturmaya çalıştığı (tuvalete bile kamera ile giriyor düşünün artık!), büyük ebatta bir el kamerası var. Yani Karacadağ’ın hikayesi, hemen hemen Paranormal Aktivite’yi Ceyda’nın hikayesine adapte edecek ortam da bu şekilde hazırlanmış oluyor.
Filmdeki Paranormal Aktivite öykünmeleri sadece bu adaptasyon münasebeti ile de sınırlı değil. Pek çok sahnenin hatta pek çok açının doğrudan bu filmi “andırdığını” iddia etmek yanlış olmaz. Tabi salt Ceyda’nın gece nöbetleri ile bir süre sonra hantallaşan hikaye, Cayda’nın kocasının avukat bir arkadaşının da hikayeye ağırlık bindirmesi ile biraz daha hareket alanı kazanıyor. Avukat abimiz, Ceyda’nın durumu ile Derunce Köyü’ndeki katliamlar arasında bağlantı olabileceğini iddia ederek, eline kamera alıp köyün yolunu tutuyor (evet filmde olup biteni kayıt altına alma takıntısı olan iki karakter var). Civar köy ahalilerinin bütün telkinlerine ve anlattıkları hikayelere rağmen, gecenin bir yarısı harabe mekanların içine dalıyor. Tek başına soyunduğu bu Don Kişot’luğun sebebinin sadece olaylar arasındaki bağlantıyı doğrulamak olması da filmin ciddiyetini(!) baltalıyor ister istemez.
Dabbe, seri olması planlanmış bir filmden ziyade, Karacadağ’ın aklına gelen fikirleri adapte ettiği karma bir etiket olarak değerlendirilebilir. Kendisinin de beyan ettiği gibi, El Cin projesi ile uğraşırken Ceyda T. Vakasını da ara proje olarak filme almayı tercih etmiş. Neticede zincirin halkalarını, Ceyda T’den hamsa büyüsüne, oradan dabbeye, onun ucundan da kıyamete bağlayan karmaşık bir found footage çıkartmış. Bana daha çok son yıllarda etkilenim noktası olarak gördüğü her şeyi filme almaya çalışmış bir yönetmenin kafa karışıklığından mustarip bir film gibi geldi… (Fatih Yürür)
EL-CİN / 2013 / 420.567 Seyİrcİ
Burada kelimenin tam anlamıyla literatür taramasına mahal verecek bir iletişim probleminden bahsediyoruz. Ana karakterler ile empati kurmaya da çalışıyoruz hani ama… I ıh… Nafile! İşin kötüsü şu ki, Karacadağ sinemasında hem ucubikler hem de karakterler aynı iletişim mecrasının üzerinde ısrarla duruyorlar… Bağırmak, bağırmak, bağırmak! Bu arada elbette ki bu gürültüde karakterlerin ne dediklerini anlayamama sorunsalımın da kişisel olduğunu söyleyebilirim (Tamam tamam… İtiraf ediyorum; D@abbe 2’den beri yönetmenin bütün filmlerini kulağıma tıkalı iki koca pamuk ile izliyorum).
Münferit cızırdama ve cozurdama efektlerinin failleri sadece yönetmenin sinemasındaki cinler değil elbette! Onlar sadece üzerlerine düşeni yapıyorlar. Asıl sıkıntı, floresanların, koltukların hatta ve hatta kedilerin bile cızırdayıp cozurdaması. Bu kadar cazırtının içerisinde, gaipten feedbackler almamanız için önünüzde hiçbir engel yok! Bu sebepledir ki, film aralarında, sinema kantinin önündeki mısır kuyruğunda saçları dikili ve kafalarının üzerinden duman tüten genç izleyici kitlesine rastlamanız muhtemeldir. Ama korkmayın! Benzer etkilere ister istemez El-Cin filminde de maruz kalacaksınız.
Found Footage meselesinin ekşidiğini bir kere daha söylemem yersiz! Hem bana ne ki arkadaş! İsteyen çeker, isteyen de gider izler öyle değil mi? Ama sürekli kesilen görüntüler, ellerine tutuşturdukları kamera ile her türlü vraklamanın, homurdamanın peşine düşen karakterler, çığlık atarken kendi kendini çeken narsist kurbanlar vesaire…
El-Cin’e dair ne yazarsam yazayım, yönetmenin daha önceki filmleri için yazılanlardan fazlası etmeyeceğini düşünüyorum. Artık Karacadağ’ın filmlerini sevenler ya da bu filmlere tamamen burun kıvıranlar aşağı yukarı nasıl bir film ile karşılaşacaklarının bilincindeler. El Cin’de bu bakımdan ezberleri pek de bozan bir film değil. Elbette Karacadağ’ın teknik anlamda kat ettiği yolu biraz biraz görmeye başlıyoruz ama geri kalan her parça yerli yerinde duruyor… (Fatih Yürür)
bildiğim tek bişey var,o da hasan karacadağ’ın deli gibi hayranları var….dabbe bir cin vakası filmini 20 defa izleyip bıkmayan insanlar var.
Şu cin filmlerini izleyip ciddi ciddi tırsan insanlar var ya ben bir şey demiyorum.
sinematografi bağlamında ele alırsak eleştiriniz hatta eleştirel rasyonalite çerçevesindeki tutarlılığınız gayet yerinde ancak “travesti gibi “benzetmesi eleştiri dilini ataerkil,hetoroseksist ve transfobik bir kalıba sokmuş ki bu da eleştiri dilini haddinden fazla “erilleştirmiş”..! sanırım sanatın bu fazlaca cinsiyetçi linguistiği sizin gibi sanatsal duyarlılığı yüksek insanları bile farkındalıksız duruma getirebiliyor..
ranciere’ın sanatın şiddet estetiği dediği bu olsa gerek,eleştirinin şiddetini arttıran vurucu yapan bir şey mi “erilleştirmek ve seksizm?”..
şimdi aha bir feminist yaftasına maruz kalacağım eminim -ki bir feministim bu ayrı mesele de-ama hopp demeden bir düşünün