Sen bu tarih işlerinden filan pek anlamıyorsun galiba ex-enişte!
Ağustos ayıydı galiba. Didem Erol, herkesi ilgilendiriyormuşçasına yaptığı yazılı bir açıklamayla Tarantino’yu terk ettiğini yedi düvele duyurdu. Gerekçe olarak da yönetmenin, “bugüne dek yaptıklarımın en iyisi” olarak tasvir ettiği yeni filmi Soysuzlar Çetesi’nin beklediği başarıyı gösterememesi üzerine bunalıma girmesini gösterdi. Okuduğum zaman “Didem Erol? Tarantino? Alakaya çay demle. Kesin asparagastır” demiştim, meğer değilmiş. Ama ben hâlâ inkâr safhasındaydım. “Herkes Soysuzlar Çetesi’ne övgüler sıralıyor, kesin o kısmı asparagastır” demiştim, izledikten sonra gördüm ki o da değilmiş…
Baştan belirteyim, filmi beğenmediğimi söyleyemem. Tek tek özelliklerini incelediğimizde son derece güçlü bir film var karşımızda. Bunların başında da Tarantino’nun bazı yönlerden incelikle işlediği senaryo var. Film, kusursuz çizilmiş karakterler içeren 5 öykü barındırıyor bünyesinde ve Tarantino’nun bunları birbirine bağlayış biçimi, Ucuz Roman (Pulp Fiction) günlerine dönüş yapmak isteğini müjdeliyor. Bunlardan ilki, filmin kötü adamını tanıtıyor bizlere. Hans Landa adında, son derece zeki bir SS subayı, haklı olarak “Yahudi Avcısı” lakabını alıyor. Kendisi bu durumdan pek memnun olmasa da, üzerine düşen görevi biraz fazla iyi yaptığı bir gerçek. Zeki, kurnaz, iş bitirici ve güç sahibi bir karakter olan Landa, sıra dışı çalışma yöntemleriyle bir Fransız köylüsünün evinde saklanan Yahudi asıllı Dreyfus ailesini öldürüyor. İçlerinden sadece bir tanesinin, ailenin büyük çocuğu olan Shosanna’nın kaçmasına göz yumuyor. İkinci öykü de hemen hemen aynı dönemde geçiyor. Amerika’da Üsteğmen Aldo Raine, Yahudi asıllı Amerikalılardan özel bir birlik kuruyor. Birliğin tek amacı var: Nazilere aynı vahşetle karşılık vermek. Apaçi lakaplı Raine (sarışın olduğuna bakmayın), adamlarından öldürdükleri Nazilerin kafa derilerini yüzmelerini istiyor. Sağ bıraktıklarının alınlarına da bıçakla Svastika çizerek damgalıyorlar. Ekibe sonrada 13 yüksek rütbeli SS subayını öldürmüş olan bir Alman askeri de katılıyor. Raine’in birliği, kısa sürede ün kazanıyor ve Nazilerin yüreklerine korku salmaya başlıyor.
3. öyküde 4 yıl ileri gidiyoruz. 1944’ün Haziran ayında, Paris’teyiz. Bir Alman savaş kahramanı ve film yıldızı olan Fredrick Zoller, Emmanuelle Mimieux adında bir Fransız dilbere abayı yakar. Ancak yaptığı tüm hamleler, Mimieux tarafından ustalıkla savuşturulmaktadır. Zoller’in bilmediği şey, Mimieux’nun aslında 4 yıl önce Hans Landa’nın elinden kurtulan Shosanna Dreyfus olduğu ve Almanlardan tiksindiğidir. Ancak Zoller pes etmemiştir. Son filmi “Ulusun Gururu”nun galasını Shosanna’nın sinemasında yapmak isteyen Zoller, onu bir anda Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebels ve ailesinin katili Hans Landa’yla aynı masaya oturtunca Shosanna kontrol edemediği olayların ortasında bulur kendini. Bir süre sonra bunun intikamını almak için eşsiz bir fırsat olduğunu anlar, zira Adolf Hitler de dâhil olmak üzere tüm üst düzey Naziler galaya katılacaklardır. 4. öykümüz Kino Operasyonu, İngilizlerin de Ulusun Gururu’nun galasıyla ilgili planları olduğunu gösterir. Sinemayı havaya uçurarak Hitler’i öldürmeyi planlayan İngilizler, Alman film yıldızı ve İngiliz ajanı olan Bridget von Hammersmark’tan ve Aldo Raine’in ekibinden de yardım alacaklardır. Ancak işler, o anda orada bulunan bir SS subayının durumu anlaması sonucunda bozulur. Çıkan çatışma sonucunda herkes vurulur. Böylece ekipte Almanca bilen kimse sağ kalmamıştır. Aldo Raine ve ekibi de çam familyasından oldukları için, 4 yıl kaldıkları Almanya’da tek kelime Almanca öğrenememişlerdir. Yine de iş başa düşmüştür ve Kino (Almanca Sinema demek zaten) Operasyonu, Von Hammersmark’ın yaralanmasına ve kilit isimler ölmesine rağmen ekibin geri kalan üyeleriyle tam gaz devam etmektedir. Şu ana kadar bize 3 odak tanıtmış oluyor Tarantino: Almanlar, müttefikler ve Shosanna Dreyfus. İşte bu üçü, son bölüm olan Büyük Yüzün İntikamı’nda birbirine giriyor. Tahmin edeceğiniz gibi hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyor, zor kazanılıp kolay kaybedilen avantajlar yüzünden güç dengeleri sürekli değişiyor ve ne olacağını tahmin etmek güçleşiyor. Haliyle izlemesi en keyifli öykü de bu son bölüm oluyor.
Filmin güçlü yönleriyle devam edelim. Oyunculuk açısından neredeyse kusursuz bir deneyim vaat ediyor Soysuzlar Çetesi. Brad Pitt, aksanı ve yüz ifadesiyle resmen döktürüyor. Özellikle filmin sonunda Amerikalı olduğunu çaktırmamak için İtalyan kılığında gittiği galada buram buram Texas kokan aksanıyla bir “arivederçi” deyişi var ki, gülmekten yerlere yattım. Brad Pitt’in adı ilk yazıyor ama filmin esas yıldızı, Hans Landa’yı canlandıran Christopher Waltz. Aktör, karakterine resmen hükmediyor. Waltz istediğinde karakteri korkunç ve kötü oluyor. O isterse komik oluyor. Film, sadece Hans Landa’nın maceraları üzerine bile olabilirmiş. Belki de bu yüzden Tarantino, Waltz için “bana bu filmi kazandıran adam” ifadesini kullanıyor. Filmin kilit rollerinden bir diğeri olan Shosanna Dreyfus ise Fransız aktris Mélanie Laurent’e emanet edilmiş. Laurent, göründüğü her karede bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu gözler önüne seriyor âdeta. Bu üç isim öne çıksa da, diğer karakterlerin de oyunculuk açısından bir sıkıntısı bulunmuyor. Til Schwieger’i ilk kez bir filmde bu kadar beğendiğimi söylemeliyim. Diane Krueger, ünlü Alman aktris Von Hammersmark’ı başarıyla canlandırıyor. Lafı fazla uzatmayalım, filmde, en küçük roller de dâhil olmak üzere oyunculuk adına sıkıntı yaratacak bir durum göze çarpmıyor. Bütün aktörlerin işlerini layığıyla yaptığını, özellikle bodrumda yapılan toplantı sahnesinde görmek mümkün. Tarantino da rejisiyle izleyiciye keyif veriyor ve kendisine has hareketleri sergilemekten geri kalmıyor. Alman askerinin harita üzerinde birliklerin mevzilendiği yerleri gösterdiği sahnedeki gibi kamerayı sanki başımızmış gibi her konuşana yönlendirmesi, oradaymış gibi hissetmemizi sağlıyor. Eğri oturup doğru konuşalım, Tarantino, filmine büyük özen göstermiş.
Göstermesine göstermiş de, bir şeyler eksik kalmış ve Soysuzlar Çetesi’nin güçlü yönlerinin bir araya gelmesi, beklendiği kadar güçlü bir etki yaratamamış. Film görsel anlamda ne kadar kusursuzsa, yarattığı ortam konusunda o kadar aksıyor. Öncelikle filmin hem kahramanları, hem de kötü adamları faşist. Naziler hadi neyse de, filmin Musevîleri Nazileştirmesi, hikâyesinin amacına ulaşmasını engelleyen etkenlerden biri. Zira bu durum, filmdeki Musevîlerle empati kurmanıza, onları “ezilen taraf” olarak görmenize engel oluyor. Öldürdüklerinin kafa derilerini yüzen, sağ bıraktıklarının alnına Svastika çizen ve bir anlamda kölelik dönemindeki damgalama geleneğini devam ettiren kahramanlar (Aldo Raine’in Texas’ın bağrından kopup geldiğini de unutmayalım) ve bu şiddeti mizah öğesi olarak kullanmaya çalışan bir film. Filmin alternatif tarih yaratma çabasına girdiği yerlerse inandırıcılıktan iyice uzaklaştığı yerler. Elimizde ne var? II. Dünya Savaşı döneminde geçen bir intikam hikâyesi. Güzel fikir, enteresan, olabilir. Ama Tarantino’nun kaleminin bu fikrin altından başarıyla kalktığını söylemek güç. Filmin en büyük sorunu, II. Dünya Savaşı’nı bir Nazizm-Musevîlik çatışması boyutuna indirgemesi. Dünya kaynaklarının paylaşımı için yapılan tarihin en büyük savaşlarından birini bu kadar basite indirgerseniz, tarihi az çok bilen seyircinin zihninin gerisinde kalırsınız. Hikâyeniz de işlemez. Siz de filmin sonunda olduğu gibi “iyi ki Amerikalılar var da Dünya’yı şu Nazi belasından kurtardılar” gibi ucuz kahramanlık söylemleriyle puan toplamaya çalışırsınız. Atom bombası gibi, Nazilerin işlediği kadar ağır bir insanlık suçunu işletmeden Amerika’ya zafer kazandırırsınız. Bu komik milliyetçi söyleminizinse, hikâyedeki faşizan havayı bir adım öteye taşımaktan başka bir katkısı olmaz filminize. Son olarak filmin senaryosunda önemli bir boşluk olduğunu da eklemek isterim. Filmin başında Aldo Raine’in ekibi 9 kişi. Daha sonra Hugo Stiglitz’i de aralarına alıyorlar ve sayıları 10’a yükseliyor. İçlerinden ikisi, bodrumdaki toplantı sahnesinde ölüyor (İngiliz teğmen çetenin içinde olmadığından onu saymıyoruz). Geriye 8 kişi kalıyor. Donowitz ve Ulmer sinemanın havaya uçmasıyla ölüyorlar, kaldı mı 6 kişi? Altı kişiden ikisi olan Teğmen Raine’le Utivich filmin sonunda kurtuluyorlar. 6-2=4. O dört kişiye ne oldu? Filmin ilk kurgusu 3 saat 10 dakikaymış ve 2 günde kısaltılmış. Sanırım bir “yönetmenin kurgusu” versiyonuna ihtiyaç var.
Toparlamak gerekirse, (ki artık ufaktan gerekir) karşımızda oldukça keyifli bir seyirlik var. Soysuzlar Çetesi’nin rejisinden oyunculuğuna kadar her şeyinin son derece güçlü bir ekip tarafından yaratıldığı belli. Ancak Tarantino’nun Tolkien olmaya özendiği yerler, filmin yazınsal anlamda aksamasına yol açıyor. Bu intikam hikâyesi, Tarantino’nun bugüne dek son derece iyi kotardığı mafya ilişkileri içerisinde işlerdi. Ancak II. Dünya Savaşı kılıfı, hem hikâyenin içeriğine hem de Tarantino’ya büyük gelmiş. Naziler mafyalaşmış, Musevîler Nazileşmiş, sonuçta önemli hatalarla dolu (Hitler’in arkasındaki haritada Türkiye’nin yerinde Osmanlı İmparatorluğu var, Malta da Nazilerin elinde) ve gerçeğin sığ ve kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemeyen bir ortam ortaya çıkmış. Film, alternatif tarih yaratmak konusunda Watchmen’in derinliğine sahip değil kesinlikle. Hatta 1981 tarihli, Stallone’li futbol filmi Zafere Kaçış’ın (Victory) bile daha derin ve inandırıcı bir II. Dünya Savaşı portresi çizdiğini söylemek mümkün. Kısacası, Tarantino meramını layığıyla anlatamamış. Soysuzlar Çetesi, 2,5 saat hoş vakit geçirmek isteyenler için ideal bir seyirlik olabilir. Ancak ne Tarantino’nun en iyi filmi, ne de yılın sinema olayı.
Yazı çok güzel olmuş ellerine sağlık,birde unutmadan filmin müzikleri’de bir harika,hele sinemanın makine dairesinde Shosannanın,Fredrick Zolleri vurduktan hemen sonra çalan Ennio Morricone – Un Amico adlı şarkı ve o sahne gözlerimin önünden hiç gitmiyor.
yüzde yüz katılıyorum Kaan’ın argümanlarına
keyifle ve hak vererek okudum yazıyı. bu film, tarantino sevgimi sorgulamama sebep oldu.
http://moleskinedefter.blogspot.com/2009/11/inglourious-basterds-soysuzlar-cetesi.html
kesilmiş sahnelere dair; ilk yayınlanan trailer’da bile daha sonra bahsi geçmeyen karakterlere ait görüntüler mevcut (erlerden birinin elindeki otomatik tüfekle tam gaz koşması sahnesini gözden kaçırmamışsınızdır sanırım). haliyle yönetmenin kurgusu muhtemelen diğer ‘basterd’ların hikayesini tamamlayacaktır. bi de sly’ın victory’si şahanedir bence.
Cok güzel bir yazı, ellerinize sağlık. Bende filmi süper bulmadım ama Tarantinonun bazı yapımlarından daha iyi.Filmde benim için kopuş noktası Hans Landa’nın italyanca konuştuğu andır. Tek kelime ile mük-kem-mel
Bridget von Hammersmark ve Aldo Raine’in galaya katıldıkları akşam Hans Landa onları çaktırmadan sorguya çekerken Aldo Raine’nin yanındaki çeteci adını Antonio Margheriti olarak söylüyor ki Antonio Margheriti diye biri gerçekten var! Kendisi sitemizde de makalesi olan “Yor The Hunter from The Future”i çekmiş ünlü İtalyan B film yönetmenidir. Uluslararası arena da Antony M. Dawson adıyla da tanınır. Bir kaç yıl önce hayata veda etmiş bu yönetmen için ilginç bir saygı duruşu yapmış Tarantino…
Bu arada ne zaman Hans Landa dense aklıma Star Wars’dan Han Solo ile Lando Calrissian geliyor… ilginç!
Sitede ikinci bir Inglourious Basterds yazısı görünce ilk olarak şaşırdım. Daha önce okuduğum yazıyı yoksa yanlışmı hatırlıyorum diye. Okuyunca anladımki farklı bir bakış getirilmiş filme. Filmle teknik, oyunculuk, hikaye gibi özellikleriyle yapılan eleştiriye katılıyorum. Ama filme olumsuz yanlarından bakan ve eleştiren yoruma hiç katılmadım. Nedeniyse tarihsel gerçeklik ve olayların örnek olarak verilmesi ve filmi eleştirmesi. Tarantino zaten bu filmin bir 2.Dünya Savaşı filmi olmadığını tarihsel olaylarla ilişkili bir iddiası olmadığını söylemiş, kaldı ki filmde Nazilerin lideri Hitler sinemada ölüyor. Eleştirideki küçük ayrıntılara (iki tarafında faşist olması, musevilerin nazileştirilmesi, Hitler’in arkasındaki haritada Türkiye’nin yerinde Osmanlı İmparatorluğu var, Malta da Nazilerin elinde…) takılınacaksa bu bile bir argüman olabilir bu konuda. Kısacası eleştirinin ana fikrine katılmıyorum ama filmin eleştirisi açısından isabetli ve yerinde tespitler var. Tarantino’nun en iyi filmi üzerine yapışmış Ucuz Roman olarak görülebilir ama bir yönetmen neredeyse 15 yıl sonra bile çizgisini değiştirmeden ve başka akımlara kapılmadan aynı tarzda hatta daha üstün eserler verebiliyorsa onu takdir etmek lazım diye düşünüyorum.
Sevgili gorcun,
Bir yanlış anlamayı düzeltmek isterim: Ben filmi tarihi olayları takip etmediği için eleştirmiyorum, dolayısıyla gerçek olaylarla filmdekileri kıyaslamıyorum. Filmin alternatif tarih yaratma çabalarına da bir itirazım yok. Benim eleştirdiğim nokta, alternatif tarih yaratılamamış olması. Ortaya çıkan şey fazla basit. Tarantino “ya çok mafya filmi çektik, benzeri bir hikâyeyi II. Dünya Savaşı ortamına taşıyalım” demiş olabilir, ama gerçeğe alternatif bir şeyler yaratıyorsa, bunun gereklerini yerine getirmek ve bazı şeylerin altını doldurmak zorunda. Aksi takdirde inandırıcılıktan uzak duruyor. Mesela ben, film boyunca şu soruyu sordum kendi kendime: “Bu Almanlar niye savaşıyor?” Watchmen’i izlerken “Nixon 3. kere seçilemez, Amerika’da bir kişi başkanlığa en fazla iki kere aday olabilir” gibi bir şey aklıma bile gelmedi çünkü öykü, o dönemi tanıtmanın gereklerini yerine getiriyor, Nixon’un seçilmesinin altını dolduruyordu. Soysuzlar Çetesi bunu yapmıyor. Bu yüzden son paragrafta “benzeri bir öykü mafya ortamında işlerdi ama II. Dünya Savaşı kılıfı büyük gelmiş” yazdım. Eleştirinin ana fikri bu. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu filan hakikaten detay. Bu da Tarantino’nun “canım alternatif işte, idare ediverin” söylemiyle sıyrılabileceği bir şey değil. Zira gerçekte olan pek çok şeyin alternatifini bence filmde göremiyoruz. Yine fikrime katılmayabilirsiniz elbette ama durum bu merkezde. :)
Cevap için teşekkürler Kaan Zanbakçı. Dediğim gibi eleştirinizin olumlu yanlarına sonuna kadar katılıyorum. Alternatif evrenle ilgili eleştirinizin ise olumsuz olmasına katılmadım. Aslında yaptığınız eleştiri de doğru arka planın ve dönemsel olayların içi dolu görünmüyor baktığımızda. Ama bunun kusur olmamasını Tarantino’nun bilinçli olarak yapmasına bağlıyorum. Sonuçta filmdeki alternatif evren Yüzüklerin Efendisi ve Star Wars filmlerindeki gibi baştan yaratılıp, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir evren olmadığından ve Tarantino diğer filmlerindeki gibi öyküye odaklandığından sanırım bu durumun ayrıntılarına ayrı bi özen göstermemiş. Yanlış anlamayın bu düşünceler bana ait. Filme bakmadığım bir açıdan bakıp farklı yorumlamayı sağladığı için de eleştirinizi takdir ediyorum.
Ancak izleyebildim ve izledikten 1 hafta sonra yazabiliyorum.Neyse efendim hemen konuya gireyim: ben filmi beğendim, dialogları sıkılmadan izledim, izlerken daha önce diğer Tarantino filmlerinde olmadığı kadar eğlendim.Bunda etken olan neydi peki diye sordum kendi kendime ve buldum (aslında bilinen şeyler ve tipik Tarantino filmi özellikleri de diyebiliriz.Peki farklı olan ne diye sorarsanız aşağıdaki paragrafın sondan bir önceki cümlesi dye cevap verebilirim ya da kısaca Christopher Waltz. (: ):
Böylesine çılgın alternatif bir tarih yaratılarak işlenmiş “geyik ötesi” senaryo, Tarantino’nun kadın oyuncu seçimi (Mélanie Laurent, Diane Krueger; ikisine de bayıldım), Kült karakterler: Til Schwieger’ın Hugo Stiglitz’i (gerçek bir ‘psyhco’), Brad Pitt’in Aldo Raine’i (‘correcto’ ne be kardeşim filme ara verdim gülmekten), Sylvester Groth’ın canlandırdığı Gobbels ile Martin Wuttke’nin canlandırdığı Hitler (nasıl bir Gobbels ve Hitler karakterleridir öyle aklımı aldılar).Bir de apayrı başlı başına filmi beğenmemi sağlayan insan üstü performanıyla filmin kesinlikle gerçek yıldızı Christopher Waltz var ki hakkında sayfalarca yorum yazsam yine yetmez.Şu da bir gerçek ki bu kült karakterleri yaratmak kadar çılgınca olan bir şey varsa, o da bunları 2. dünya savaşı içine Nazi-Yahudi kapışması gibi bir senaryo içine yerleştirmek, kurgulamaktır bence.
Tüm bunlara dayanarak kendimi tekrarlamak ve sizi sıkmak suretiyle söylemek isterim ki ben bu filmi beğendim.İzlerken de eğlendim, her bir karaktere, oyuncuların performanslarına bayıldım.
Tarantino gibi bir yönetmenin filmlerini birbirleriyle kıyaslamak yerine bütün herşeyi bir kenara bırakıp filmi izlerken zevk almaya, eğlenmeye bakmanızı, oyunculuk nedir ne değildir konulu performansları dikkatle izlemenizi öneriyorum.Kaan Bey yazıda da belirtiyor zaten.
Yazı çok güzel olmuş gerçektten. acaba 2. dünya savaşını konu edinmiş nazist filmler de var mı bildiğiniz? Bence filmlerde en büyük eksiklik savaşı naziler tarafından görebileceğimiz yeterli film yok. belki de vardır ama haberimiz yok ne yazıkki.
Sam Peckinpah’in en sevdiğim filmlerinden olan ve başrolünü James Coburn ustanın oynadığı “Cross of Iron” (1977) savaşa Nazi askerlerinin gözünden bakan ve onları kudurmuş köpekler gibi göstermeyen ender büyük bütçe filmlerdendir. Şiddetle tavsiye ederim.
http://www.imdb.com/title/tt0074695/
Birçoklarını üzüntüye boğan spagetti western hayallerini suya düşüren bir film olsada “tam anlamıyla” yine de Tarantino nun bilmem kaç kilometre öteden “eh Tarantino işte” diyeceğimiz filmi. Yine eksik hikayeler, yine merak, yine “ee nolmuş acaba onlara” diyeceğimiz kişiler. Artık klişe konumuna gelmeye başladı sanırım bu biraz ama Tarantino ya yakışıyor klişeler.
Bu yazıyı okuyunca Cross of iran aklıma gelmişti benim de. İşin gerceği tarihi hep amerikan gözü ile izledik onlar hiç işkence yapmadı mı?
Rezervuar Köpekleri, Ucuz Roman, bir de senaryosuna katkıda bulunduğu Gün Batımından Şafağa. Tarantino’yu böyle tanıdım ve sevdim. Amacına tam olarak ulaşamadığını düşündüğüm bir Jackie Brown, kötü olmayan, etkileyici fakat yeni bir şey getirmeyen Kill Bill serisi, şimdi de yeni filmi: Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi.
Tarantino’nun yeniden başarılı olabilmesinin Rezervuar Köpekleri, Ucuz Roman tarzı bir öyküye/filme bağlı olduğunu düşünüyorum ya da bu konuda biraz tutucuyum belki, bilemiyorum.
arkadaşlar filmin tam 27.dakikasında brad pitt in alman astsubayı çağırınca çalan müzik adı nedir yardımcı olursanız çok sevinirim.
evet aynı müziği arıyorum. alman çavuşun filmdeki adı werner rachtmann. sadece bunu ve 27. dakikasında müziğin başladığını bliiyorum, filmi izledigimden beri arıyorum.
izlenemeyecek kadar kötü birçok filmi övgülere boğarken bu filmi yerden yere vurmak enteresan. tarantinonun kendi tarzı ve tematik unsurları var, bunu kabul etmek gerekir. Neden kafanızdaki filmi tarantinoya yaptırmaya çalıştığınızı anlamıyorum. Sadece tek bir yani kendi bakış açısı doğruymuş gibi yazmış yazarımız ve ötekileştirmiş bu filmi. lütfen film incelemeleri yaparken at gözlüklü duygulardan sıyrılalım.
Hakaret içermedikçe yazınız silinmez o yüzden diğer yorumunuzu kaldırdım sanırım olayı yanlış anlamışsınız. Yorumunuz daha modere olmadığı için eklenmemiş siteye databasede bazı sorunlar var geç düşüyor yorumlar. O kadar kötü ise sitemiz okumazsınız bir çok blockbuster film inceleme sitesi var oralara bakın. Ayrıca bu da filmin ikinci incelemesi https://www.otekisinema.com/inglourious-basterds-2009/ burada filmi övmüştüm ben demekki at gözlüğü de takmıyoruz. Saygılar…
Filmi beğendiğimi söylemişim ama ne hikmetse filmi yerden yere vurmakla “suçlanmışım”. Filmin altında yatan fikri hoş bulmuşum ama kafamdaki filmi Tarantino’ya yaptırmaya çalışmakla suçlanmışım. Yetmemiş, koskoca 2 paragraf boyunca filmin güçlü yönlerini yazmama rağmen sırf aksadığını düşündüğüm bir şeyi yazmışım, filmi “yeterince” övmemişim diye at gözlüklü olmuşum. Ne desem boş.