Lights Out 22 Temmuz’da Sinemalarda!
Yapımcı James Wan’den karanlıkta kol gezen, bilinmeyen bir korkunun hikayesi geliyor.
Rebecca evden ayrıldığında, çocukluk korkularını ardında bıraktığını sanır. Büyürken, ışıklar söndüğünde neyin gerçek olduğundan neyin olmadığından asla emin olamazdı… şimdi erkek kardeşi Martin de bir zamanlar Rebecca’nın akıl sağlığını sınayan ve güvenliğini tehdit eden aynı açıklanamayan ve korku verici olayları yaşamaktadır. Anneleri Sophie’ye gizemli bir şekilde bağlı ürkütücü bir varlık yeniden ortaya çıkmıştır. Ama bu kez, Rebecca gerçeği aydınlatmaya daha yakındır. Hepsinin hayatlarının tehlikede olduğunu… hele ışıklar söndüğünde, inkar etmek mümkün değildir.
Teresa Palmer, Rebecca rolünü; Gabriel Bateman, Martin rolünü; Billy Burke, Martin’in babası Paul rolünü; Alexander DiPersia, Rebecca’nın erkek arkadaşı Bret rolünü; Maria Bello ise Sophie rolünü üstlendiler.
David F. Sandberg’in ilk yönetmenlik denemesi olan “Lights Out/Işıklar Sönünce”nin senaryosu Eric Heisserer’e ait olup, Sandberg’in aynı adlı kısa filmine dayanıyor. James Wan, Lawrence Grey ve Heisserer filmin yapımcılığını; Walter Hamada, Dave Neustadter ve Richard Brener ise yönetici yapımcılığını gerçekleştirdiler.
FİLM HAKKINDA
Karanlıktan herkes korkar. O bununla beslenir.
Meşalelerden ve mumlardan LED’lere. Sokak lambaları, farlar, neonlar, deniz fenerleri. Varlığımızın başlangıcından bu yana, insanoğlu olarak pusuda bekleyen gölgelerden ve onların gizledikleri korkunç şeylerden kaçmanın yollarını aradık.
“Lights Out/Işıklar Sönünce”nin yapımcısı ve korku-gerilim türünün ustası James Wan “Hepimiz karanlıktan çok ürkeriz” diyor ve ekliyor: “Çocuklar olarak, dolapta ya da yatağın altında bir şeylerin saklı olduğundan eminizdir ve bu duygu bizimle kalır. Evrensel bir şeydir bu. Filmimiz gerçekten de bu basit konsept üzerine kurulu; işin zekası ve eğlencesi de işte burada.”
Fakat o korku ve önsezinin ötesinde, ya karanlıkta yaşayan gerçekten kötü niyetli bir şey varsa? Ya varlığı o karanlık örtüye bağımlı ve dehşetten güç alan bir şey varsa? Tek savunmamız huzur verici bir ışık kaynağı olurdu; hayatlarımız bir düğmenin ucuna, başucu lambalarındaki elektrik akımına, fenerdeki pillere bağlı olurdu.
[box type=”shadow” align=”aligncenter” class=”” width=””]
Şimdi onu görüyorsun. Klik. Şimdi görmüyorsun.
Şimdi onu görüyorsun. Klik. Şimdi görmüyorsun.
Şimdi tam önünde. Yanmış parmakları sana uzanıyor, nefesini yüzüne veriyor…
Dikkat et! [/box]
Yönetmen David F. Sandberg şunları söylüyor: “İnsanlar muhtemelen ezelden beri karanlıktan korkmuştur. Bu benim bile iliklerimde hissettiğim bir şey. Dolayısıyla, o dürtüyü inkar etmek yerine, biz şöyle diyoruz: ‘Haklıydınız. Korkmakta haklıydınız çünkü orada bir şey var.’ Korkuyu aldık ve ondan bir canavar yarattık.”
Ve bu canavarın bir ismi vardır: Diana.
Sinema yönetmenliğine “Lights Out/Işıklar Sönünce”yle adım atan Sandberg, “Dolap Alanı” ve “Tavan Arası Paniği” gibi harika şekilde rahatsız edici isimlere sahip kısa filmler yazıp yönetmek suretiyle kendilerini deli gibi korkutmasını bekleyen bir internet hayran kitlesinin kalbini kazanmış bir sinemacı. “Lights Out/Işıklar Sönünce” Sandberg’in aynı adlı yeni kısa korku filmine dayanıyor. İsveçli genç sinemacıyı Hollywood’un radarına sokan şey bu uykular kaçıran cevherin hem niteliği hem de etkisiydi.
“O kısa filmi izleyip şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: ‘Muhteşem bu, gerçekten süper, kendim de bir sinemacı adayıyken yaptığım türde bir çalışma’” diyor Wan.
Yapımcı Lawrence Grey ise, “David bu kısa filmi sadece bir yıl önce İsveç’teki evinde yaptı ve sosyal medyaya yükledi. Film çok ses getirdi. Son derece güçlü ve korkutucuydu. Ben çok film izlerim ama bu kesinlikle diğerlerinden öne çıkıyordu. Şu an itibariyle yaklaşık 100 milyon kez izlenmiş. Yani bu şekilde düşünen yalnızca ben değildim” dedikten sonra, şöyle devam ediyor: “David’le temasa geçtim. Filmi yapmaktan ve kimlerin en iyi ortaklar olabileceğinden konuştuk. Benim başlıca tercihlerim olağanüstü bir yazar olan Eric Heisserer –kendisi hem senarist hem yapımcı olarak projeye dahil oldu– ve yaratıcı enerjiyle dolu, adeta bir fenomen olan James Wan’di. Her ikisi de bu fikir karşısında heyecan duydu, böylece baştan itibaren rüya gibi bir ekibe sahip olduk.”
Önemli çalışmaları arasında “Final Destination 5” ve “Nightmare on Elm Street”in yeniden yapımı bulunan Heisserer, Sandberg’in prototip girişimini şöyle niteliyor: “Benim sürüngen beynimi etkileyen dikkat çekici bir sinema eseri. En ilkel korkularıma çok organik bir şekilde ulaştı, dünyadaki birçok izleyiciye yaptığı gibi. Bence bu çok uzun süre önce atalarımızdan kalma bir şey; karanlıkta hareket eden her şey yırtıcıdır. Bu fikri film uzunluğunda işlerken, merkezde Diana ve onun temsil ettikleri vardı.”
Yapımcıların düşüncesi kısa filmi yeniden yapmak değil, ondan kendi sinsi mantığı ve amacı olan özgün bir iblis çıkarmaktı. Heisserer bunu şöyle açıklıyor: “Bu karakterle yepyeni bir mitoloji yarattık. David kendi imzasını taşıyan bazı korku unsurları ekledi; ben de kısa filmdeki bazı fikirleri alıp ışığı ve karanlığı yeni ve yaratıcı biçimlerde irdeleyecek şekilde geliştirdim. Önemli olan Diana konseptinin etkili bir şekilde kullanılmasını sağlamaktı.”
Aynı ölçüde etkili olan bir diğer şey de, Sandberg’in modelinin hem ödünüzü koparmasına yol açan niteliklerini hem de korku hayranlarının bayıldığı beklenmedik mizah unsurlarını yakalamaktı. Bunlar yönetmenin tutkusu ve sezgisinin ürünleriydi. Genç yeteneği cesaretlendirmekten mutluluk duyan Wan, “Korku sahnelerini nasıl kurgulayacağını, gerilim ve heyecan yaratmayı bilen bir yönetmen bulmak esastı; ve önceki çalışmalarından dolayı David’in bu içgüdüye sahip olduğu bizim için açıktı” diyor ve ekliyor: “Bir yapımcı ve bu türde biraz deneyim sahibi biri olarak, doğru araçları sağlamak için orada olmayı arzu ediyorsunuz ama gerçekten de David’e yapmak istediği film için özgürlük tanımak istedik. Bu onun filmi ve onun benzersiz vizyonu. Müthiş bir iş çıkardı.”
“James’in uzmanlığından yararlanmak harikaydı” diye yanıt veriyor Sandberg ve ekliyor: Sürece çok değerli katkılar sağladı. Ayrıca, pek çok fikre ve muazzam bir coşkuya sahip; onun ekipte olması süperdi.”
Sandberg, Wan, Heisserer ve Grey hikayeyi daha da derinleştirerek kendini sadece karanlıkta gösteren ve istediği şeye ulaşmasında önüne çıkan her şeyi yok etmenin yollarını arayan bir varlığın enerjisini hayal ettiler. Dolayısıyla, “Lights Out/Işıklar Sönünce” karanlığa fazladan derinlik ve düzeyler katmanın yanı sıra, yalnızca birer kurban olmayan, izleyicilerin özdeşleşebileceği, empati kurabileceği ve bağlanabileceği zengin karakterler sunuyor.
Aksiyon başlarken, ana karakter Rebecca (Teresa Palmer) şehir merkezinde bir dairede yalnız yaşıyordur. Küçük yaşta ve babasının ani ölümünden hemen sonra, Rebecca, annesi Sophie’yle gitgide zorlaşan ve iniş çıkışlar gösteren ilişkisi yüzünden adeta evden kaçmıştır; iki kadın o zamandan beri birbirlerine mesafelidirler. Rebecca ancak 10 yaşındaki erkek kardeşi uykusuz geceler ve tehdit edici deneyimler yaşadığı için onun yardımına ihtiyaç duyduğunda eve döner ki o zaman da kendini tamamen isteniyor gibi hissetmez.
Sophie değişmemiştir. Hatta daha da kötüleşmiştir. Maria Bello’nun canlandırdığı eski psikiyatri hastası anne Sophie onu bir zamanlar akıl hastanesine kapattırmış ezici depresyonla hâlâ mücadele etmektedir. Evindeki yarı aydınlık odalarda gerçek anlamda münzevi bir hayat süren Sophie, Rebecca’nın yıllar önce kaçmaya çalıştığı vahşi ve ezici gücün başlıca odağıdır. Daha da tuhaf olan şey, Sophie’nin Diana olarak seslendiği eski bir arkadaşıyla iletişimde gibi görünmesidir. Diana bazen evin çeşitli yerlerinde duyulur ama gölgelerin haricinde hiçbir yerde görünmez.
Palmer, “Korku türünün büyük bir hayranıyım, dolayısıyla bu filmin bir parçası olmaktan dolayı heyecanlıydım. Dehşet verici bir film. Diana kabuslarınızda gördüğünüz türde bir varlık. Gerçekten de hayal edebileceğiniz en korkunç şey. Sanırım korkuyu karanlık enerjiyle bağdaştırabiliriz ve Diana da olabildiğince karanlık; görünümünden filmdeki karakterlerle etkileşim şekline kadar. O tam bir kabus” diyor.
Ancak, burada ne kadar ailevi sorunlar ve acı varsa, o kadar sevgi de vardır –bu sevgi, hepsi için tehlikeyi bir bakıma daha da arttırır. “Film, korkunun yanı sıra, bu varlık yüzünden rayından çıkmış bir ailenin dramatik hikayesini de sunuyor” diye ekliyor Palmer.
Grey’e göre de, “Korkuyu çıkarıp atar ve yalnızca karakterlere bakarsanız, bir tür belayla mücadele eden bir aile bireyi var ve bu rahatsızlık aileyi dağıtıyor, birbirini seven insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Rebecca’yı ilk başta evden kaçıran şey annesinin sorunlarıydı. Şimdi kendisinin sandığından daha başka bir şeylerin olabileceğini görüyor; doğaüstü, tamamen kötü niyetli ve kontrol edilemez bir şeyin. Rebecca, Martin’i korumaya karar verdiğinde, kendisini çocukken rahat bırakmayan dehşetle bir kez daha karşı karşıya kalıyor.”
Fark şu ki, diyor Sandberg, “Çocukken korkutucu şeyler olur ve kimse sizi ciddiye almaz. Kimse size inanmaz.”
Bello ise şunu söylüyor: “Diana’nın kim ya da ne olduğuna karar vermek tamamen izleyiciye kalmış. Öylesine gölgelerde var olan ve yakalanması zor bir şey ki onun ne yapacağını bilemiyorsunuz. Bence izleyiciler koltuklarında zıplayacaklar çünkü ben senaryoyu okurken kesinlikle zıpladım. Onun neye benzeyeceğini ya da nerede olacağını asla bilmiyorsunuz. En beklemediğiniz anda sizi yakalıyor.”
“Bazı sürprizler olacağına şüphe yok” diye ekliyor Sandberg.
OYUNCULAR VE KARAKTERLER
Bir kadın var… gölgelerde bekliyor.
Rebecca’ya ilişkin ilk izlenimler son derece bağımsız, zeki, duygularına yenik düşmeyen ve kaya gibi sert bir genç kadına işaret edecektir. Her zaman tetiktedir. “Dıştan sert bir savaşçı gibi görünüyor” diyor Grey ve ekliyor: “Ama, hikaye boyunca, içindeki hassasiyeti ve şefkati görüyoruz. Büyürken, Rebecca’nın sorunları vardı –söz etmediğiniz türde sorunlar.”
Sandberg, bunun sonucunda, “Başa çıkmaya çalıştığı bağlılık ve başka sorunları var çünkü çocukken yaşadığı şeyi hiç aşamamış” diyor ve ekliyor: “Teresa Palmer tüm bu yükleri performansına yansıtmada inanılmazdı. Duyguları çok gerçekçi hissi veriyor.”
Eve gitmek Rebecca’nın planları arasında kesinlikle değildir. Ama erkek kardeşinin sınıfta uyuması yüzünden endişe eden, okulun Çocuk Hizmetleri görevlisinden telefon geldiğinde, Rebecca’nın geceleri kardeşini neyin ayakta tuttuğuna dair oldukça iyi bir fikri vardır. Bir zamanlar kabus ya da kendi hayal gücü olarak ussallaştırmaya çalıştığı şey, eğer kardeşine de oluyorsa demek ki gerçekti diye düşünür. Ve eğer kendisini 16 yaşında evden uzaklaştıran aynı kötü varlık Martin’e de dadanmışsa, kardeşinin onunla tek başına yüzleşmesine izin veremez.
Palmer canlandırdığı karakter için, “Aşması gereken tüm zorluklara rağmen Rebecca’nın kaybetmediği enerjisi hoşuma gitti. Geçmişinin onu yaraladığına şüphe yok ama elindeki kartlar ne olursa olsun içinde bir savaş ve azmetme kararlılığı var. Konu sadece kendisiyken, kaçmak en kolay seçenekti. Oysa şimdi Martin’i korumaya mecbur. Bu yüzden oraya gitmeye ve kardeşini pençesine alan şey her neyse onunla mücadele etmeye hazır” diyor.
Heisserer on yaşındaki Gabriel Bateman’ın canlandırdığı Martin’i şöyle niteliyor: “Yaşından daha olgun ve akıllı. Çok erken yaşta ve annesinin hasta olduğunu anlayarak büyümesi gerekmiş. Ve annesi hastayken işler iyi gitmiyor. Üstüne üstlük, annesinin, evlerinde yaşayan ve Martin’i orada istemeyen gizli ve güçlü bir arkadaşı olduğundan şüpheleniyor.”
Bateman ise şunu ekliyor: “Annesinde bir şeylerin yanlış olduğunu biliyor; onu seviyor ve onun için korkuyor. Kendi için de korkuyor ama bunu annesinin önünde göstermemeye çalışıyor. Güçlü ve olgun olmaya, annesini korumaya çalışıyor. Bunlar yaşaması çok zor şeyler.”
Genç aktörün kamera arkasında da Martin’in olgunluğunu ve konsantrasyonunu yansıtması meslektaşlarının gözünden kaçmadı. “Belki bin tane oyuncu adayına baktık ve Gabriel hepsinden kilometrelerce öndeydi” diyen Grey, düğüm noktasının Bateman’ın seçmelerde bir şaşırtmacaya yaklaşımı olduğunu kaydederek, şöyle devam ediyor: “Seçmedeki çocuklar replikleri haftalardır prova etmiş oldukları için mükemmele yakın bir şekilde söylüyorlardı. Biz de onlara biraz ezber bozdurmak istedik. David bir fener alıyor ve seçmedeki çocuğa, ‘Farz et ki bu senin fenerin ve ben bunu senden aldım. Onu geri istiyorsun’ diyordu. Bunu bir sürü çocuğa yaptık ve genellikle pasif sayılabilecek bir yaklaşım sergilediler. Oysa Gabriel feneri geri almak için David’i çok fena hırpaladı! İnanılmaz bir yırtıcılığa sahipti. Böylece onu her türlü beklenmedik şeyle karşı karşıya bırakabileceğimizi ve onun bunlardan bir şampiyon gibi çıkabileceğini anladık.”
Aşırı prova edilmiş ya da öğretilmiş tepkileri kırmak üzere tasarlanmış bu süreci “doğaçlama alıştırması” olarak adlandıran Sandberg, “Gabriel role her şeyini verdi. Onda hiç korku ya da kendini baskılama olmadığını gördüm. Biz de Martin’i öyle hayal etmiştik” diyor.
Yakın zamana kadar, Martin’in babası Paul onun evdeki müttefikidir ama Diana bunun gereğini yapar. Martin’in yalnız kalmasını sağlar.
Billy Burke’ün canlandırdığı Paul, Sophie’nin ikinci kocasıdır –yani Martin’in babasıdır, Rebecca’nın ise değildir. “Paul iyi bir adam ve ailesine iyi bakıyor” diyor Heisserer ve ekliyor: “Sophie’nin durumunun farkında ve ona destek olmaya çalışıyor fakat bu yardım çabalarının Diana’nın ona sinirlenmesine neden olduğunun farkında değil.”
İzleyiciler Paul’le filmin başında, çalıştığı tekstil deposunda tanışıyor. Burke canlandırdığı karakter için şunları söylüyor: “Evdeki durumu düzeltmek için elinden geleni yapıyor. Karısının depresyondan daha fazlasıyla mücadele ettiğini hissediyor ve işleri düzeltip ailesini bir arada tutmayı umuyor. Sonra, tam eve gitmeye hazırlanırken deponun zemininde bir tuhaflık dikkatini çekiyor. Karanlıkta bir şey gördüğünü sanıyor…”
Bunun ardından, Martin daha da ciddi bir tehlike içindedir ve sonunda çok az tanıdığı yarı üvey ablasından yardım ister. Bunun üzerine Rebecca da erkek arkadaşı Bret’ten yardım ister. Grey, Bret için, “Rebecca’ya aşık. Rebecca henüz farkında değil ama o da Bret’e aşık. Bret hikayenin duygusal boyutuna fazladan harika bir katman ekleyen, sağlam ve güvenilir biri” diyor.
Rebecca gibi, Bret de içindeki tatlı kişiyi sert bir kabuğun ardında saklar. Belki de Rebecca’yı bu kadar rahat çözebilmesinin nedeni budur ve bu yüzden Rebecca’nın ona duygusal anlamda sürekli mesafe koymasına rağmen ondan uzaklaşmaz. Rolü üstlenen Alexander DiPersia şunu belirtiyor: “Bret’in dövmeleri ve piercingleri var; bir death metal müzik grubunun üyesi ama aslında samimi ve güvenilir biri, Rebecca’nın sürekli olarak onun gideceğini sanmasına rağmen.”
Bu sadakat ciddi biçimde sınanacaktır. Rebecca ve ailesinin yaşadığı türde şeyleri hiç yaşamamış olan Bret, masum bir şekilde bu mücadeleye adım atarken, mantıkla açıklanamayan olaylara ya da kötü niyetli varlıklara pek inanmamaktadır. Durum böyle olunca, en büyük riske kendisi girer… ve onu bazı sürprizler beklemektedir.
Bret, aynı zamanda, filmin komik anlarının pek çoğunu da sağlayan karakterdir. “Bence bu karakter ağır havayı biraz olsun dağıtıp, korkudan tuttuğunuz nefesinizi bırakmanızı sağlıyor çünkü karşınızda her çiftin yaşadığı şeyleri yaşayan bir çift görüyorsunuz” diyen DiPersia, bu anlar çok aykırı görünebilse de onlara ihtiyaç olduğunu dile getiriyor.
Role DiPersia’yı uygun gören Sandberg için, aktörün yeteneği ve rolü çok iyi anlaması kadar önemli olan bir diğer şey, Palmer ile arasındaki elle tutulur kimyaydı: “Bret normalde korku filmlerinde beklediğiniz şeyleri yapmayan, sevimli bir genç adam. İnsanlar şöyle düşünebilir: ‘Ha şu erkek arkadaş. Tabi ki ölecek.’ Ama belki de ölmez. Bence izleyiciler ondan yana olacaklar ve bu genç adamın zekice davranmasını umacaklar.”
Uzun bir süre önce Diana adında bir arkadaşım vardı.
Onun başına gerçekten kötü bir şey geldi.
Olup biten her neyse, merkezinde Sophie bulunmaktadır. O, şu anda aileüyelerinin hayatlarını tehdit eden fırtınanın gözüdür. Fakat doğal bir fırtınanın gözünün aksine, Sophie fırtınanın öfkesinden her zaman korunamaz.
Bu sorunlu kadın rolünü canlandıran Maria Bello, “Onu ilk gördüğümüzde de belli bir durumda ama gitgide kötüleşiyor. Dağıldıkça dağılıyor ama bunun nedenini anlamıyoruz. Ayrıca Diana’yla bağlantısını ve her şeyin birbiriyle nasıl örtüştüğünü de anlamıyoruz” diyor.
Sandberg de bu görüşe şunları ekliyor: “Sophie’nin birden fazla sorunu var –depresyon, belki şizofreni. Filmde bunu irdelemek istedim çünkü bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri aklını yitirmek. Dünyayı aklımızla deneyimliyoruz. Bizim için dünya o. Dolayısıyla, o kırılırsa, gerçek olan ile olmayan arasındaki çizgi bulanırsa, işler çok ters gidebilir.”
Soru şudur: Sophie gizemli ve tehlikeli Diana’nın tarafında mı yoksa onun tutsağı mıdır? O mu Diana’yı kontrol etmektedir, Diana mı onu?
“Maria her daim harika olan aktrislerden biri” diyor Grey ve ekliyor: “Sophie istisnai ölçüde karmaşık bir karakter, özellikle de performans anlamında çünkü pek çok seviyede oynanması gerekiyor. Görünüşe göre, ailesinin başına bu belayı saran kişi Sophie, oysa onları sevdiği çok açık; Sophie kendi iblisleriyle savaşıyor olsa da karşısında büyük ölçüde doğaüstü bir varlık var; yani Maria’nın pek çok katmanı bütünleştirmesi gerekiyordu.”
Sandberg ise, “Onun büyük bir hayranıyım. Maria olağanüstü bir yetenek. Sophie rolünde de kesinlikle muhteşem bir iş çıkardı. Gabriel ve Teresa’yla anneleri olarak ilişkisi son derece gerçekçi.”
İronik bir şekilde, anne ile kızı arasında nihayet gerçek bir iletişim kurulmasını sağlayan şey bu aile biriminin yok olma potansiyelidir. “Sophie ve Rebecca’nın gergin bir ilişkisi var” diyor Heisserer ve ekliyor: “Rebecca neler olup bittiğini anlamayıp bir çok şey için annesini suçladığında ikisi de birçok travma yaşamışlar. Rebecca şimdi yaşça daha büyük ve daha fazla empati kurabiliyor. Olaylara farklı şekilde bakıyor.”
Bello ise şunları söylüyor: “Rebecca büyüleyici bir karakter. Başlangıçta çok komik, bağımsız ve rahat bir kız ama bir yandan da kardeşi ve annesine gerçekten çok iyi bakıyor. Bunu istediği için yapmıyor, yapılması gerektiği için sorumluluk alıyor. İşte onun gerçek gücü burada.”
Bu arada, Rebecca’nın çocukluğundan hatırladığı Diana da daha güçlenmiştir. Daha cesur, daha öfkeli ve daha öngörülemezdir. Endişelendirici ölçüde atik, koyu renk bir siluet artık her gölgeden onlara hamle yapmaktadır. Ancak, Diana karanlıkta yaşamaktan memnun değildir ve onların üzerine karanlığı çökertmek istemektedir.
“Güçlü olduğu yer karanlık. Bu yüzden onları yapabildiği her şekilde karanlığa çekmeye çalışıyor” diyor Sandberg ve ekliyor: “Onları bodruma indiriyor, evin tüm ışıklarını söndürüyor. Onları kontrolün tamamen kendinde olduğu bir yere sürüklemek istiyor.”
Heisserer ise şunları söylüyor: “Diana yazılması karmaşık bir karakterdi. Işıkların dışında var oluyor; ışık olduğunda ise görünmez olmuyor, varlığı tamamen sonlanıyor. Işıkta onu tutabileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Işıkta cisimsizleşiyor. Dolayısıyla, onu nasıl gösterebileceğimiz ve neler yapabileceği konusunda belirli kurallar vardı; biz de bu kurallara uymalıydık.”
Yapımcılar, BYG kullanmak yerine gerçek birini kullanmayı seçtiler. Makyaj, protezler, ışıklandırma ve aktris/dublör Alicia Vela-Bailey’nin performansıyla Diana’yı yarattılar. Bu yaklaşımın dijital bir karakterle olabileceğinden çok daha ürkütücü ve şok edici olduğunu gördüler.
“Diana ekran süresinin yüzde doksan beşinde bir siluetten ibaret, dolayısıyla hareket her şey demek” diye vurguluyor Sandberg.
Eski bir jimnastikçi olan ve Diana rolünde elastikliğiyle karaktere hem insani hem de tuhaf bir şekilde insani olmayan beden hareketleri yaptıran Vela-Bailey için, “Alicia şaşırtıcı derecede atletik” diyen Grey, şöyle devam ediyor. “Onun becerileri Diana’yı tahmin edemeyeceğiniz şekillerde hareket eden, hızlı ve süper güçlü bir fiziksel varlık olarak yaratmamıza olanak tanıdı: Tavandan bir örümcek gibi düşebilir ya da yerde yılan gibi sürünerek ilerleyebilir. Bir sahnede Martin’i kovalarken, Martin ışığa atlıyor. Diana’nın kaybolması için görsel efekt kullanacağımızı varsaymıştık ama Alicia görsel efekt gibi görünecek kadar hızlı şekilde geri çekilmeyi başardı. Adeta karanlığın içinde buharlaşıp yok oldu.”
Heisserer gülerek aktarıyor: “Alicia siluet kostümünü giymişken loş sette çalışıyorduk. Bazen bir köşeyi dönünce ona denk geliyor ve, ‘AAAAY!’ diye çığlık atıyordunuz.”
Heisserer bu konuda yalnız değildi. Birçok oyuncu ve çekim ekibi üyesi de zaman zaman Diana karakterine bürünmüş Vela-Bailey’yle karşılaşınca irkilmişlerdi. Hatta Maria Bello şunu itiraf ediyor: “Bazen bir sahnenin ortasında bile beni afallatıyordu.”
Palmer da, “O kadar dehşet vericiydi ki her günün sonunda o enerjiyi vücudumdan atma ihtiyacı hissettim” diyor.