Barış Manço’lu “Yediden Yetmiş Yediye”nin en keyifli anları “adam olacak çocuk” kısmıydı sanırım. Aileleri tarafından özenle semirtilmiş ve ezberletilmiş çocuklar, Türk halkının gelecekle ilgili umutlanmasını sağlarken biz de onların maskaralıklarından ve şaşkınlıklarından epey eğlenirdik. O programa binlerce çocuk çıktı ama kaçı adam olup hatırlanır işler yaptı bilinmez…
İzlediğimiz filmlerinde böyle bir kaderi var aslında… Her yıl gösterime giren yüzlerce filmin çoğu bir daha hatırlanmayacak, hiç bir grup tarafından yüceltilmeyecek kadar pespaye işler… Yine de bu aptallaşmış üretim bolluğunda mutlaka çok sıkı filmler var ve unutulmaz olacaklar diye düşünmek istiyor insan…
Kaan Zanbakçı’nın “Hadi böyle bir şey hazırlayalım!” demesiyle heveslenip, “Öteki” yazarlarına ve diğer platformlarda sinema yazan dostlarımıza, şimdi çok belli etmese de mutlaka kültleşecek filmleri sorduk. “Ne var ki bunda?” demeyin aslında zor bir soru bu; Eğer şu listeyi 80’ler de yapıyor olsaydık, gözümüzü kapatıp gösterim listesinden herhangi bir filmin üzerine parmağımızı koymamız yeterli olacaktı ama artık iyice sentetikleşmiş “ürün” sinemasından kült potansiyeli barındıran filmleri çıkarıp bulmak oldukça zor. Ömrünün uzun olmasını dilediğimiz kıymetli sitemiz “Öteki Sinema” için bir tür kehanet denemesi sayılacak ve 10 yıl sonra “bak biz bunların kült olacağını bilmiştik!” diye hava atmamıza vesile olacak “Kült olacak filmler” listemizi iftiharla sunarız. Murat Tolga Şen
Masis Üşenmez
Primer (2004)
Listeye gedik açıp 2004 yılından bir film soktum. Evet hatalıyım ama bu film bu gediği açmayı hak ediyor. Hala pek değeri verilmemiş 7000$ bütçeli bir filmden bahsediyoruz. Bu bütçeyle bir zaman yolculuğu filmi çekmek akıl alacak iş değil. Ama başarılmış, ve birçok otorite tarafından da Primer zaman yolculuğu konusunda Geleceğe Dönüş ile kıyaslanıyor. Filmin herşeyi olan Shane Carruth bir matematik mühendisi.
Let the Right One In (2008)
Bu film hakkında çok konuştuk çok şey söyledik en azından bizi takip edenler için vampir filmleri arasında kült statüsüne erişmeyi şimdiden başardı. İlerleyen yıllarda daha çok kişi tarafından bilinip sevilecektir.
https://www.otekisinema.com/let-the-right-one-in-2008/
El laberinto del fauno (2006) Pan’s Labyrinth
Guillermo del Toro’nun bana göre şimdiye kadarki en kusursuz, en görkemli yapıtı. Senaryosu ile de görselliğin altında kalmayan, her seyrettiğimde böğürerek ağlamama neden olan film ileride kült denince ilk akla gelecek işlerden biri olacaktır.
Children of Men (2006)
Post Apokaliptik bir film yapmanın ne kadar zor olduğunu tür içinde çekilmiş olan sonsuz sayıda başarısız filmden anlayabiliriz. Her sene en az dört beş büyük bütçeli post apokaliptik çekilirken hala kült dediğimizde aklımıza Mad Max’den başkası gelmiyorsa ortada bir başarısızlık vardır kesinlikle. Ancak Alfonso Cuarón’un yönettiği ve senaryosunu yazdığı Children of Men post apokaliptiğin ne kadar önemli bir tür olduğunu gözler önüne seriyor ve türün kısıtlarını aşarak yepyeni, temiz bir sayfa açıyor.
https://www.otekisinema.com/son-umut/
Byôsoku 5 senchimêtoru (2007) 5 Centimeters per Second
Listeme sokmayı uygun gördüğüm tek anime biraz tartışma yaratabilir. Animelerin genel karakterinde bulunan klişelerden uzak durup, bir aşk masalı anlatan 5 Centimeters per Second birçoklarınca yeni Miyazaki olarak gösterilen Makoto Shinkai’nin The Place Promised in Our Early Days’den sonra çektiği, müthiş görselliği ile önplana çıkan bir anime. Belki The Place Promised in Our Early Days, ele aldığı fantastik konusu ile listede yer almayı daha çok hak etse de oyumu bu filmden yana kullanmayı doğru buluyorum. Müthiş görsellik hiç bu kadar müthiş olmamıştı.
Ege Görgün
Rec 2
On yıllardır devam eden Yaşayan Ölü filmlerinde yapılan en büyük yenilik daha ürkütücü olmalarını sağlamak için ölüleri eskisinden daha hızlı hale getirmektir.Balaguero’nun bu kez Paco Plaza ile çektiği ve ilk filmin bittiği noktadan başlayan Rec 2′de ise iş iyice mistik bir hal alıyor. Yıldızlar değil ama iki korku sineması alttürü bir araya getiriliyor. Bir “Living Dead meet Exorcism” vakası.
Rec 2′de yapılan yalnızca Yaşayan Ölüler alttürünün değil, tüm korku sinemasını geleceğini etkileyecek nitelikte.
http://www.tersninja.com/rec-2-a-k-a-super-korku/
The Last Winter
Başta kan banyosu sahneleri olmak üzere, popüler kaygılarla araya sıkıştırılmış katkı katalizörlerinden sıyrılmış, ciddi bir mesaj içeren, bu nispeten klişe-free film aynı zamanda bağımsız bir yapım.
http://www.tersninja.com/icinden-3-film-ve-bir-kiyamet-cikan-film-the-last-winter/
Cold Prey 2
“Slasher” tarzı bir filmi bu saatten sonra ne kadar sıradanlıktan uzaklaştırabilirsiniz ki. Netice de son derece ağır bir evrim geçiren, klişelerden örülü, vazgeçilemez ritüelleri ve öykü standartları olan bir türden söz ediyoruz burada. Bu açıdan bakıldığında slasherın hala var olmasına bile şaşmak lazım aslında. Slasherların şu ölmek bilmeyen, her seferinde bir yolunu bulup geri dönen manyak katilleri bizzat türün kendisini temsil ediyor gibi geliyor bana. Ama her adımınızda türün önemli yapıtlarına ince referanslarla gönderme yaplmayı becerirseniz Cold Prey 2’deki gibi, ortaya Slasher’ların Ulysses’ini çıkarmış olursunuz.
Watchmen
Watchmen’i okumamış ama bu filmi çok sevmiş bir adam gösterin bana, iddiamı geri alayım. Klasik çizgi roman uyarlamalarına “kral çıplak” diye bağıran, tüm blockbuster klişelerine sırtını dönen bu filmin kıymeti sonraları anlaşılacak… E bunun çizgi romanı zaten kült değil mi? Evet ama filmi değil. Filmi de olacak….
https://www.otekisinema.com/watchmen/
Vavien
Herkesin Vavien ile ilgili algısı hala “bir Türk filmi”nden ibaret olduğu için olan bitenin farkına varamış durumdalar. Oysa hikayesiyle, anlatımıyla, oyunculuklarıyla, kurgusuyla en az Muhsin Bey ve Anayurt Oteli kadar kült olmaya aday bir filmi Vavien.
http://www.tersninja.com/yilin-en-iyi-turk-filmini-izlemeye-hazir-misiniz-vavien/
Gülnur Karakaş
Dead Snow (2009)
5 filmlik listemde en güvendiğim film diyebilirim. Neden kült olacak derseniz; bu soruyu hala bu filmi sevmeyenlerin sayıca daha fazla olması ve başarıyla referans aldığı tüm filmlerin de kült olması şeklinde cevaplayabilirim.
https://www.otekisinema.com/død-snø-dead-snow-2009/
Drag Me to Hell (2009)
Söz konusu Sam Raimi olunca, filmin kült olmamasını beklemek zaten abes olur.
https://www.otekisinema.com/drag-me-to-hell-2009/
Orphan (2009)
Kült olma konusunda filmden çok Esther’e güveniyorum aslında.
Hostel (2005)
İlk filmi Cabin Fever’la rüştünü ispatlayan Eli Roth, Hostel’le de sinema severleri ikiye bölmeyi başardı. Kimileri porno, kimileri çok kanlı dedi. Bense şimdilik çizgisinden ödün vermeyen Eli Roth’dan Thanksgiving tadında bir film daha bekliyorum. Yazık etmesin şu güzelim fragmana.
Trick ‘r Treat (2008)
Kült olacak dizilerden True Blood’un Sookie’si Anna Paquin’in de yer aldığı bu film, Michael Myers’dan sonraki yeni Halloween eğlencemiz olacağa benziyor. Filmin komedi dili ve özellikle kostümlere baktığımızda kült olabilitesi hakkında olumlu bir hava estirdiğini söylemek mümkün.
Can Evrenol
Children of Men (2006)
Sinema tarihinin en iyi dystopia’larından birini sunan Children of Men, korkutucu konusu, muhteşem sanat yönetimi, ustaca efektleri ve akıllıca kullanılmış omuzda kamera teknikleriyle çağımızın tartışmasız en iyi bilim kurgu filmlerinden biri.
The Chaser (2008)
Gerçek bir seri katilin hikayesinden yola çıkan film, sıradan bir polisiye gibi başlayıp, çok daha cesur yollara sapıyor. Infernal Affairs / Departed gibi, bu filmin de Hollywood yeniden çevrimi yolda.
Let The Right One In (2008)
Artık suyu çıkmış olan bir janradan, hala böylesine basit, güçlü ve etkileyici yepyeni bir film çıkıyor olması, vampir edebiyatı adına muhteşem bir şey…
Moon (2009)
Bilgisayar efektlerinin aşırı kullanımıyla kangren gibi bütün bilimkurgu ve aksyon sinemasını sardığı şu yıllarda, bu Asimov-vari film hepimize gerçek uzay filminin aslında ne kadar dokunaklı olduğunu hatırlattı.
https://www.otekisinema.com/moon-2009/
The Human Centipede (2010)
Gülseniz mi, ağlasanız mı bilemeyeceksiniz. Filmin zaten, herşeyi geçtim, ismi yeter.
https://www.otekisinema.com/the-human-centipede-2008/
ilker Güler
The Fall (2006)
İzledikten sonra unutamayacağınız bir film arıyorsanız işte karşınızda tam aradığınız film. Sinematografisi, oyuncularının performansı, müzikleri kısacası herşeyi ile mükemmel. Bir filmin her karesi kartpostal olabilir mi? Yönetmen Tarsem Singh bize adeta bu sorunun cevabını veriyor. İzlemediyseniz ne yapın ne edin HD olarak büyük ekranlı bir televizyonda izleyin. Ağlama garantili filmler serisinden olduğu için yanınıza bol bol mendil almayı da unutmayın.
https://www.otekisinema.com/the-fall-2006/
Cloverfield (2008)
The Blair Witch Project’in sinema sektörüne getirdiği yeniliği bir adım ileri taşıyan film varsa o da budur. Belki herkesin sevebileceği bir yapım değil ama izleyiciyi filmde anlatılanların bir parçası haline getirmede oldukça başarılı. Farklı bir bilimkurgu- gerilim izlemek istiyorsanız Cloverfield sizi bekliyor.
https://www.otekisinema.com/cloverfield/
Brick (2005)
Film Noir olmayan ama izledikten sonra film noir tadı bırakan bir yapım “Brick”. Kısaca lisede geçen bir dedektiflik hikayesi diyelim. Başroldeki Joseph Gordon-Levitt güzel bir oyunculuk sergiliyor. Ayrıca Lost’un Claire’i de oyuncular arasında. Bu filmi ya 2x-3x hızında izleyeceksiniz ya da çok seveceksiniz.
Let The Right One In (2008)
Son yılların yükselen trendi vampirlerin yüzakı “Let The Right One In”. Türe getirdiği taze soluk resmen yapımcıların iştahını kabarttı. Bugün vampir filmi patlaması yaşıyorsak sorumlularından birisi bu filmdir. Aynı patlamayı kurtadamlar için bakalım ne zaman görebileceğiz. İzleyin izlettirin.
District 9 (2009)
2009’un biz sinemaseverlere sunduğu belki de en güzel film District 9 idi. Uzaylılara olan yaklaşımıyla, ezilenlerin yanında olan biz Türklerin kalbini fethetmeyi başardı desek yalan olmaz. Bütçesinin ufaklığı ile ters orantılı olarak harika özel efektler sunması ve başroldeki Sharlto Copley’in oyunculuğu gerçekten çok başarılı. Yönetmen Neill Blomkamp’in filmlerini herhalde bundan sonra çok daha dikkatle takip edeceğiz.
https://www.otekisinema.com/district-9-2009/
Melahat Yılmaz
The Road
İnsan ırkının sonu gelmiştir. Dünya yok olmanın eşiğindeyken bir baba ve oğlu tüm yaşanan felaketlere rağmen insan doğasının temelinde yatan dürtü ile hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. Film boyunca bu mücadele sizi sarsmaya ve hayatı sorgulamaya itmektedir. Ne için yaşamak gerekir? Ölümü yaşama tercih etmenin bir şartı var mıdır? Her şeye rağmen yaşamak diye bağıran bu film aynı zamanda bir babanın oğlu için neler yapabileceğine ve sevginin koşulsuzluğuna dair bir öykü. İçinizden geçen tüm iyiliklerin sevgiden geldiğine, nefes aldığınız müddetçe yanınızdaki yol arkadaşınızla yürümenin sizde uyandırdığı depreme dair bir öykü. Yönetmenliğini john hillcoat’ın yaptığı cormac mccarthy’nın romanından uyarlanan başarılı bir film.
https://www.otekisinema.com/the-road-2009/
Ink
1.2.3.4 hadi gözlerinizi kapatın ve kalbinizi rüyalarınıza açın. Bir düşünün hayatın hiç bozulmayan dengesini… Yumuşak bir müzik kulaklarınızı ziyaret ettiğinde gördüğünüz düşlerinizi bir hatırlamaya çalışın. Hayatınızda duyduğunuz her vicdan azabı size karabasan olarak geri döndüğünde yatağınızdan sıçrayarak kalkıp kime sarıldığınızı hatırlayın. Bu film iyi rüyaların, masalcıların ve her şeye rağmen hayal gücünün karabasanlara karşı verdiği savaşın inanılmaz hikâyesidir. Hayatına son vermenin ağırlığı altında masum bir ruh çalmak için dünyaya inen bir düşmüşün hikâyesi. Seçtiği ruh onu pişmanlığından kurtarabilecek mi? Film boyunca gözlerinizin dolmasına aldırmadan neden diye sorguladığınız bir film. Yönetmenliğini aynı zaman da hikâyenin yazarı olan jamin winans üstlenmiş muhteşem bir bağımsız yapıt.
https://www.otekisinema.com/ink-2009/
Where The Wild Things Are
Bir zamanlar kocaman bir ülkenin küçücük bir kralı varmış. Hep ne hayal etse yapabileceğini düşünen masum bir çocuk kral… Kahramanımız max kabına sığamayan, hareketli ve inanılmaz bir hayal gücüne sahip… Bir gün yaptığı küçük bir yaramazlığın ardından annesinin azarlamalarına daha fazla dayanamayıp kaçar. Sonuç bizi de içine sürüklediği masalsı bir maceradır. Kendinden kat be kat büyük bir grup yaratığa kral olmaya çalışan bu çocuk size yeniden hayal kurmanın güzelliklerini hatırlatıyor. Kralımız çok yaşa… Yönetmen koltuğunda spike jonse’yi görüyoruz. Seyredilmesi şart olan bağımsız bir yapım daha… İyi seyirler…
The Fall
Hayat bazen umduğunuz gibi gitmez ve dayanacak gücünüz kalmadığında yüksek bir yere çıkıp kendinizi özgürlüğün kollarına atarsınız sonsuz bir düşüşün ardından. İşte bu sebepten dolayı intihar girişimiyle hastaneye kaldırılmış ilaç bağımlısı, başarısız bir dublör olan roy’la tanışıyoruz. Hayatından tamamen vazgeçmiş bu adam tanıştığı alexandria adlı küçük kıza bir masal anlatmaya başlar aslında amacı kızın ona sakinleştirici ilaç temin etmesini sağlamaktır. Lakin masal ilerledikçe işler değişir roy bu küçük çocuğun renklerle sarılı müthiş dünyasının kahramanı olur. Amaç kötü valiye dersini vermektir. Birbirlerine duydukları bağlılık ikisine de yeni bir umut vaat eder. Her şeye rağmen hayat güzeldir. Yönetmenliğini tarsem sıngh yaptığı renklere boyalı bu hayal dünyasında hepimize yer var.
The Lovely Bones
Hayalleri olan 14 yaşında güzeller güzeli bir kızdır susie. Hayatında ilk kez âşık olmak üzeredir ve beyaz atlı prensinden ilk öpücüğünü almak için sabırsızlıkla beklemektedir. Fakat bir gün hayatı bir seri katil olan George harvey tarafından alınır. Susie kocaman bir boşluğun ardından bu adama duyduğu nefret ve sevdiklerine duyduğu özlemle başa çıkmaya çalışacaktır artık. Ne bu dünya da ne de cennettedir ruhu. Film size gencecik bir kızın hayallerini, bir seri katilin hastalıklı beynini ve bir babanın kızı için neler yapabileceğini kanıtlayan duygusal bir yapım. Yönetmenliğini Peter jackson’ın üstlenmiş. İyi seyirler…
Murat Kızılca
Hatchet (2006, yönetmen Adam Green)
Yakın dönem slasherlarının neredeyse hepsi yaratıcılıktan uzak ve sıkıcı öldürme sahneleri ile tür meraklılarına hiçbir şey vadetmeyen vasat işlerden oluşuyor. Ama Hatchet türdeşlerinden her konuda adımlarca ileride. Uzun zamandır bu kadar eğlenceli ve cinayet sahnelerinin sıra dışı olması için uğraşılmış bir film izlememiştim. Eminim ki bu film için “kült olmaya aday” dediğimde hiçbir korku filmi meraklısı karşı çıkmayacaktır. Bu arada Victor Crowley efsanesi devam edecek gibi. Hatchet 2’nun bu sene içinde vizyona girmesi bekleniyor. Belki de yeni bir Jason doğuyordur, kim bilir. (Crowley rolünü oynayan aktör Kane Hodder’ın daha önce Friday the 13th 7, 8, 9 ve 10. bölümlerinde Jason Voorhees’i canlandırdığını ekstra bir not olarak ekleyeyim ki kendisi Jason’ı canlandıran aktörler içinde favorimdir.)
The House of the Devil (2009, yönetmen Ti West)
Yakın zamanda Öteki Sinema’ya yazdığım yazıdan rahatlıkla anlaşılacağı üzere nazarımda The House of the Devil geçen senenin en kayda değer işlerinden biriydi. O ayıla bayıla izlediğim seksenler korku sinemasının ruhunu tamamen doğru bir şekilde özümseyen West, nihayet kendisinden beklediğim patlamayı bu film ile yaptı. Uzun süre akıldan çıkmayacak güzellikte bir film olan The House of the Devil, “kült olmaya aday filmler” listemin olmazsa olmazlarından.
https://www.otekisinema.com/the-house-of-the-devil-2009/
Moon (2009, yönetmen Duncan Jones)
Yönetmenin deyişiyle (ki ben de aynı fikirdeyim) yetmişli yıllar ve seksenli yılların başında altın çağını yaşayan bilim kurgu sinemasının o yıllara ait örneklerinden Silent Running, Alien, Blade Runner ve Outland gibi filmlerin her biri için bugün kült sıfatını hiç çekinmeden kullanabiliyoruz. Adı geçen filmlerden beslenen Moon’a da seneler sonra aynı sıfatın yakıştırılacağını düşünüyorum.
https://www.otekisinema.com/moon-2009/
Feast (2005, yönetmen John Gulager)
Çılgın bir film. Her tarafı ucuzluk kokan Feast, nefes bile aldırmayan temposu ve bütün ekranı kırmızıya bulayan vahşet (gore) sahneleri ile tadından yenmez derler ya, işte aynen o kıvamda. “Kült olmaya aday filmler” listemin sürprizi diyebilirim Feast için. Vizyon şansı bulamamış Feast II: Sloppy Seconds (2008) ve Feast III: The Happy Finish (2009) isimli berbat devam filmlerinden uzak durun. İlkinin yanına bile yaklaşamıyorlar.
Calvaire (2004, yönetmen Fabrice Du Welz)
Belçika’dan çıkan bu mücevher değerindeki film için daha önceki yıllarda başarılı olmuş birçok filmin vurucu noktalarından faydalanarak çekilmiş başarılı bir kolaj diyebilirim. Yakın zamanda kaybettiğimiz Ronnie James Dio’nun da defalarca uyardığı gibi “Don’t Talk to Strangers” (Yabancılarla Konuşma) şiarını bellememiş bir kahramanın, tekinsiz kırsalda yaşadığı dehşeti olanca yalınlığı ile veren bu çarpıcı film, kült olacağını öngördüğüm adaylardan bir diğeri.
Tolga Demirtaş
Ma mère (2004)
“Tuhaf olana yakın olabilmek” düşüncesiyle örtüşen en iyi örneklerden biri yönetmenliğini Christophe Honoré’nin yaptığı Georges Bataille’in romanından uyarlanan Ma mère (2004) filmidir. Filmde yetişkinliğe yeni adım atmış genç bir erkeğin annesiyle arasında geçen sıra dışı ilişkiyi gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de toplumun bütün ahlak değerlerini alt üst ediyor. Birçok kişi tarafından mastürbasyon malzemesi olarak düşünülse de farklı bir gözle izlendiğinde kült olmayı hak eden bir film.
Rinne (2005)
Son dönemlerde çok fazla Asya korku filmi izlediğimi söyleyemem ama izlediklerim içinde beni oldukça etkileyen bir film oldu: Rinne (2005). Ju-on, The Grudge gibi başarılı işlere imza atan yönetmen Takashi Shimizu imzalı film, After Dark Horror Fest’in başarılı nadir filmlerinden. Film Japon korku sinemasından aşina olduğumuz tipik hayalet temalı bir film olsa da yarattığı atmosferle benzer yapımlardan ayrılıyor. Rinne şiddetin ve kanın fazla gözükmediği bir film fakat psikolojik şiddet had safhalarda. Filmi izledikten sonra yaşadığımız dünya ile ilgili şüphe duymamak elde değil. Sürpriz sonlu filmlerden benim gibi hoşlanıyorsanız filmin sonunda yaşayacağınız şok sizi uzun süre etkisinde bırakacak.
Bandaged (2009)
Maria Beatty, benim son dönemlerde tanıdığım en sıra dışı yönetmenlerden biri. Kadın cinselliğini en uç noktalarda işleyen kısa filmlere imza atmış. Bunları uzun metraj bir porno filmle süslemiş ve 2009’da Bandaged isimli tuhaf bir filmi bizlere sunmuş. Film görünüş itabiriyle Sam Raimi’nin Darkman filmini anımsatsa da iki filmden birbirinden tamamen farklı. Babasından intikam almak için intihara kalkışan ama yüzünden olan bir genç kız ve ona bakması için tutulan bir hemşire arasındaki sıra dışı ilişkiyi konu alıyor. Bandaged aşk, güzellik, varoluş, kaybetmek üzerine kurgulanan film Alman ekspresyonist sinemasının da izlerini taşımakta. Yeraltından çıkmayı bekleyen film eminim üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra hak ettiği ilgiyi izleyiciden bulacaktır.
Easter Bunny, Kill! Kill! (2006)
Son dönem slasher filmleri bende çok fazla bir etki bırakmıyordu. Fakat geçtiğimiz günlerde Faster, Pussycat Kill! Kill! (1965) filmiyle isim benzerliği yüzünden izlediğim film beni oldukça şaşırttı. Film için mükemmel bir korku filmi tanımlaması abartı olabilir fakat yıllar geçtikçe kendine has özellikleri gün yüzüne çıkacak ve çok büyük kitlelere ulaşamasa da izleyicisi tarafından saygı değer bir mertebeye ulaştırılacaktır. Şiddet ve kanın orantılı biçimde kullanıldığı film sadece buna odaklanmamış, karakter analizleriyle de dikkat çekmektedir.
Bienvenue chez les Rozes (2003)
Filmin posterine bakıldığında hiçbir erkeğin bu filme kayıtsız kalabileceğini düşünemiyorum. Fakat film posterde vaat edilen görüntüyü izleyiciye sunmuyor. Ya da şöyle diyebiliriz vaat ettiği şeyi izleyiciye farklı bir yoldan sunuyor. Bunu yaparken de filmin posterinde kullandığı kurnazlığı filmde de devam ettiriyor. Gerilim dolu bir film beklerken içinde dozunda bir erotizmin ve küçük kanlı sahnelerin olduğu özünde harika bir komedi filmiyle karşılaşıyor izleyici. Listenin en eski filmi olmasına karşın Bandaged filmiyle birlikte en az bilineni fakat izleyeni içinse izlediği en iyi Fransız filmlerinden birisi.
Can Yalçınkaya
Teeth (Mitchell Lichtenstein, 2007):
Evlenene kadar bekaretini koruyacağına yemin etmiş bir genç kız, vajinasında dişler olduğunu keşfederse ne olur? Daha da önemlisi, bunu, bir anlık şehvet hissiyle, acı içinde keşfeden erkek arkadaşına ne olur? Bu küçük bağımsız film, kült olmak için tüm malzemelere sahip. Cinsellik, (az biraz gore), kopan uzuvlar, kara komedi, feminist altmetin, ve bir intikam hikayesi.
Strigoi (Faye Jackson, 2008):
Vampir mitinin kökenlerine, Romanya’ya gidiyoruz. Fakat öyle seksi, karanlık ve derin yaratıklar yok bu kez karşımızda. Mütemadiyen aç, evinize girip ne bulursa yiyen, arsız ve rahatsız, basbayağı karnavalesk yaratıklar var. Ton olarak Dellamorte Dellamore’yle akraba. Twilight sevenler bunu sevmedi.
The Revenant (D. Kerry Prior, 2009):
Irak’taki bir Amerikan askeri ölür ve gömülür, fakat bilinmeyen bir nedenden dolayı yeniden dirilir ve en yakın arkadaşının evine gider. Uyuşturucularla arası sıkı fıkı arkadaşıyla beraber vampir mi zombi mi olduğuna karar veremediklerinde ona “revenant” (geri gelen kimse) demeye karar verirler. İki arkadaş bu soruna bir çare ararken, revenant’ın kan açlığına da bir çözüm bulmaları gerekecektir. Politik, kara komedi bir zombi/vampir/buddy movie de kült olmazsa ne olur, bilemiyorum.
Samurai Avenger: The Blind Wolf (Kurando Mitsutake, 2009):
On parmağında on bir marifet bir şahıs olan Kurando Mitsutake’nin yazıp, yönetip, basrolünde oynadığı Samurai Avenger, kendisini sushi western olarak tanimlayip, 70’lerin istismar filmerine saygı duruşunda bulunuyor – intikam, yedi ölümcül suikastçi, kör bir samuray’dan kılıç dersleri ve vahşi batının amansız çöllerinde El Topo tandanslı bir yolculuk. Kill Bill’den önce çıkmış olsa çoktan kült olmuştu!
Pontypool (Bruce McDonald, 2008):
Alışılmışın dışında bir zombi filmi. Spoiler vermek gibi olacak, ama William S. Burroughs’un “dil bir virüstür” şiarının güzel bir uygulaması var burada – iyi bir hikayeyle, tek bir mekanda, fazla özel efekt kullanmadan da iyi bir fantastik film yapılabileceğini gösteriyor. Uyarlandığı kitap da okumaya değer.
Kaan Zanbakçı
Gwoemul
Köktenci Bush döneminde çekilen eğlence sineması örneklerinin çoğu faşizan eğilimlere sahip, muhafazakârlığı saçmalık derecesinde savunan “şey”lerdi. Özellikle felaket filmlerinde moda olan “büyük aileye övgü” düsturu kadar eğreti duran bir şey görmedim bugüne dek. Kore sinemasından çıkan Gwoemul, bu saçmalıklara indirdiği tokatla gönlümde taht kurdu. Ailenin “işlememe hali”ni filmin sonuna dek muhafaza etmesi ve finaldeki Pirus zaferi, ilginç yaratık tasarımı ve yaratığın çıkış noktasındaki anti-Amerikan politik duruşuyla kült olmaya kesinlikle aday.
District 9
2009’un bilim-kurgu yıldızı Avatar mıydı? Bir daha düşünün. District 9, hem alt hem üst sınıfın suç dünyasını, her ikisini de sınıf düşen kahramanının peşine takarak harmanlıyor. Bu dönüşüm son derece inandırıcı. Irkçılık karşıtı duruşunu, varoşlara ve hükümet politikalarına bakışını, arka planı artık yaka silktiğimiz Amerika’dan hikâyesine çok daha uygun olan Johannesburg’a taşımasını, hatta ve hatta yakın zamanda moda olan belgesel tarzı, açık form görselliğini bir kenara bırakalım. Tüm sahnelerin doğaçlama oynanması, tüm diyalogların oyuncular tarafından doğaçlama söylenmesi bile kült olması için yeterli.
Pandorum
Özgün değilmiş. Kimin umurunda? 2009’un bu hoş sürprizini izlerken Event Horizon, Alien, Fight Club, The Thing, Psycho gibi isimler kafanızda dolanıp duracak. Ancak Pandorom, izinden gittiği filmlerden ödünç aldığı unsurları son derece başarılı bir şekilde harmanlıyor. Cüzi bir bütçeyle çekilen ve bu yüzden epik olmaktan itinayla kaçınan film mükemmel atmosferi, unutulmaz sahneleri, içerdiği oyunculuk ve finalde güzelce toparlanan çoklu entrikasıyla bu listeye alınmayı sonuna dek hak ediyor.
https://www.otekisinema.com/pandorum-2009/
The Road
Arıza bir yönetmen, arıza bir başrol oyuncusu ve arıza bir müzisyen bir araya gelirse ortaya çıkan sonuç bu oluyor. The Road, kıyamet sonrasının tüm ağırlığını üzerinde taşıyor ve seyirciye başarıyla aktarıyor. Sadece bir babanın, yıkılmış bir dünyada çocuğunu önce hayatta, sonra ayakta tutma çabasına odaklandığından dünyayı bu hale getiren felaketin ne olduğundan bahsetmiyor bile. Kusursuz bir atmosfer ve kusursuz oyunculuklarla hem kıyamet sonrası filmlerin, hem de bağımsız sinemanın doruklarında gezen The Road’da kült olmak için gereken tüm malzemeler mevcut.
Moon
2009 bilim-kurgu yılı olmuş resmen. Listemizin son üyesi Moon, 3 yıl boyunca ayda tek başına kalan bir adamın hikâyesini anlatıyor. Ve fakat öyle şeyler oluyor ki, aslında tek başına olmadığını anlıyor. Sürprizleri bozmamak için konusunu anlatmıyorum (çok da büyük bir sürpriz yok ama olsun) ama sadece 5 milyon dolara mal olan film, 97 dakikanızı son derece keyifli geçirmenizi sağlıyor. Sam Rockwell içinse söylenebilecek tek şey olabilir: Tek kişilik dev kadro.
Ezgi Aksoy
Encarnação do Demônio (2008)
Film, efsanevi sinema yönetmeni ve bir B sinema insanı olan José Mojica Marins’a ait. Marins, kariyerine western sinema çekerek başlayan, sonradan korku sinemasına, istismar filmlerine ve pornochanchada (60’lı – 70’li yıllarda, cunta döneminde ardı ardına çevrilen soft – porno filmleri) filmlerine yönetmenlik yapan bir sinemacı. Film aynı zamanda yönetmenin Coffin Joe üçlemesinin de son filmi. Serinin ilk iki filmi ise Öteki Sinema okurlarının hemen hatırlayacakları Brezilya’nın ilk korku filmi olan “À Meia-Noite Levarei Sua Alma”nın (At Midnight I’ll Take Your Soul – 1963) ve Esta Noite Encarnarei no Teu Cadáver (This Night I’ll Posses Your Corpse – 1967). Coffin Joe sadece Marins filmlerinde kalmıyor elbette, zamanla bir kült karaktere dönüşüyor ve Brezilya’da ve hatta tüm dünyada popüler kent kültürünü etkileyen bir eleman oluyor.
Encarnação do Demônio (Embodiment of Evil), Coffin Joe hayranlarını hayalkırıklığına uğratmayacak bir film. Ayrıca aradan onca zaman geçmesine rağmen, efsanevi isim Marins tarafından çevrilmiş olması, yani üçlemenin üç filminin de Marins’e ait olması kuşkusuz filmlerin değerini artırıyor. Hatta bence çok yakında Kült Coffin Joe Üçlemesi adıyla bir Dvd set olarak satışa sunulacaktır. Ya da çoktan sunulmuştur da benim gözüme çarpmamıştır.
Marta’s Sex Tape (2006)
Marta’nın Seks Kasedi, aslında bir tür pop – art ürünü. Herhangi bir bienal ya da karma bir modern sanat sergisi için üretilmiş gibi bir havası var. Hani şu modern sanat galerilerinde gördüğümüz, yerdeki 37 ekran televizyonda kendi halinde oynayan filmleri andırıyor. Hem bu havası, hem sanata, sekse, çıplaklığa ve çağın sanatçılarına bakışı nedeniyle çok geçmeden kült sınıfına dahil olacağına inanyorum. Çünkü filmin değindikleri hem zamanın ruhunu yakalıyor, ama aynı zamanda her zamana da ait. Benzer meselelerin sadece günümüz Meksikası’nda değil; Antik Yunan’da da, Mısır’da, Osmanlı’da, Aztekler’de de konuşulduğuna ve gündemi meşgul ettiğine eminim. Ayrıca gelecekte de meşgul edeceğine şüphe yok.
Marta, geçimini sağlayamayan bir ressam ve bir sürü borcu var. O da bir porno kasedi çekmeye ve borçlarını bu şekilde ödemeye girişiyor. Bu sağlam bir konu. Bu konudan hem porno, hem erotik sinema, hatta drama ya da dram örnekleri çıkabilir. Marta’s Sex Tape ise daha çok kara mizaha yakın duran doyurucu ve “sexy” bir sanat filmi.
The Descent (2005)
Mağaralar, maden ocakları, yani yeraltı defalarca filmlere mekan oldular. Kapalı alan korkusu, klostrofobi çok kereler beyaz perdeden sıkıştırdı kalpleri. Hatta bu filmler birleşerek kendi alt türlerini bile oluşturdular. Öyle olunca da iyi ya da kötü pek çok örnek verildi bu türde. Ama 2005 yapımı The Descent, kesinlikle türünün en iyi örneklerinden. Kapalı alanda, yer altında geçen filmler artık ister istemez The Descent’ten önce The Descent’ten sonra olarak sınıflandırılacak. Çünkü The Descent, türün çıtasını hayli yukarılara taşıdı. Pek çok açıdan bir milattı The Descent. Beğenildi de… Ama yıllar içinde daha da değerlenecek. Bence yarattıkları yarasa – insan kırması gibi duran “yaratık”lar, zamanla Alien’in edindiğine benzer bir yer edinecek sinema tarihinde.
The Fountain (2006)
Darren Aronofsky’nin beklenen, öte yandan pek de anlaşılamamış filmi The Fountain, yalnız bir film. Bana şu türe ait, bu türe yakın gibi gelmiyor. Öyle bir his vermiyor. Fantastik gibi görünse de, fantastik film severlere hitap edecek bir film de değil The Fountain. Filmin makyajı, onun aldatıcı yanı. Zaten bence bu yüzden de böyle bir hayalkırıklığı yarattı. Zira fantastik değil, felsefik bir film The Fountain. Aranofsky severler de Pi gibi, Requiem For a Dream gibi büyük bir kültle karşılaşmak için gittiler sinemaya. Ama Aronofsky onlara Hayatın Kaynağını sundu. Bu yüzden de film ne çok beğenildi, ne de beğenilmedi. Ama arada bir film de değildi. Ya çok basitti, ya çok karmaşıktı, ya da belki de içsel bir filmdi. Asıl etkisi izleyicinin kendisiyle birleşince açığa çıkıyordu. Yan yana oturan iki insanda farklı etkiler yaratıyordu. Bana kalırsa The Fountain, bundan 20 – 30 yıl sonra yeterince anlaşılamamış kült bir film olarak karşılanacak.
Oldboy (2005)
Uzakdoğu sinemasının tepe noktası, görselliği üzerine tez yazılabilecek film Oldboy, dünya durdukça önünde saygıyla eğilinecek bir intikam filmi olmayı sürdürecek. Bundan 50 yıl sonra, şimdi biz 50 yıl önceki kült klasiklere nasıl bir saygıyla yaklaşıyorsak öyle yaklaşılacak…
Serdar Kökçeoğlu
Antichrist
Korku filmi olarak bakarsak, türü derinlere çeken, moda deyimiyle ezber bozan bir film. Şeytanı dışarda, şeytaniliği insan eylemlerinin ötesinde arayan klasik mantıktan çok uzak. Erkek ve kadının şeytanın bahçesinde, doğanın göbeğinde imtihanı…
Dogtooth
Bir burjuva ailesinin sapkın bir tarikat olarak portresini ortaya koyan bu film, aile kurumunu eleştiren pek çok filmden daha sert. Dış dünyanın sadece pisliklerine değil, sakıncalı sözcüklerine de uzak yaşayan bu aile, sapkın bir şekilde kendi kendini dölleyerek varlığını sürdürüyor.
Enter The Void
Tokyo’da dibe vuran iki kardeşin sahici hikayesi var ortada ama stilize demek bile yetersiz kalır, stilize/saykodelik imajlarla anlatılıyor onların düşüşü. Ama şimdiden uyaralım, bu film video art ve müzik imajlarıyla hikaye anlatma işini uç noktalara götürüyor. Deniyor ve başarıyor.
Let The Right One In
Karlar altındaki sıkıcı bir siteyi ve çevresindeki ormanları merkeze alarak neredeyse elle tutulur; soğuk ve kasvetli bir atmosfer yaratmayı başarıyor film. Belki böyle uzaklardan yollanmış bir kartpostal kadar gerçekçi olmasaydı, gotik bir atmosferden bile söz edebilirdik. Büyümenin en kanlı tarihi…
The Death of Mr. Lazarescu
Toplum tarafından kurban edilen münzevi alkolik Sayın Bay Lazarescu için bir dakikalık saygı duruşu rica ediyorum!
Güzel bir yazı oldu bu. Gözümden kaçan birçok film gördüm listede. İzleyecek filmler çoğaldı yani. Teşekkürler arkadaşlar.
Masis, lafı klavyemden aldın. Hem keyifli bir yazı, hem de bir izlek rehberi olmuş bu yazı.
Ben de size katiliyorum arkadaslar – izlemedigim ve bu yazidan sonra kesinlikle izleyecegim bir dolu film oldu : ).
Hakkaten. Süper bir seçki oldu. Bunun haberini yapayım Ters Ninja’da bir ara…
Ortak bir seçki çıkarmak gerekirse şu filmler listeye giriyor:
Let the Right One İn (4 yazar)
Moon (3 yazar)
Children of Men (2 yazar)
The Road (2 yazar)
District 9 (2 yazar)
Burada konusu geçen filmlerin ne kadar azını izlemişim. Sanırım geri kaldım bu konulardan. Çok güzel bir yazı dizisi olmuş bence. Çok severek okudum.
los cronocrimenes gibi filmin adının hiç geçmemesi üzücü
1. Mulholland Drive
2. The Fountain
3. Hayat Var
4. Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı
5. Orada Olmayan Adam
oldboy! güzel olmuş yazı fakat ‘ Hangover ‘ da atlanmamalıydı bence. elinize sağlık.
Pontypool’u görmek her ne kadar beni sevindirdiyse de, Martyrs’i görememek bir o kadar üzdü :) Gerçekten hazine gibi bir yazı olmuş, teşekkürler hepinize.
watchman’in çizgi romanını okumadım ama filmi çok sevdim.
fazla entelektüel olmaya çalışılmış bir seçki gibi. Reha Erdem gibi bir yönetmenin “Hayat Var” filmi hiç kimsenin listesine nasıl girmez çok komik.
yine de güzel bir çalışma.