Universal Pictures ve MRC sunar: Ölümcül Makineler şaşırtıcı, yeni bir epik macera. Medeniyetin bir felaketle yok olmasından yüzyıllar sonra Hester Shaw adında gizemli bir genç kadın, artık tekerlekler üstünde dev bir avcı kent olan Londra’yı, yoluna çıkan her şeyi yiyip bitirmekten alıkoyabilecek tek kişi olarak ortaya çıkar. Hester, Londra’dan atılan Tom Natsworthy ile üstüne ödül konmuş tehlikeli bir kanun kaçağı olan Anna Fang ile güçlerini birleştirir.
OLUŞUM: Yaratım ve Felaket
Ölümcül Makineler Dörtlemesi
Yazar ve illüstratör Philip Reeve’in 2001 yılında Scholastic tarafından yayınlanan ilk gençlik romanı Mortal Engines’i yazması 7 yıl sürmüş. Reeve şunları söylüyor; “Düşünebildiğim en büyük fikir tekerlekler üstünde bir kentti ama sonra neden tekerlekler üstünde bir kent isteyesin ki diye sormam gerekti. Gizemli görünüyordu ama sonra fark ettim ki tekerlek üstündeki bir kenti, tekerlek üstündeki daha küçük bir kenti kovalamak için istersiniz. Bunu çözdükten sonra her şey yerine oturdu.”
Övgüler alan roman, Guardian Çocuk Romanları ödülü, Los Angeles Times Kitap ödülü, Smarties Gold ödülü ve Blue Peter Yılın Kitabı ödülü almış ve prestijli Whitbread ödülünün kısa aday listesinde yer almış. Kitap daha sonra Mortal Engines Dörtlemesi olarak bilinen, dört kitaplık kısa seriye dönüşmüş. Dörtleme Mortal Engines, Predator’s Gold, Infernal Devices ve A Darkling Plain kitaplarından oluşuyor.
Reeve’in hikayesi medeniyetin Altmış Dakika Savaşı olarak bilinen felaket olayıyla yok edilmesinden yüzlerce yıl sonra geçiyor. İnsanlık uyum sağlamış ve yeni bir yaşam biçimi gelişmiş. Devasa, hareket eden kentler yeryüzünde dolaşıyor, daha küçük yürüyen kentleri acımasızca avlıyorlar. Büyük yürür kent Londra’nın alt sınıfından gelen Tom Natsworthy, tehlikeli kaçak Hester Shaw’a rastladıktan sonra kendisini hayatta kalma mücadelesinin içinde bulur. Yolları asla kesişmemesi gereken iki zıt karakter geleceği değiştirecek benzersiz bir ittifak kurarlar.
Reeve, güzel sanatlar fakültesinde okurken Super 8 kamerayı deneyimlemiş ama film yapmaktansa roman yazmanın ve illüstrasyonun daha kolay olacağına karar vermiş. “Kimseye öğle yemeği yedirmeniz ya da kostüm giydirmeniz gerekmiyor” diyor. Yine de hikâyenin sinematik geleceği konusunda net bir vizyona sahipmiş. Şunları söylüyor; “Ölümcül Makineler büyüyünce büyük bir aksiyon filmi olmak istiyordu. Üç perdelik bir yapısı ve büyük setleri var. Film olmak için can atıyordu.”
Scholastic Media müdürü ve Ölümcül Makineler’in yapımcısı Deborah Forte de katılıyor; “Philip’in oyuncu bir yanı ve yönetmen bir yanı var. Bu yüzden yazarken sinemaya uygun yazıyor. Dünyanın nasıl olduğunu, görüntüsünün ve seslerinin ne olduğunu ve orada olmanın nasıl hissettirdiğini biliyorsunuz.” The Golden Compass’ın beyazperdeye uyarlanmasına yardımcı olan Forte’nin aklına hemen Ölümcül Makineler’i gişe rekortmeni bir film deneyimine uyarlayacak olağanüstü vizyona ve eşsiz hassasiyete sahip olan bir yapımcı gelmiş; Peter Jackson.
Jackson Aksiyonu: Kâğıttan Beyazperdeye
Jackson ile yapımcılar Fran Walsh ve Philippa Boyens, Forte onlara eseri 2005 yılı civarında gönderdiğinde tam olarak yeni bir dünya inşa eden fantastik bir film aramıyorlarmış. Boyens şunları söylüyor; “Yüzüklerin Efendisi’nden sonra bize çok fazla proje geliyordu. Pete’den bu kitabı okumamı isteyen bir e-posta aldım. Pek fazla bilgi vermemişti. Çünkü benim dürüst fikrimi almak istiyordu. İlk cümlesinden itibaren kitabın içine girdim. Okumaya devam ettim ve beni karakterlere âşık edeceğini, müthiş bir sonu olmasını umut ettim ve öyle de oldu. Sonra Pete’e cevap yazdım: Çok doğru. Bu, olağanüstü bir hikâye dedim.”
Jackson, başından itibaren Ölümcül Makineler’in fikirlerinden ve görsellerinden heyecan duymuş. “Toplum, eski halinin bir benzerini inşa etmiş. Sadece kentler artık gerçekten yürüyor. Büyük yürüyen kentler. Londra, bir buçuk kilometreden uzun. Büyük Av Alanı denilen ve aslında Avrupa olan bu alanda daha küçük kentleri avlıyorlar.”
Reeve’in gelecek tasvirinde “Kentsel Darvincilik” kavramı yer alıyor. Jackson şöyle anlatıyor; “En basit şekliyle büyük kentler küçükleri yiyor. Küçük kentler daha küçük kasabaları yiyor. Küçük kasabalar da daha küçüklerini yiyor. Bunu doğal bir evrim olarak görüyorlar. Biz bu hikâyeye katıldığımızda bu durum 1000 yıldan fazla bir süredir devam ediyormuş ve bu yüzden de çok yerleşmiş. Kentsel Darvincilik teki sorun kısıtlı olmasıdır. Sonunda büyük kentler o kadar çok küçük kent yerler ki hiç küçük kent kalmaz. Bu yüzden birbirlerine dönüp avlayacakları başka bir şey bulmaları gerekir.”
Tekerlekler üstündeki kentlerin birbirlerini yemesi konseptini, hikâyenin anlatımı ve aşk, tutku, intikam ve özgürlük gibi duygusal öğelerini çok sevmiş. Jackson şunları söylüyor, “Her zaman insanlık içeren hikâyeler ararsınız. Ölümcül Makineler de öyle.”
Jackson’ın Wingnut Films şirketi projeyi seçmiş ve 2008 yılında Yeni Zelanda’da Ölümcül Makineler’in yapım öncesi çalışmalarına başlamış. Ama Jackson ve yapımcılar Hobbit içlemesini yaparken projenin birkaç yıl arka planda kalması gerekmiş.
2014’te son Hobbit filmi olan Battle of the Five Armies’ten sonra Jackson Ölümcül Makineleri yazıp yapmaya karar vermiş. Fran Walsh ile uzun zamandır birlikte çalıştıkları Christian’a filmi yönetmesini teklif etmişler. Jackson şunları söylüyor; “Ben hep Christian’ın yöneteceği bir şeyler yapmak istemiştim ve bu da mükemmel bir andı.” Sonra da gülerek şunları ekliyor; “Christian Ölümcül Makineleri yönetebilirse en azından ben de filmi izleyebilirdim!”
Rivers, 25 yıl önce Jackson’a bir hayran mektubu göndermiş ve ejderha çizimleri de ekleyerek kendisinden bir iş istemiş. Jackson etkilenmiş ve onu işe almış. Rivers’ın ilk görevi Jackson’ın ilk filmi olan Bad Taste’in çizimli taslağını yapmak olmuş. Kariyerlerinde ilerlerken birlikte çalışmaya devam etmişler. Rivers sonunda 2005’deki King Kong çalışmasıyla Görsel Efektler dalında Oscar kazanmış. Jackson, Rivers’ın hikâye anlatımı konusunda yetenekli olduğunu ve karmaşık duyguları beyazperdeye aktarma konusunda tutkulu olduğunu biliyormuş. Fakat Rivers, Ölümcül Makineler’i yönetme fırsatını hiç beklemiyormuş.
Rivers, Jackson’ın teklifi hakkında “Fırtına gibi geldi” diyor. Neyse ki hazırlıklıymış. Rivers, yıllar öncesinde filmin ön-görsel planlamasını tasarlamış ve projeyi çok iyi biliyormuş. Yine de projenin büyüklüğünü hiç hafife almamış. Başta “Bunu filme nasıl dönüştürürsün? Bu dev, yürüyen kentleri nasıl satarsın? Bu süreci nasıl inandırıcı kılarsın? Kitapta çok fazla benzetmeler var ama filmin gerçekçi olması gerekir” diye düşünmüş.
Wlash, Boyens ve Jackson başından itibaren senaryonun Ölümcül Makineler dünyasını, hikâyenin hızından ve kıvraklığından ödün vermeden izleyicilere açıklaması gerektiğini anlamışlar. Boyens şöyle söylüyor; “Sırrı, izleyiciye bütün hikâyeyi anlatmadan bu dünyanın nasıl işlediğini anlatmakta.” Ayrıca bu devasa, yeni dünyanın gerçek, duygusal olarak özgün ve insani bir hikâyeye dayanması gerektiğini de biliyorlarmış. Şöyle devam ediyor; “Ölümcül Makineler dünyası çok yeni bir fikir gibiydi. Aynı zamanda hikâyenin kendisi de insanlığın bütün hayatta kalma sorunlarını da bir araya getiriyordu.”
Filmde anlattıkları bütün hikâyelerin özünde insanlık var. Jackson şunları söylüyor; “Bağ kurabileceğiniz karakterler yoksa bir filmi yapmanın anlamı yoktur. Yani niye uğraşasın ki? Ölümcül Makineler’de 1700 yıl sonrasını yansıtıyor olabiliriz ama insanlar hâlâ insan. İki ya da üç bin yıl geriye gitmiş olsaydık yine Antik Mısır’da ya da Roma’da bir insanla oturup yemek yiyebilirdik ve muhtemelen de o insan bambaşka bir dünyadan gelmiş olsa da yine gülecek ve bağ kuracağımız bir şeyler bulabilirdik. Ortam değişebilir, toplum değişebilir ama insanlık her zaman oradadır. Etrafında inşa ettiğimiz dünya ne kadar çılgın ya da fantastik olursa olsun dünyada bağ kurabileceğimiz karakterler olmasını sağlıyoruz.”
OYUNCU SEÇİMİ
Tek Bir Oyuncu İçin Dünya Çapında Arayış
Ölümcül Makinelerin ana karakterlerinden çoğu 20’li yaşlarının başlarında olduğu için yapımcılar izleyicilerin çoğunun tanımadığı oyuncular aramaya başlamış. Jackson şunları söylüyor; “Hikâyede ana rollerde genç oyuncular olduğunda o sıradan kadınlar ya da erkekler daha az bilindik yüzler tarafından canlandırıldığında daha iyi oluyor. Bu yüzden oyuncu arama ağını geniş tuttuk. Tüm dünyada filmi götüren karmaşık insan hikâyesini taşıyabilecek genç, yeni yüzler aradık.”
Bu gelecek dünyasında aksanlar, karakterler hakkında önemli bir bilgi kaynağı oluyor. Neredeyse 50 konuşmalı roldeki oyuncuların doğal aksanlarını ya değiştirmesi ya da uyarlaması gerekmiş. Yapımcılar bu süreci denetlemek için İngiltere’den diyalekt koçu Jan Haydn Rowles’u (Game of Thrones) getirmişler. Birçok rolde, Londra’da yaşayan karakterler, İngiliz aksanına sahip. Fakat hangi sınıftan geldiklerini belirtmek için çeşitli varyasyonlar kullanılmış. Aslında sınıf düştükçe aksan daha sıradan olmuş. Rowles, her oyuncuyla birlikte çalışarak her role uygun aksanın ayarlanmasına yardımcı olmuş.
Hester Shaw (Hera Hilmar)
Kahraman Hester Shaw “bugüne kadar yazılmış en muhteşem, modern karakterlerden biri” diyor Rivers. Çocukken annesinin hayatını alan bir kavgada yaralanan Hester’ın yüzünde acımasız suçu sürekli hatırlatacak olan bir yara izi kalmış. Ayrıca Hester’ın intikam arzusuyla yanıp tutuşan bir kadın ve olaydan kurtulan son kişi olarak dönüşümünü de hızlandırmış. Boyens şunları söylüyor; “Hester’ın sevdiğim özelliği bu filmdeki bütün hikâyenin gizeminin yanıtı olması. Kendisi bunu henüz bilmiyor. Sonunda sadece kendisi için değil bütün dünya için daha büyük bir gizem ve çok daha büyük bir tehlikenin bir parçası olduğunu öğreniyor.”
Annesinin öldürülmesinden sonra Hester, Shrike adındaki “tekrar diriltilmiş” yarı insan yarı makine bir adam tarafından büyütülmüş. Hester’ı korumuş ama duygusal ve sosyal gelişimi için ideal bir örnek olmamış. Jackson şöyle anlatıyor; “Shrike tarafından büyütülmek Hester’da birkaç kişilik sorununa neden olmuş. Zorlu biri çünkü birini öldürme arzusu taşıyan bir karakter. Normalde o karakterler filmde kötüler olurlar. Empati kurmadığınız karakterler olurlar. Film sizi, doğru ya da yanlış, bunu neden yapmak istediğini anladığınız bir yolculuğa götürüyor.”
Karakter, filmde hikâyenin ve duygunun merkezinde. Güç ve korunmasızlık, gizem ve tehlike, haklı öfke ve yaralı ruh özelliklerini bir arada taşıyacak bir oyuncu bulmak çok zor görünmüş. Ta ki An Ordinary Man ve Anna Karenina’da rol almış İzlandalı oyuncu Hera Hilmar’dan bir seçme kaseti gelene dek. Rivers şunları söylüyor; “Kusursuzdu. Göreceli olarak ünü değildi, büyüleyici, güzel ve hassastı ve ona bir yara izi koyabileceğimizi biliyorduk.”
Seçme kaseti o kadar güçlüymüş ki aslında yapımcılar Hilmar’la yaptıkları bir Skype görüşmesinden sonra kendisiyle bizzat bir araya gelmeden rol için onu seçmişler. Boyens şunları söylüyor; “Hera bana Ingrid Bergman’ı hatırlatıyor. Klasik bir güzellik ve sakinliği olan eski bir ruh. Hester rolü için kesinlikle kusursuz.”
Oyuncu, böyle karmaşık ve korkusuz bir rolü oynama fırsatı için heyecan duymuş. Şunları söylüyor; “Hester çok her yönden çok sakin ve zorlayıcı bir karakter. Sertliğini ve pişman olmayan yanını seviyorum. Ama yine de bir şey arıyor ve bir şeyi özlüyor. Hester bir amacı olan öfkeli bir kadın. Sevdiklerine yapılmış yanlışları düzeltmek için her şeyi kaybetmeyi göze almış.”
Filmin başında Hester, altı ay boyunca çorak alanda tek başınaymış. Hilmar şöyle anlatıyor; “Hazırlanırken karakterle olabildiğince çok zaman geçirmeye çalıştım. Etrafımdaki her şeyi renklendirmem gerektiğini düşündüm. Hester için Yeni Zelanda’da bulduğum ücra bölgelere gittim. Vahşi, insansız doğanın haşinliğinde, güvenebileceğiniz kimse yokken yaşamanın nasıl olduğunu, fiziksel ve zihinsel olarak nasıl hayatta kalınabileceğini hayal etmeye çalıştım.”
Filmdeki aksanı büyürken inzivada olduğunu yansıtıyor. Hester’ın annesi, filmde Amerikan aksanına sahip. Ama Hester’ı yarı makine olan Shrike büyütmüş. Diyalekt koçu Rowles, Hilmar’la Amerikan aksanı üzerinde çalışmış ama kasıtlı olarak oyuncunun İzlandalı etkilerini kusursuz bir hale getirmemiş. Rowles sonunda “Londra’nın dışından olan Hester için oldukça benzersiz ve kusursuz bir iş çıkardıklarını” söylüyor.
Tom Natsworthy (Robert Sheehan)
Tom Natsworthy’nin karakteri birçok yönden Hester’ın tam zıddı. Yürüyen Londra kentinden yetişmiş olan Tom’un oranın dışındaki dünya hakkında hiçbir fikri yok. Jackson şöyle anlatıyor; “Tom çok korunmuş. Çamura ve çimenlere hiç dokunmamış. Toprağa hiç basmamış. Bütün hayatı hareket halindeki Londra kentinin güvertelerinde geçmiş. Yürüyen dünyanın parçası olmayan her şeyden korkulması gerektiği ve yürür kentler için bir tehdit oluşturduğu düşüncesiyle yetiştirilmiş.”
Ebeveynleri bir kazada öldükten sonra öksüz ve yetim kalan Tom, Tarihçiler Loncası tarafından alınmış ve Londra’daki genç bir erkek için tipik bir yolda yetiştirilmiş. Rivers şunları söylüyor; “Tom, birçok kişiyi temsil ediyor. Normal bir hayatı var. İyi niyetli ve iyi bir hayatı var. Londra sistemine inanıyor.”
Ama Tom’un dünyası kısa süre sonra Hester’la karşılaşınca ve kendisini kentin koruyucu kalesinin dışında onunla birlikte kaçarken bulduğunda altüst oluyor ve Londra ile kimlere güvenilebileceği hakkındaki temel inançları sınanıyor. Jackson şöyle anlatıyor; “Yolculuğu Londra’nın dışına düşmek ve bu sabit, hareket etmeyen dünyada Hester’la birlikte hayatta kalmak zorunda olması. Hester kendisi için bir yabancı. Isındığı biri değil. Acımasız bir dünyada hayatta kalmak zorunda olan olasılık dışı bir çift insanlar.”
Rivers, yapımcıların “role hafiflik, mizah ve çok fazla karakter katabilecek” bir oyuncu bulmaları gerektiğini söylüyor. Tom’un erişilebilir ve bağ kurulabilir olması gerekiyormuş. Çünkü aynı zamanda izleyicinin bu garip ve yeni dünyaya girişi olarak da görev yapıyormuş. Jackson şöyle ifade ediyor; “Tom, bizden biri. Hikâyeyi Tom’un gözlerinden süzüyoruz.”
Bütün bu özellikleri ve daha fazlasını İrlandalı oyuncu Robert Sheehan’da (Fortitude, Misfits) bulmuşlar. Boyens şunları söylüyor; “Robbie, zapt edilemez biri ve her şeyi merak ediyor. Tom için kusursuz özellikler.” Oyuncu, aynı hevesi ve olumlu enerjiyi, role hazırlanırken de korumuş. Jackson şöyle anlatıyor; “Karaktere, senaryoda olmayan o kadar çok katkısı oldu ki bu yapımcılar için bir rüya gibi. Oyuncunun gelmesini ve karakteri tamamen sahiplenip bizim yazabildiğimizden çok daha çekici, komik ve büyüleyici birine dönüştürmesini istersiniz.”
Hester ve Tom: Yürür Kentler Zamanında Aşk
“Bu, özünde bir aşk hikâyesi. Ama o şekilde başlamıyor. Bir suikastçının birini öldürmeye kalkışması ve saf, genç bir erkeğin suikastçıyı durdurmaya çalışmasıyla başlıyor” diye anlatıyor Jackson. “Birbirlerine uzunca bir süre güvenmiyorlar.”
Sheehan’a göre Tom’la Hester arasındaki etkileşim ve sonunda aralarındaki bağın derinleşmesi Tom karakterinin gelişimi kadar önemliymiş. Sheehan şunları söylüyor; “Tom ve Hester, büyük bir düşmanlık besleyen, birbirinden gece ve gündüz kadar farklı iki kişi. Ama bir arada kalmaya zorlanıyorlar ve kasıtsız bir aşk hikâyesi gelişiyor. Hera ile benim görevim o aşk hikâyesinin yolunu çizmek oldu. İnsanların heyecana olduğu kadar insanlara da bağlanması gerekir. Hikâyenin insanlığa dayanması gerekir.”
O aşkta doğru dengeyi yakalamak da çok önemliymiş. Rivers şöyle anlatıyor, “Tom ve Hester, birbirlerine güvenebilen iki kişi oldular ve sonunda bir çift oldular. Tom’un Hester’a olan aşkı hoş bir sürpriz ve zorlama değil.”
Sheehan’ın rol arkadaşına olan hayranlığı da çok kolay olmuş. “Hera, Hester’ı büyük bir hassasiyetle oynuyor. Hera, kamera önünde ve arkasında büyük bir güce sahip. Sizinle konuşurken sizi “Hera ışığına” alıyor. Son derece kapsayıcı ve karizmatik bir kişi. Hester’a gerçek bir vahşilik getirdi. Tıpkı elinde bıçak olan vahşi bir savaşçı gibi.”
Hilmar, Sheehan’la birlikte çalışmayı canlandırıcı ve her zaman keyifli bulmuş. Şunları söylüyor; “Etrafındaki insanlara çok fazla enerji veriyor. Robbie’yle birlikte bir yolculuğa çıktık. Karakterlerimizin “git başımdan” dediği, birlikte olduğumuz ilk sahnelerden, birbirimizin karakterlerinin çok özel detaylarını öğreninceye kadar aralarında bir ilişki geliştirdik. Aynı zamanda oyuncular olarak kendi ilişkimiz de gelişti ve birbirimizi daha iyi tanıdık. Robbie, hayata karşı bir motivasyona ve meraka sahip. Bunu Tom’a da çok iyi aktardı. Robbie’yle sette hiçbir gün bir öncekinin aynısı olmaz!”
Thaddeus Valentine (Hugo Weaving)
Havalı Thaddeus Valentine rolü için ekip çok iyi bildikleri bir oyucuya dönmüş. Hugo Weaving’e. Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit üçlemelerinde Elrond’u canlandıran Avustralyalı oyuncu Yeni Zelanda’ya yeniden gideceği için çok mutlu olmuş. Şunları söylüyor; “Wellington’a gelmeyi çok seviyorum. Buradaki insanlar son derece yaratıcı, rahat, sakin ve dost canlısı insanlar. Bunların hepsi bu olağanüstü yaratıcı işi yaparken çok işe yarıyor.”
Thaddeus Valentine, kentin baş arkeoloğu ve cesur seferleri ve önemli keşifleri nedeniyle Londralılar kendisine hayranlık besliyor. Valentine’ın kökleri vasat bir aileden geliyor ama şimdi özel bir havayı soluyor. Rivers şunları söylüyor; “Belediye Başkanı tarafından popülerliği ve daha iyi bir Londra yaratma vaadi nedeniyle kendisine özel ayrıcalıklar ve özel bir rütbe verilmiş.”
Karakterin mesleği de filmin gelecekteki dünyasında aydınlatıcı bir kaynak sunuyor. Valentine, geçmişi araştırıyor ama onun geçmişi bizim günümüz. Weaving şunları söylüyor; “Bu, geleceğin Karanlık Çağları. Teknoloji ve bilim kaybolmuş. Arkeologlar, başka bir amaçla kullanılan, yeniden moda olan ve yeniden anlaşılan eski teknoloji kazıları yapıyorlar. Bilimi ve teknolojiyi inşa ediyorlar. Valentine, bunları tekrar gün ışığına çıkararak çok ün kazanmış.”
Ayrıca kendisini gösterdiği gibi biri değil ve Weaving’i çeken de rolün ikiliği olmuş. Şunları söylüyor; “Herkesin tanıdığı romantik ve kahraman. Ama o da Londra’nın dışından biri ve yalnız hissediyor. Maceracı, çok özgür, çok akıllı ve zeki biri. Ama aynı zamanda çok karmaşık yönleri de var. Onlar da tıpkı geçmişi gibi film ilerledikçe ortaya çıkıyor. Sonra onun çok daha karanlık yanını görüyoruz.”
Hiç kimse Valentine’ın iki yönünü birden canlandırmak için daha donanımlı olamazdı. Jackson şunları söylüyor; “Hugo’nun harika bir özgüveni var. Kesinlikle güveneceğiniz biri. Valentine’ın doğru ve düzeyli ahlaki değerleri yok. Karaktere özgüvenli bir sakinlik getiriyor. Sonra şaşırtıcı bir şekilde karanlık tarafa geçiyor.”
Katherine Valentine (Leila George)
Thaddeus Valentine’ın kızı Katherine Valentine, Londra’nın üst sınıfından ayrıcalıklı bir genç kadın. Samimi ve iyi bir ama yüksek statülü hayatı onu hayatın sert gerçeklerinden izole etmiş. Yapımcılar onu canlandırması için Lee Strasberg Theatre and Film Institute’dan yeni mezun olmuş ve bu rolle ilk oyunculuk denemesini yapan Avustralyalı oyuncu Leila George’u seçmişler.
George şöyle anlatıyor; “Yeni şeyler konusunda heyecanlı ve beğenilmekten hoşlanıyor. Tek istediği yardım etmek. Korunaklı bir hayatı var ve şimdi ebeveyninin de aslında bir insan olduğunu fark ettiği bir aşamadan geçiyor.” Katherine’in artan farkındalığı sadece babasıyla sınırlı değil. Rivers şunları söylüyor; “Dünyasında kirli gerçekler olduğunu ortaya çıkarmaya başlıyor. Yanlış bir şey olduğunu hissediyor ve ortaya çıkarmak için risk alıyor. Haksızlık olduğunu düşünüyor ve bunu değiştirmek istiyor.”
Fakat Katherine’in uyanışı, babasıyla yakın ilişkisini bozma tehdidi taşıyor. Weaving şunları söylüyor; “Valentine ve Katherine’le ilk tanıştığımızda aralarındaki ilişki birçok kişiyi kıskandıracak türden. Birbirlerine çok güveniyorlar. Aslında babasının yansıması olarak yetiştirilmiş.” Ama Katherine babasının gerçek güdüleri hakkında şüphe duymaya başlayınca aralarındaki bağ da bozulmaya başlıyor. Weaving şunları söylüyor; “Gerçek çok daha karmaşık ve babasının kabul edilmesi gerçekten zor şeyler yaptığını anlıyor.”
Boyens, bunun filmin başlıca temalarından biri olduğunu söylüyor. “Bu hikâyenin merkezinde geçmişin araştırılması, gerçeğin ortaya çıkarılması var ve hikâyenin o bölümü iki ana kadın karakter tarafından taşınıyor ve bu çok hoşuma gidiyor.”
Bevis Pod (Ronan Raftery)
Hester Shaw’un Londra’ya geldiği zamanlarda Katherine Valentine, Bevis Pod adında çok düşük sınıftan bir mühendisle tanışır. Bevis başta ona hiç güvenmez. Bevis, meraklı, ciddi biridir ve gözlemleri ona Thaddeus Valentine’ın kötü yanını göstermiştir. Hayattaki konumu da sesinin duyulmasının zor olduğudur. Rivers şunları söylüyor; “Bevis’a çizgiden çıkmaması öğretilmiş. Ancak toplumu daha iyi yapmak için risk almayı seçiyor. Katherine ve Bevis, takım oluyorlar ve birbirlerine güç veriyorlar.”
Fantastic Beasts and Where to Find Them ve The Siege of Jadotville gibi filmlerdeki rolleriyle bilinen İrlandalı oyuncu Ronan Raftery, Bevis’i canlandırma fırsatı verildiği için heyecan duymuş. Raftery şunları söylüyor; “Bevis, şehrin işleyişi konusunda hayal kırıklığına uğramış ve üst sınıflardaki, kenti yöneten herkesten şüpheleniyor. Londralılara ve yeni gelenlere satılan tehlikeli yalanları ilk elden görüyor. Katherine birinci sınıftan ve Bevis’ın nefret ettiği asosyal eşitsizliği taşıyor. O yüzden karşılaştıklarında ona karşı çok temkinli ve neredeyse düşmanca davranıyor. Ama kısa sürede sıradan bir üst sınıf şımarığından çok daha fazlası olduğunu anlıyor. Son derece güçlü bir kadın olması hoşuna gidiyor. Kendi kaderinden tümüyle sorumlu olan ve sonuçları ne olursa olsun biriyle kavga edebilecek bir kız.”
Katherine de bu bağı hissediyor. George şöyle anlatıyor; “Katherine, Bevis’ten hoşlanıyor. Çünkü o yanında olan kötü çocuk. Bu gerçekten de bir erkek için ilk kez heyecan duyuşu.”
Yeni Zelanda’da 3 hafta süren ön yapım sırasında Raftery ile George’un bağ kurmaları işe yaramış. Raftery şöyle anlatıyor; “Leila ile çalışmak çok güzeldi. Çok havalı. Her zaman çok iyi hazırlıklı ve tamamen korkusuz. Onunla aynı sahnedeyken oyununuzu gerçekten yükseltmek istiyorsunuz.”
Shrike (Stephen Lang)
Ölümcül Makineler evrenindeki en zorlayıcı karakterlerden biri de yarı insan yarı makine Shrike. Yüzlerce yıl yaşamış olan Shrike, yeryüzündeki bilinen son “İz Sürücü”, teknoloji sayesinde yeniden diriltilmiş ölü bir adamdır. Jackson şöyle anlatıyor; “Öldürmek için yaratılmışlar. İnsan bedenleri savaş alanlarından alınmış ve en acımasız, en güçlü askerlere dönüştürülmüş. Bu yüzden insanlıklarının büyük bölümü çıkarılmış. Metal kafataslarının içinde insan beynine sahipler. Ama tutku ve bilinç, zihinlerinden silinmiş. Onlara bir görev veriyorsunuz ve yapıyorlar. Artık çarpışılacak savaşlar yok. Onun için de Shrike karakterimiz kelle avcısı olmuş.”
Yaklaşık 2.70 boyuyla görüntüde robot gibi ama aslında çok daha fazlası. Hilmar şunları söylüyor; “Shrike ilginç çünkü bir düzeye kadar programlanmış, robotik bir karakter. Ama ayrıca zaman geçtikçe insani yanlarıyla ölmeden önce olduğundan daha çok bağ kuruyor. İnsanlığını buluyor. Bu da onu muhteşem bir karakter yapıyor.”
O insani yanını ironik şekilde ilk olarak Shrike’ın makinelerle olan ilişkisinde görüyoruz. Jackson şöyle söylüyor; “Hobisi çeşitli harabelerden bulduğu otomatik aletleri tamir etmek. Onları tekrar çalıştırmak için uğraşıyor ve yeniden hayat veriyor. Bu Shrike’ın oldukça üzücü ve dokunaklı bulduğum bir kişilik özelliği.”
Shrike, beyazperdede dijital bir karakter gibi görünse de yapımcılar rolü performans yakalamayla sergileyecek olan kusursuz oyuncuyu bulmanın çok önemli olduğunu biliyormuş. Rivers şunları söylüyor; “Role ve karakterin duygusuna bürünecek bir oyuncu bulmak istedik.” O oyuncuyu Avatar’da dünya çapında övgüler alan ve gerilim filmi Don’t Breath’deki dehşet verici performansıyla yapımcıları şaşırtan Stephen Lang’de bulmuşlar.
Lang, senaryoyu okuduğu anda karakterden etkilenmiş. Şunları söylüyor; “Senaryoda Shrike’ı gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Yürek parçalayıcı bir şekilde güzel bir karakter olduğunu ve benim o rolü canlandırmak için doğduğumu ruhumda hissettim. Dehşeti ortaya çıkarıyor ama aynı zamanda çok acınası bir yanı da var.” Shrike’ın içindeki çelişkiler de Lang’in ilgisini çekmiş. “İçi boşaltılmış bir karakter için gerçekten dolu biri. Hafızayı sevmeyen ve hiçbir işine yaramayan bir karakter için son derece takıntılı biri. Kesin bir şekilde kalpsiz bir karakter için çok büyük bir kalbe sahip biri.”
Lang, role büyük bir zevkle yaklaşmış. “Birinci kural performansı sergilemektir. Karaktere bürünebileceğime inanmalıyım. Ben Shrike için ilk savunma hattıyım. Bu rol hakkında ben tanımlayıcı olmazsam o zaman kim olacak?”
Lang, performansıyla ilgili avcı kuşlardan ilham almış. Şunları söylüyor; “Bu kuşların sahip olduğu sabra ve nasıl tünediklerine baktım. Shrike’ın dinlenirken insanların yapmadığı fiziksel bir pozisyon almasını istedim. Çalışırken her zaman tünüyor. Bu bir fark yaratmanın yollarından biri, bir imza.”
Lang aynı zamanda avlanan peygamber develerini ve kuğuları da incelemiş. Ama Shrike’ın fiziki özelliklerini netleştirmesinde yardımcı olan bir YouTube videosunda, Kuğu Gölü’ndeki bir dansçı olan Rudolf Nureyev’in klibi olmuş. “Nureyev hareket ettiğinde kolları hareket etmiyor. Bu insani bir şey değil. Biz yürürken denge sağlarız. Nureyev kollarını arkada tutuyor ve kıvrılmış bir kuş gibi duruyor. Bu son derece zarif ve aynı zamanda biraz da robotik. Bu karakter için doğru bir hareket.”
Shrike’ın sesini bulmak kendi zorluklarını da getirmiş. Lang şöyle anlatıyor; “Shrike’ın kitaptaki her konuşması büyük harflerle. Sesi, tahtaya tırnak sürtmek gibi olarak tasvir ediliyor. Bu bir kitap için uygun ama film için değil.”
Lang’e sette Shrike’ın sesini çıkarması ve yansıtmasına yardım etmek için ses departmanı “İz Sürücü Konuşturucu” olarak bilinen bir şey yapmış. Bu icat aslında vokal bir girdiyi güçlendiren ve değiştiren bir mikrofon ve Lang’in kendini kolayca duyabilmesi için bir kulaklık yer alıyormuş. Ama Lang, konuşmayı sadece bu cihazın yapmasına izin vermemiş. Kendisini olabilecek en “Shrike benzeri” sesi çıkarmakla görevlendirmiş. Şunları söylüyor; “Sizin dinleyebileceğiniz bir şeye dönüştürmeliydik. Pnömatik, elektrikli ve makine gibi olma özellikleri var.”
Hester ve Shrike: İnsanlık ve Acımasızlık
Küçük Hester’ın annesi öldürüldüğünde Shrike onu kurtarıp yanına almış. Karmaşık ve sıra dışı bir ilişki. Lang, Shrike için Hester’ı bulmanın “parıltılı bir biblo bulmaktan farksız olduğunu söylüyor. “Shrike, onu neden yanına aldığını bilmiyor ama o da rutinin bir parçası oluyor. Çünkü Shrike’ın bile işleri belli bir düzen içinde yapması gerekiyor. Soğuklukları devam ederken birbirlerine aşina oluyorlar. Asıl soru Shrike Hester’ı ne dereceye kadar acımasızlaştırıyor, Hester Shrike’ı ne dereceye kadar insanlaştırıyor?”
Hilmar’ın Lang’le birkaç sahnesi var ve performans yakalama kıyafetine alışmanın biraz zaman aldığını kabul ediyor. Şunları söylüyor; “Üzerinde çizgiler olan, gri, tayt pijama giyiyordu ve üzerinde net bir şekilde adı yazılmıştı. Bence bunun komik yanını görmemek çok zor. Ama sonra hemen unutuyorsunuz çünkü sahneye giriyorsunuz. Stephen, Shrike’ı çok güzel bir şekilde hayata geçirdi. Gri pijama olsun ya da olmasın Shrike ruhuyla ruhsuz bir şekilde oradaydı. Kusursuz bir şekilde vücut buldu. Kabuğunun detayları gerçekten önemli değildi. Oradaydı.”
Hester vasıtasıyla ilişkilerinin bakış açısını geliştirmiş. “Shrike’ı başka insanlarla bağ kurma konusunda ciddi zorluklar yaşayan, olaylara sosyal açıdan çok farklı bir şekilde yaklaşan biri olarak düşünerek anlamaya çalıştım.” diyor.
Lang, beyazperdedeki rol arkadaşı için övgüler sunuyor. “Hera çok büyük bir güce ve cesarete sahip. Hiçbir yönüyle geleneksel değil. Ayrıca çok tatlı, hassas ve mizah anlayışına sahip. Yetenekli biri ve onunla çalışmak bir zevkti.”
Anna Fang (Jihae)
Ölümcül Makineler’in en renkli karakterlerinden biri de Anti Yürür Aktivist, kadın pilot Anna Fang. Başına ödül konmuş, ünlü bir direniş savaşçısı olan Fang kendi hava gemisi Jenny Haniver’ı yapmış ve korkusuz adalet arayışı ve eşsiz dövüş yetenekleriyle nam salmış. Jackson şunları söylüyor; “Film başlarken Anna Fang’e hikâyenin kötü karakteri olarak bakıyoruz. Ama sonra onunla karşılaşıyoruz ve yavaş yavaş insani bir yanı ve inandığı şeyi yerine getirmek için acımasız bir kararlılığı olduğunu fark etmeye başlıyoruz.”
Anna Fang, Jackson’ın deyişiyle “neredeyse terörist gibi olan ya da en azından Londra’da yapılan propagandaları öyle olan” Anti Yürür Birliği’nin lideri. “İnsanlığın kırsalda birbirlerinin kentlerini yiyerek yarışmamaları gerektiğini düşünüyorlar. Yerleşik düzene geçip tarım yapmaları ve bugün yaşadığımız gibi yaşamaları gerektiğine inanıyorlar. İnançları çok kötü değil. Ama sertler ve Anna Fang gibi hafife alınmaması gereken biri tarafından yönetiliyorlar.”
Yapımcılar Fang rolü için yeni bir oyuncu sayılan Jihae’yi seçmiş. Başarılı bir rock müzisyeni olan Güney Kore doğumlu yetenek Amerika’da büyümüş ve dövüş sanatlarıyla ilgilenmiş. Şüphesiz “belalı, acımasız, ezilmişler için merhametli, korkusuz bir lider” diye tanımladığı role bir kahraman gibi hazırlanmış. “
Jackson, Jihae için şunları söylüyor; “Tam da Anna Fang’in sahip olması gereken zarafete ve güce sahip. Muhteşem bir oyuncu ve inançları bazı yönlerden kendisininkilere benzeyen bir karakteri canlandırıyor. Bu yüzden çok inançlı ve gerçekçi bir şekilde oynuyor.”
Anti-Yürür Birliği
Anti-Yürür Birliği gezegenin dört bir yanından tutkulu ve cesur kişileri çekmiş. Bu roller için yapımcılar farklı oyuncu gruplarını seçmiş. Altı oyuncu bir ekip olmuş ve birlikte vakit geçirmiş. Kendi karakterlerinin geçmiş hikâyelerini geliştirmişler ve hatta çağrı cevap şeklinde bir “savaş narası” bile geliştirmişler.
Yürür kentlere karşı devrimdeki öncü figürlerden biri olan Kaptan Khora’yı canlandıran oyuncu Regé-Jean Page; “Kanımızı ve enerjimizi canlandırmak için kullandık. Sabah ya da bir sahneden önce, hepimiz oradayken birbirimize selamlaşmak olarak söylüyorduk. Bir kurt sürüsüyle birlikte ulumaya benziyordu” diyor.
YAPIM TASARIMI
Altmış Dakika Savaşı’ndan Sonra Geleceğin Dünyasını Yaratmak
Dünya yaratmak, Yeni Zelanda’daki yapımcılar için en çok Jackson ve ekibi tarafından J.R.R. Tolkien kitaplarından uyarlanan altı filmde yaratılan Orta Dünya evrenini çağrıştırmış. Yapımcı Deborah Forte şunları söylüyor; “En iyi yaptıkları işi yapıyorlar çünkü son derece odaklanıyorlar. Wellington’da dünyanın büyük bölümünü yapıp önceliklerinizi belirleyebiliyorsunuz. Birbirini anlayan önemli sanatçılardan ve zanaatkârlardan oluşan bir ekip kurmuşlar.”
Kitapta, Ölümcül Makineler hikâyesinin geçtiği zaman kasıtlı olarak belirsiz bırakılmış. Ancak film için yapımcılar hikâyeyi daha belli bir zaman çizgisine oturtmak istemişler. Filmde Altmış Dakika Savaşı gelecekteki 100 yıl kadar sonrasında, 2118 civarında geçiyor. Film de ondan yaklaşık 1600 yıl sonra, 3718 civarında geçiyor.
Savaştan sonra o kadar uzun zaman geçmiş ki filmin içeriği felaket sonrası değil de canlanma öncesi. Boyens şunları söylüyor; “Yeryüzü aslında kendini yeniliyor. İnsanlığın adeta yok olmaya yüz tuttuğu, 600 yıl süren karışıklıkla geçen karanlık yüzyıllardan sonra kurtulanlar göçebe olmuş. Motorize olmuşlar. Yürürcülük Çağı’nı yükseltmişler.”
Yürürcülük fikrinde kentler nüfuslarını kaynakların olduğu yere götürebiliyor ve yeryüzünde çok azalan kaynakların kıtlığından dolayı ortaya çıkmış. Kentler kaynak kıtlığı yaşamaya başlarken Nikolas Quirke adındaki göçebe savaş ağası Londra’yı onarıp motorize yapmaya koyulmuş ve böylece bir zamanlar Avrupa olan alanda dolaşarak daha küçük kentleri ve kasabaları yemesini, onların madenlerine, yakıtlarına, yiyeceklerine ve insan iş gücüne el koymasını sağlamış.
Boyens şöyle anlatıyor; “Bu hikâyede o çağa gireli yaklaşık bin yıl olmuş. Yürürcülük hareketi gelişmiş ama karşıt bir güç olan ve nüfuslarını kendi geliştirdikleri kaynaklarla geçindiren sabit vatanlarda yaşamayı savunan Anti Yürür Birliği de ortaya çıkmış.”
Ve şöyle devam ediyor; “Altmış Dakika Savaşı’nın ardından göçebe hayatı seçmeyen kurtulanlar olmuş. Bunlar, işlenebilir toprak arayışıyla dağlara çıkmışlar ve yürür şehirler arttıkça bu insanlar da giderek dağların daha yükseklerine doğru itilmişler. Bu yerleşimlerin en büyüklerinden ve en başarılılarından bir olan Shan Guo, Doğu, tıpkı Asya Stepleri gibi ve yürür kentlerin ulaşamadığı dağ sıralarıyla korunuyor.”
Jackson, bu geleceğin dünyasının kesinlikle distopik bir dünya olmadığını söylüyor. “Distopya olayını aştık. Şimdi dünya tamamen fonksiyonel bir toplum ve bizimkinden farklı. Biz herkesin mutlu olduğu ama farklı güçler arasında çatışmalar olan bir toplum yaratmaya çalıştık.”
Bütün bu farklı fikirler yapımcılar için benzersiz zorluklar yaratmış. Dâhili ve sürekli bir mantığa dayanan sinematik bir dünya yaratmak için aylarca çalışan Rivers, şunları söylüyor; “Fizik kurallarına ve gezegenimizin hayatta kalma biçimine bağımlıyız. Bu dünyada var olması gereken birçok konuşulmayan teknoloji var. O açıdan gelecekte geçtiği için şanslıyız. Zamanın çoğunu lojistiği çözmeye çalışarak geçirdik.”
Bu geleceğin dünyasında dijital teknoloji yok edilmiş, onun yerini analog iletişim ve ulaşım sistemleri almış. Devasa şehirler, engebeli arazide kolaylıkla ve hızlı bir şekilde hareket edebiliyor ve uçan gazlarla çalışan hava gemileri göklerde dolaşıyor.
Reeve’in kitabındaki dünyada Viktoryen tarzı, gelişmiş teknolojilerdense buharla çalışan eski teknolojileri yeğleyen bir steampunk estetiği var. Başta, 2008 yılında filmin ilk geliştirme aşamalarında yapımcılar buna sadık kalmış. Ama yıllar sonra projeye geri döndüklerinde, Hobbit üçlemesinin ardından steampunk’ın kültürümüzde yaygınlaştığını görmüşler. Bu yüzden de tasarımlarını geliştirmeye ve bakış açılarını genişletmeye karar vermişler. Fakat bu Reeve’in orijinal fikirlerinin terk edildiği anlamına gelmemiş. Konsept sanatçısı Nick Keller (Avatar, The Lovely Bones) şöyle anlatıyor; “Philip Reeve’in çizimlerinde çok güzel bir garip mizah var. Onun yaptıklarını olabildiğince kullanma fikrini sevdik. Filmde çok güçlü bir görsel etkisi var.”
Reeve, tasarım ekibinin yeni yönetmelerine açıkmış. Şunları söylüyor; “Dünya olağandışı bir şekilde benim hayal ettiğime benziyor. Benzemediği yerde ise daha da iyi görünüyor. Sanat departmanına bakıp duvarların çok uzun bir zamandır kafamın içinde yaşamış olan bu şeylerle kaplanmış olduğunu görmek olağanüstü.”
Yapım tasarımcı Dan Hennah için konsept-sanat odası, motor odası, film için aslında bir sanat galerisiymiş. Oyuncular ve teknik ekip Wellington’a gelmeye başlarken ilk durakları konsept sanat odası oluyormuş. Orada seçkin detaylara ve girmek üzere oldukları görsel mucizeler diyarına bakış atabiliyorlarmış.
İncelik ve özel detaylara bağlılık, asıl setlere de yansımış. Hennah şunları söylüyor; “Detay, en önemli şeydir. Set dekorasyonu ve aksesuar detayları 8K ile çekim yaparken çok önemlidir. Filmde o yönü abartmanız gerekir. Yoksa sinemada görmezsiniz.”
Ölümcül Makineler için toplamda 70 set yapılmış. Bazıları tamamen işlevselken diğerleri daha küçük ve yeşil ekranla desteklenecek olan kesitlermiş. Hiçbir şet tümüyle dijital değilmiş. Rivers bunu belirtiyor çünkü oyuncularının her zaman “oyuncuların dokunabileceği ve gerçekçi olabilecekleri, en azından bir adet işlevsel sete” sahip olmasını istemiş.
Oyuncuların ve hatta yapımcılarla daha önce birlikte çalışmış olanların bile gözleri kamaşmış. Weaving şunları söylüyor; “Dan Hennah gibi biri olmasaydı bu film şu anda olduğu gibi olmazdı. Onun sanat departmanı en küçük detaydan en büyük setlere kadar her şeyi halletti.” Hilmar da büyülenmiş. “Bir oyuncak bebek evinde gibisiniz. Çocukken o evin içinde olmasını istediğiniz detaylar da gerçekten orada. Onlarla gerçekten oynayabiliyorsunuz.”