2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi çattı. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel yıl sonu keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir’ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Ship of Monsters (1960): Meksika yapımı fantastik filmlere bayılıyorum. Bilim kurgu çatısı altına sığınan The Ship of Monsters da yer yer istismar sinemasına temas eden yapısı, ‘kitsch’ mizahı, beyin yakan saçmalıktaki konusu ve her tarafından akan ucuzluğu ile dönemin tipik örneklerinden biri. Sinema tarihinin garipliklerine düşkünlüğünüz varsa, fantastik sinemamızın nadide örneklerinden Uçan Daireler İstanbul’da (1955) ile aynı noktadan yola çıkan, westernden müzikale, oradan da canavar filmlerine sıçramayı ihmal etmeyen(!) bu eğlenceyi kaçırmayın.
Django Kill… If You Live, Shoot! (1967): Hep keşke daha çok film çekseydi dediğim Giulio Questi’nin yönettiği Django Kill de yönetmenin garipliklerle dolu gerçeküstü tarzından fazlasıyla nasipleniyor. Öncelikle şunu belirtmeden geçmeyelim; bu filmin meşhur Django filmleriyle uzaktan yakından ilgisi yok. Filmin adı sadece “If You Live, Shoot!” ama Django filmlerinin gişe başarısından nemalanmak isteyen açıkgöz yapımcılar, filmin adında ufak bir oynama yaparak başına Django Kill’i ekleyivermişler. İlk bakışta spagetti western türüne dâhilmiş gibi görünse de türden ne bekliyorsanız muhtemelen tam tersini alacağınız, korku türüyle de yakın ilişki içine giren, garip bir film. Soygun, ihanet, intikam gibi klasik western temalarına, ölümden dönen(?) başkarakter, Kızılderili büyüleri, siyahlar içindeki eşcinsel kovboylardan oluşan çete, bol kandan sakınmayan şiddet sahneleri gibi pek de western klasiği sayılamayacak unsurların eklendiği, tipik bir Giulio Questi filmi.
Incubus (1966): Esperanto yapay dili Polonyalı Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından geliştirilip 1887 yılında yayımlanmıştır. Günümüzde en çok bilinen ve konuşulan yapay dil olmakla birlikte uluslararası iletişim dili olma amacına ulaşamamıştır. Niye böyle bir ansiklopedik bilgiyle başladığımı merak ediyor olabilirsiniz. Hemen açıklayayım; Incubus, sinema tarihinin tamamı Esperanto dilinde çekilmiş nadir filmlerinden biri. Bir suç filmi olan Agonies (1964), tamamı Esperanto dilinde çekilmiş ilk kurmaca film. Hemen ardından da Incubus gelmiş. Leslie Stevens’ın yazıp yönettiği Incubus, uzun yıllar boyunca kayıp statüsünde kalmış, 1996 yılında bulunan bir kopya sayesinde günümüze ulaşmıştır. Başrolünde her daim Kaptan Kirk olarak hatırlanacak William Shatner’ın yer aldığı film, basit bir iyi-kötü çatışmasının Romeo ve Juliet tadında bir aşka dönüşmesini anlatan, görüntüleriyle yer yer The Seventh Seal’i (1957) andıran, çok iyi diye savunulamayacak ama çok acayip diye bağra basılabilecek tuhaflıkta.
The Shout (1978): Jerzy Skolimowski’nin yönettiği İngiltere yapımı The Shout, sinema tarihinin en anlaşılmaz ama bir o kadar da cezbedici filmleri listesinin gediklilerinden biri. Tanıdık gelme ihtimali yüksek konusu, “İngiltere kırsalında yaşayan avangart müzisyen Anthony ile ev hanımı karısı Rachel’ın hayatları, gizemli yabancı Charles Crossley ile karşılaşmalarından sonra kökünden değişir” şeklinde özetlenebilir. İngiliz ressam Francis Bacon’ın eserlerinden kimilerini (ki bir iki tanesi Anthony’nin ev stüdyosunda da görülür), anlatının içine yedirip (ya da yedirmeye çalışıp) yeniden canlandırma yoluna giderek referans noktalarından birinin altını çizen The Shout, başroleyse sesi yerleştiriyor. Hem de belli bir bölgedeki tüm canlıları öldürebilecek kadar güçlü ve belki de sihirli bir sesi. İnsanın kimliği, rolü, inancı, toplumsal cinsiyeti, yani kısaca varoluşu hakkında ilginç bir sorgulama.
I Am a Ghost (2012): The Sixth Sense (1999) ya da The Others (2001) filmlerini hatırlarsınız. I Am a Ghost da benzer bir noktadan hareket ediyor ama sadece filmin adına baktığınızda bile bunu öyle büyük bir sürpriz gibi sunmadığı rahatlıkla anlaşılıyor. Perili ev alt türünü tersyüz eden film, mevzuya diğer taraftan bakmayı deniyor ve perili evdeki hayalet kovma işlemini hayaletin bakış açısından aktarıyor. I Am a Ghost, düşük bütçeli, düşük tempolu ama farklı olmayı başarabilen korku filmlerinden.
Emma (1996): Jane Austen’in Emma adlı eserinin yeni uyarlaması 2020’nin ilk aylarında gösterime girecek. Daha önce 1996 yılında da iki Emma uyarlaması çekilmişti. Daha çok gevşek bakışlı Gwyneth Paltrow’un başrolünde oynadığı film biliniyor ama TV için çekilen ve Emma rolünde Kate Beckinsale’in yer aldığı yapım küçük bütçesine rağmen diğerine fersah fersah fark atmayı başarmış.
Autopsia de un Fantasma (1968): Absürt anlatımlı fantastik bir Meksika filmi olan Autopsia de un Fantasma, bir hayaletin yaşayan bir kadını kendine âşık ederek cennete gidebilme çabasını anlatıyor. Öyküsü ve diyaloglarının bayağılığına karşın filmi değerli yapan senaryodaki özgün fikirler ve yönetmen İsmail Rodriguez’in özenle ve coşkuyla çektiği sahnelerle bir buçuk saat boyunca çılgın atan bir film ortaya çıkarmış olması. Bir zamanların ünlü Sherlock Holmes’ü Basil Rathbone’nin son filmi olan yapımda, özellikle hayaletin arkadaşı rolündeki kukla iskeletin olduğu sahneler çok eğlenceli.
Sheder Min Ha’Atid (1981): İkincisinin sona ermesinden beri insanlık Üçüncü Dünya Savaşı endişesiyle yaşıyor. İşte bu vesveseye son vermek üzere gelecekten gelen bir ziyaretçi, büyük devletlere 3. Dünya Savaşı’nı hemen başlatıp aradan çıkarmalarını öneriyor ve bunun insanlığın yararına olacağı konusunda onları ikna etmeye çalışıyor. Politik taşlamalar, büyük şirketlerin insanlığı uzaktan kumandayla yönetme komploları, bir müzik grubunun filme kim bilir ne amaçla konulduğu belli olmayan performansı, çıplaklığa aç seyirciler için eklenmiş olduğunu varsaydığımız sevişme sahneleri de bulunan bütçesizliğin kepazelikleriyle dolu bir İsrail bilimkurgusu.
Voyage of the Rock Aliens (1984): Elektro gitar şeklindeki gemileriyle dünyaya gelen uzaylıların 80’ler gençliğiyle maceralarını anlatan bu rock müzikali o yılların kabarık saçlarını, ucube kostümlerini, en uç modalarını absürt bir kurgu içinde sunuyor. Filmde Tarkan Viking Kanı’ndaki ahtapottan hallice bir deniz canavarı da var. Aslında bir B filmi parodisi olarak yazılan ama sonradan müzikale çevrilen bu yüzden de içinde garip yaratıklardan elinde elektrikli testereli manyaklara kadar türlü çeşit korkutmayan korku filmi öğesi bulunan filmde Ruth Gordon en sempatik haliyle bir şerifi canlandırıyor.
Le Gout des Autres (2000): Fransız oyuncu, yazar ve yönetmen Agnes Jaoui’nin ilk yönetmenlik çalışması olan Le Goût des Autres matematiğini belli etmeden sizi içine çekiveren harika filmlerden biri. Yönetmen bu ilk filmini çekmeden önce Woody Allen filmlerini iyice özümsemiş ve hikâyesini aktarırken bunda başarılı olduğu kolayca görülüyor. Pek de ince duyarlılıkları olmayan zengin bir fabrikatörün sanat çevresinden bir oyuncuya âşık olup umutsuzca o çevreye girme çabasını anlatan film sınıflar arası trajikomik gerilimler üzerine kurulu.
The Act of Killing (2012): Endonezya’da 1965 senesinde askeri darbe gerçekleşir. Milyonlarca kişinin öldürülmesine yol açan bu olayı, günümüzde yaşayan ve bu kanlı darbenin bir parçası olan kişilerin ağzından dinliyoruz. Ancak bu kişilerin sokak çetesi elemanları kıvamında olan insanlar olması ortaya inanılmaz gerçekleri birinci ağızdan dinlemenizi sağlıyor. Bir de üzerine bu tescilli katillerin yaşadıklarını (daha doğrusu yaptıkları katliamları) canlandırmaları istenince karşımıza belgesel içerisinde bir film çekimini çıkarıyor. Bugüne kadar seyrettiğim en sıra dışı ve çarpıcı çalışmanın yönetmeni Joshua Oppenheimer’ın aynı dönemi anlatan 2014 yapımı “The Look of Silence” isimli belgeseli de bulunuyor. “The Act of Killing”in 1 saat 57 dakikalık versiyonu dışında 2 saat 42 dakikalık uzun versiyonu olduğunu da eklemeliyim.
Exit Through the Gift Shop (2010): İngiliz duvar sanatçısı Banksy’nin kimliği bilinmemektedir. Toplum için yaptığı içerisinde başkaldırıyı barındıran çalışmalarının sanat simsarları tarafından müzayedelerin gözdesi haline gelmesi kadar ironik bir durum da karşımıza zor çıkar. Sokak sanatçılarına sınıf atlatan Banksy hakkında yapılan başka belgeselleri seyretmiş, hakkında bir kitap okumuş ve iki sergisine gitmiş birisi olarak bu belgeseli seyrederken inanılmaz eğlendim. Bu belgesel Banksy’nin uzun metrajlı tek yönetmenlik denemesi ve belgeselin içerisinde her ne kadar kendisi çokça yer alsa da, bu belgesel başka birisini anlatıyor! Kendini kamerasına adamış ve video çekimi yapmak saplantısı olan Thierry Guetta’nın bir anda sanat dünyasının gözdesi olan Mister Brainwash’a dönüşünün hikâyesini seyrediyoruz. Muhteşem bir belgesel!
Tower (2016): Günümüzde “keskin nişancı insanlara ateş açtı” haberleri karşımıza artarak çıkıyor. 1966 senesinde Amerika’da Teksas Üniversitesi’nin içerisinde bulunan saat kulesi de böyle bir keskin nişancıya ev sahipliği yapmış. Sıcak bir yaz günü yaşanan katliamı; gerçek görüntülerin aralarına giren animasyon görüntüleri eşliğinde seyrediyoruz. Belgesel boyunca siz de kendinizi olayın içerisinde buluyor ve o gerilimi hissediyorsunuz. Bu kadar trajik bir olayın animasyon ağırlıklı görüntülerle bu kadar rahatsız edici aktarılması hayret ve hayranlık uyandırıyor.
The Golden Glove (2019): Yönetmen Fatih Akın’ın 2018 Altın Küre Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film ödülünü “In The Faith / Paramparça” filmiyle kazanmasından sonra yeni projesi için beklentiler artmıştı. Aykırı işlerin yönetmeni yeni filmi “Altın Eldiven”de Hamburg’da 1970’lerin başında geçen bir seri katilin gerçek yaşam öyküsünü anlatıyordu. Film hakkında çıkan ilk yorumlar şaşırtıcı derecede olumsuzdu. Özellikle filmin mide bulandırıcı derecede şiddet içermesi ön plana çıkarılıyordu. Dünya genelinde geniş gösterim elde ettiği hiçbir ülke yoktu! Filmi beklentisiz bir şekilde sinemada seyrettim. Evet, filmin şiddet seviyesi yüksekti. Hatta film ilerledikçe yaşananları gözetleyen birisi olmaktan çıkıp, o odada siz de bulunuyormuş gibi bir hava oluşuyordu. Bugüne kadar yapılmış en iyi seri katil filmi karşımda duruyordu! Bu filmin ileride kült olacağına inanıyorum.
Güzel Adam Süreyya (2018) ve Kolej Havası (2019): Dünyada gittikçe artan spor belgesellerine ülkemiz sineması da iki belgeselle sessiz kalmadı ve ilginç olan ise her iki belgeselin de Beşiktaş özelinde olmasıydı. Beşiktaş’ın emektar malzemecisi Süreyya Soner’in hayat hikâyesini seyretmek için Beşiktaşlı veya sporsever olmanıza gerek yok. Kesinlikle herkese hitap eden bir belgesel, sonuçta karşımızda bir insan portresi yer alıyor hem de dünyada eşi benzeri olmayan. Koley Havası’nda ise Metin-Ali-Feyyaz ile özdeşleşen rahmetli Büyük Başkan Süleyman Seba’lı dönemler ve Gordon Milne yönetiminde gelen şampiyonluklar anlatılıyor. Ve tabii ki sonrasında yaşanan endüstriyel futbol geçişine Beşiktaş’ın ayak uyduramayışına uzanan bir süreci izliyoruz. Bu iki belgesele seyircilerin gösterdiği ilgi (daha doğrusu ilgisizlik) maalesef tüm bağımsız filmlerin akıbetini paylaştı. Gökçe Kaan Demirkıran’ın yazıp, yönettiği Güzel Adam Süreyya’yı 8.315 kişi izlerken, bir önceki çalışmaları “Blue”da müzisyen Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’in hüzünlü hayatlarına dokunan Mehmet Sertan Ünver ve Suzan Güverte’nin Kolej Havası’nı 4.312 kişi izlemiş. Bu gibi özverili çalışmaların vizyona girdiğinde ilk hafta sonunda seyredilmeleri büyük önem taşıyor. Aksi takdirde vizyonda üçüncü haftayı görmelerine imkân kalmıyor.
Parasite (2019): Sadece Joon-ho Bong filmi olduğu için değil, sınıf ayrılığını olabilecek en hicivli ve keyifli bir şekilde işlediği için de bu keşfimden oldukça memnunum. (Keşiflik bir durum yok aslında, bu şaheser salgından etkilenmeyen kalmadı.) Başroldeki Kang-ho Song faktörünü de unutmamak gerek tabii. Sıradan karakterleri sıra dışı şekilde canlandıran bir oyuncu o. Filmden yayılan pahalı parfüm ve bodrum kokusu karışımı, hafızanızda yer edecek. Belki de kendi ülkenizdeki zengin asalaklara kayacak aklınız. İşte biz de napalım, iyiyiz de iş yok…
Paris is Burning (1990): RuPaul’s Drag Race’e de ilham veren bir alt kültürün hikayesi. Drag queen’lerin, trans ve eşcinsel bireylerin kendilerini özgür ve özel hissettikleri bir baloya odaklanıyor. Jennie Livingston imzalı bu belgesel, 80’ler New York’unda drag şovlarının yapıldığı bir salonda geçiyor. Herkesin istediği kişi ve kimliği yansıtabildiği bir ortamda, drag dünyasına dair pek çok elementle tanışıyorsunuz. Ve bu salondaki buluşmalardan vogueing, realness gibi terimler, Brooke Xtravaganza gibi karakterler doğuyor. Bu renkli ziyafeti mutlaka izleyin.
The Game Changers (2018): Beslenmeye dair inanç kalıplarını uçan tekmeyle yıkan, et endüstrisine sol kroşeyle vuran bir belgesel. Bitkisel bazlı beslenmenin hem kendi sağlığımız hem de çevre sağlığı açısından ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Hem de sporcular üzerinden. Sporcular protein için et yemelidir anlayışına kafa atıyor mesela. Belgeselin yapımcıları arasında James Cameron, Arnold Schwarzenegger, Jackie Chan gibi isimler var. Bana göre bu belgesel, vegan aktivist James Cameron’un en etkili ve en büyük eylemi olmuş.
Fighting with My Family (2019): Hani şöyle patlamış mısırları, soğuk biraları alıp da ne izlesek acaba diye düşündüğümüz, o ya keyiflere ya da fiyaskolara gebe dakikalar var ya, işte o dakikalarda açılması gereken film bu. Film, güreşçi bir ailede doğan ve tüm metalciliğine ve asiliğine rağmen şampiyonaya oynayan Saraya “Paige” Bevis’i anlatıyor. Bu filmi seveceksiniz çünkü doğallığıyla göz dolduran Florence Pugh’ın muhteşem ve zorlu performansı sizi anında ringe bağlayacak. Amerikan güreşi tamamen sahte bir şovdan ibaret olabilir ama bu film değil.
Heavy Trip (2018): Finlandiya’dan %100 pis metalcilik ve macera içeren ve biraz da absürt bir film. Turo, black metal grubu Impaled Rektum’la birlikte metal festivali için Finlandiya’dan Norveç’e doğru yola çıkar. Kamyonetlerinde bir de tabut vardır… Hem bir yolculuk filmi olması hem birtakım grotesk tuhaflıklarla süslü olması hem de istemsiz güldürmesi bu filmi favorilerimden biri yaptı. Müzik soslu, farklı bir bağımsız film izlemek isteyenlere ve benim gibi yolculuk filmlerini sevenlere tavsiyem. Boyunlar vazelinlensin, metal horn’lar bilensin!
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (1991): Bu yıl izlediğim en güzel film. Bir şeyler yazıp filmin büyüsünü bozmak istemiyorum.
“Acaba hangi kadındır, tarıyor usul usul
Upuzun saçlarını simsiyah bir tarakla” (filmden)
Korkuyorum Anne (2004): Yıllar önce izlediğimde de çok beğenmiştim ancak bu defa hayran kaldım. Türk sinemasının özgün yönetmeninden, özgün bir film…
“İnsan nedir? Et, kemik, yağ, sinir. Danadan ne farkımız var” (filmden)
Camdan Kalp (1990): Son filozof Wittgenstein’ın sağlığında yayımladığı tek kitabı “Tractatus”tan söz eden bir filmden etkilenmemek mümkün mü? Film etkileyici olsa da, erkek egemen zihniyete uygun değil. Böyleleri hiç başlamasınlar.
“Ver o kitabı, ver onu diyorum, çarpılacaksın.”
“Çarpılayım, biraz da beni çarpsın. Ne anlıyorsun bundan ha…kafanı karıştırmaktan başka.” (filmden)
Neden Tarkovski Olamıyorum (2015): Uzun zamandır izlemek istiyordum, kısmet bugüneymiş. Eksiklerine karşın modern Türk sinemasının dramı…
“Şimdi kardeşim, bir kere bu hassas yönetmen olayını bir kenara bırakıyoruz, tamam mı?” (filmden)
Hurlements en faveur de Sade (1952): Sinemanın ölümünü ilan eden Guy Debord’un “izlemesi” hayli zorlu “filmi”. Kültür endüstrisinin bir ürünü olmayı kabullenen ve kapitalizme boyun eğmeyi seçen sinema ölmüştür. Bu film de onun mezar taşıdır. Arada bir iyi “ürünlerin” ortaya çıkması bunu değiştirmez.
“Film diye bir şey yok. Sinema ölmüş durumda. Artık film üretmek imkansız.” (filmden)
Eyes Wide Shut (1999): Geçen yıl kaptığım Stanley Kubrick virüsünün bu yılki yansıması. Bende bir 2001’in, bir Otomatik Portakal’ın yarattığı etkiyi yaratmadı ama bu filmi beğenmediğim anlamına gelmesin. Bazı şeyleri muğlak bırakması, yarattığı atmosfer, oyunculuklar bir yana, Tom Cruise’un enselendiği sahnedeki durağan gerilim diğer yana. Elbette Kubrick’ten görmezsek şaşıracağımız, ince düşünülmüş, anlatımı bir üst düzeye taşıyan kadrajları da unutmamak lazım.
Blade Runner 2049 (2017): Çok istedim sinemada gitmeyi ama sansür meselesi, bir de üzerine Sony’nin iyice sıvayan açıklamaları gelince vazgeçtim. Kısmet bu yazaymış. Blade Runner 2049 beni şaşırtmadı. Bunu hem iyi, hem kötü anlamda söylüyorum. Kötü anlamda, çünkü öncülünün üzerine yeni bir şey koymuyor. İyi anlamda, çünkü onunla hemen hemen aynı tarzda çekilmiş ve iki filmin arasında 35 yıl olduğuna inanmak zor. Kısacası emniyetli sularda yüzen ama kült olan ilk filmle uyumlu, onun öyküsünü geliştirmeyen ama ihanet de etmeyen bir devam filmi.
The Autopsy of Jane Doe (2016): Korku filmlerini sevmiyorum. Korkuyorum çünkü (e yani). Ama iş böyle iyi örneklere geldi mi değişiyor elbette. The Autopsy of Jane Doe iki adli tabibin bir cesetle imtihanını konu alıyor. Filmin sevdiğim yanı, insanları sıçratan ani korku anlarının gerekliliği konusunda bir anti-tez olması. Ceset otopsi masasının üzerinde hareketsiz bir şekilde yatıyor ve sizi en çok korkutan şey bu. Her an yerinden doğrulmasını bekliyorsunuz, doğrulmadıkça daha da geriliyorsunuz. Sevmediğim bir tür olmasına rağmen büyük keyif aldığım bir film.
After Hours (1985): Martin Scorsese’nin 1985 model kara mizahı. Joel Scumacher’ın 1993 tarihli Falling Down’ı gibi pişmiş tavuğun başına gelmeyecek şeyler kahramanımızın başına geliyor. Tıpkı Falling Down gibi buradan toplumsal bir eleştiri çıkarıyor film. Ve tıpkı Falling Down gibi bir süre sonra “e yok artık” diyorsunuz. Usta yönetmenin Hugo’yla birlikte en sevdiğim filmi ama tamamen başka bir sebepten. Hugo her şeyden çok bir teknoloji demosuydu. Bu dört başı mamur bir film ama mensup olduğu tür gereği türlü türlü aksilikler tek bir kişinin başına geldikçe gerçekliği askıya almakta zorlanmaya başladım. Yine de senarist Ebbe Roe Smith’in bu aksilikleri yaratmak konusundaki yeteneğine şapka çıkardığımı söylemeden edemiyciiim.
Coco (2017): Yılın ikinci çeyreğinde animasyonlara sardım. Evet, Öteki Sinema’da bahsetmek için garip bir seçim belki ama Coco gönlümde taht kurdu. İçinde aile, sevgi, hatırlanmak, kin gütmek, hayallerinin peşinden gitmek, ihanet gibi anahtar sözcükler geçen, çocuksu olsa da güzel bir öyküyü başarıyla anlatması çok güzel elbette. Ama benim için en güzel yanı 1998 tarihli adventure oyunu klasiği Grim Fandango’dan beri özel bir ilgi duyduğum Ölüler Günü’nde geçmesi. Kısacası Coco kanaat notuyla burada ama bu listedeki diğer filmlerin gerisinde olduğu anlamına gelmemeli.
Parasite (2019): Sınıf çelişkisinin sınıf içinde meydana getirdiği yozlaşmayı, çürümeyi ve sınıf içi mücadeleyi konu edinen, ortasındaki twist ile filme makas değiştirterek hayran bırakan bir film. Asri zamanların Keloğlan hikayesi.
Görülmüştür (2019): Cezaevinde mahkumlara gelen mektupları denetlemekle görevli infaz memuru Zakir’in mahkum yakınlarından birine duyduğu hastalıklı ve belki de tacizkar ilgi sayesinde ortaya çıkan bir taciz ve istismar vakası. Hapsedenin kendinin de hapsolduğu, denetleyenin kendinin de denetlendiği bir Çin Mahallesi hikayesi. Unut Zakir, burası Çin Mahallesi!
The Irishman (2019): 32 kısım tekmili birden Scorsese ve çetesi bizi hayal kırıklığına uğratmadı. Russell Buffalino’yu canlandıran Joe Pesci’ye doyum olmadı.
Kız Kardeşler (2019): Babalarının iaşesini üstlenmek üzere sırayla şehirdeki evlere hizmetçi olarak verilen üç kardeşin aynasından hal-i pür melalimiz.
Roma (2018): Meksika tarihinin karanlık bir devresini sınıf karşıtlığı açısından mercek altına alan oyunculuk ve sinema tekniği açısından yılın en önemli filmlerinden.
Bonus; Coroner Rewind (2016): Bu belgeseli bu sene izlemedim. İzlediğimde beğenmiştim ama hakkını tam veremediğimi anlamak için Death By Metal isimli berbat belgeseli izlemek gerekiyormuş! Coroner Rewind’i özel kılan belki de bu tarz belgesellerde nadir yapılan bir şeye el atarak bir grubun, bir müzik türünün toplumsal ve ekonomik olaylarla (Opernhaus Kwallen Kuşağı) bağlantısını kurmaya çalışması idi. Yeni Sağ ve Neoliberalizmin toplumda oluşturduğu tahribatı anlamadan toplumda filizlenen eğilimleri anlamanın başka yolu var mı?
The Head Hunter (2018): Canavar filmlerinden daha iyisi ne olabilir? Elbette canavar avcısı filmleri! Head Hunter çok beklediğim, beklediğime de değen bir iş. Bu kadar güdük bir bütçeyle böyle bir atmosfer yaratımı gerçek bir sinemacı işinde olabilir ancak. PC oyunlarındaki abartılı görsellere öykünen sanat yönetmenliği de işin hakkını veriyor. Başından sonuna ilgiyle izledim.
The Wind (2018): White Buffalo’dan bu yana western setindeki korku-gerilim hikayelerine bayılıyorum. Vahşi batı bana macera dolu değil de tedirginlik ve dehşet yüklü gibi geliyor. The Wind işte o asap bozucu endişe duygusunu ilk dakikasından finaline taşıyan ve usulca yükselten sıkı bir iş. Tür meraklılarının ıskalamaması gerek.
The Human Tornado (1976): Bir sürü siyahi kung-fu filmi izledim ama Blaxploitation akımına mesafeliydim, kuaför filmlerinden sonra de siyahi sinemadan elimi hepten çekmiştim ama ne yalan söyleyeyim; Dolemite Is My Name o ateşi yeniden yaktı. Hemen ardında ücretsiz film izleme platformu Tubi’de yakaladığım Human Tornado günümüzde çekilse, çekenleri yakmasıyla sonuçlanacak olaylara yol açabilecek kadar seksist bir iş ama izlemesi çok eğlenceli. Eğer bir film kötüyse mutlaka eğlenceli olmalı, eğlenceli bir kötü film kadar iyisi de yok galiba. Human Tornado tam da öyle bir film…
Godzilla Raids Again (1955): Aslında keşif değil, bu filmi çocukken Samsun’da Konak sinemasında kuzenimle birlikte izlemiştim ama neden bilmem filme, özellikle de canavar dövüşü sekanslarının fonuna caz müziği döşediklerinden havaya giremeyip salondan çıkmıştık. İçimde hep ukde olarak kalmıştır, nihayet temiz bir kopyası Yify’e düşmüş, indirip gecemi şenlendirdim. Diğer Godzilla filmlerinin aksine canavarların güreşçi gibi dövüşmesi evlere şenlik bir durum.
Iron Fists and Kung Fu Kicks (2019): Eğer Çin operası olmasa kung-fu filmleri, onlar olmasa da break dance olmazdı! Bu şahane Netflix belgeseli, Shaw Biraderler’in Bruce Lee ve Jackie Chan’i kapıdan kovma şapşallıklarını dahi anlatan, bir türün anatomisini çıkaran çok keyifli bir iş. Şu anime belgeseli gibi cahil cühelayı değil gerçekten türün meraklılarını hedef alıyor, kaçırmayın!
Black Pit of Dr. M (1959): Bu sene Meksika sinemasını araştırırken karşıma çıkan bu gotik şaheser bütün Universal klasikleri ile beraber hatırlanmayı hakediyor. İki doktorun ölümden sonra hayat üzerine yaptığı bir bahis giderek doğaüstü güçlere bağlanıyor ve ortaya keskin gölgeler ve siyah-beyaz sinematografi ile yaratılmış büyülü bir dünya çıkıyor.
Scream, Queen! My Nightmare on Elm Street (2019) ve A Nightmare on Elm Street 2-Freddy’s Revenge (1985): Tabii ki hepimiz Elm Sokağında Kabus’un ikincisini izledik. Ama Scream Queen belgeselini gördükten sonra filme yeni gözlerle bakmamanın imkanı yok. Filmin yıldızı Mark Patton’ın düşüş ve yeniden ayağa kalkış hikayesini duyduktan sonra filmdeki LGBTQ alt metni tekrar keşfetmek büyük bir keyif.
Prey (1977): Yine unutulmuş bir LGBTQ klasiği. Norman J. Warren’in en garip filmlerinden biri olan Prey, uzaydan gelen ve insan eti ile beslenen bir uzaylı(?) yaratığın(?) kendisini lezbiyen bir çiftin yanına yerleştirmesi ile başlıyor. 1970’lerin sonlarında çekilen film hem lezbiyen çiftin portresi hem de garip atmosferi ile cezbediyor. Tabii ki yaratığın ortaya çıkarttığı ‘gore’ da cabası.
Lyle (2014): Eğer Rosemary’s Baby tamamı ile lezbiyen bir dünyada geçseydi ne olurdu sorusuna 50 dakikada inanılmaz bir cevap çıkartan Lyle, hem korku dozunu kadınların gözünden bakarak yükseltiyor, hem de eşcinsel ilişkilerin hayatın parçası olabildiği bir New York hayal ediyor.
Hustlers (2019): Senenin en beklenmedik ana akım filmi Hustlers, bir yandan inanılmaz eğlenceli bir ‘con’ filmi bir yandan da The Wolf of Wall Street’e yolun karşısından çarpıcı bir cevap. Eğer Scorsese bizi hep kafaya alan insanları inceliyorsa, Lorene Scafaria hep dolandırılan ama bir yerde artık yettiğine inanan insanlara çeviriyor hikayeyi. Jennifer Lopez’in Oscar’ı hak ettiği ve Scott Walker kullanan senenin en iyi ‘needle drop’u ile Hustlers 2019’un en önde gelen ve bilinmeyen filmlerinden.
The Noose (1958): Saian, Ece Ayhan’ın Galata Kantosu’ndan esinlenerek yazdığı Mübeccel şarkısının bir mısrasında “Bir şiir nerden baksan şairini seçebilir” der, sanırım bu filmler için de geçerli. Bu yıl beni seçen film The Hourglass Sanatorium oldu, Wojciech Has’a sardım. The Noose (1957), Has’ın ilk filmi (debut) ama ne ilk film! Tek bir sahnesi, planı, detayı boşa gitmemiş olağanüstü yetkinlikte bir çalışma. Tüm hayatım boyunca seyrettiğim en iyi alkol bağımlılığı filmlerinden biri hatta koskoca Billy Wilder; “The Noose, benim (En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu Oscar’lı) The Lost Weekend’den daha iyi” bile demiş. Daha ne olsun? Bir film, bundan daha büyük bir övgü alamaz.
The Blood of Hussain (1980): Toprağın altından çıkan beyaz bir atla başlayıp kanayan bir çölle biten benzersiz bir film. Hz. Hüseyin ile Hasan’ın öyküsünü (Kerbelâ) alegorik olarak anlatan bir askeri diktatörlüğe direniş filmi. Film çekilirken Pakistan’da askeri darbe oluyor ve film yasaklanıyor. Hâlâ yasaklı. Yönetmeni Cemil Dehlavi de sürgüne gidiyor. Umarım ölmeden önce bu filmin yenilenmiş bir kopyasını beyazperdede tecrübe etmek bize nasip olur, başka sözüm yok.
Pixote (1981): Çok geç seyrettiğim için çok pişman olduğum bir film. Bilen bilir, City of God’ın (2002) hastasıyım, Hector Babenco’nun Pixote’si de onun atası. Sao Paulo sokaklarının kanayan yarasına parmak basan Babenco, unutulmaz bir iş çıkarıyor. Daha da acı olan, Pixote karakterine hayat veren çocuk aktör Fernando Ramos da Silva’nın gerçek hayatta başına gelenler. Bu genç aktör sinemada ve televizyonda tutunamayınca tekrar suç dünyasına yöneliyor, çeteler, uyuşturucu derken çok geçmeden polis tarafından öldürülüyor. “Pixote” bir filmden çok daha fazlası; tıpkı La Haine gibi bir alarm zili, bir ikaz.
Dead Man’s Letters (1986): Bu yıl, nükleer tehdit/felaket üzerine çekilmiş bir düzine kadar film seyrettim, “Dead Man’s Letters” en iyilerinden biri. Konstantin Lopushanskiy başka hiçbir filme benzemeyen dehşet verici bir atmosfer yaratmış. Sıra dışı set tasarımı yer yer felsefi tartışmaların da görüldüğü sahnelere ev sahipliği yapıyor. Kitle kıyımı, insan avı, intihar ve ölüm…
O-Bi, O-Ba – The End of Civilization (1985): Damakta bambaşka bir tat bırakan acayip bir film daha. Nükleer felaketten sonraki süreçte bir yeraltı sığınağındayız. İnsanlar insanlıktan çıkmış, sığınak çökmek üzere, herkes kendilerini kurtaracak (Nuh’un Gemisi’ne atıfta bulunulan) bir Mavna’yı (Ark) bekliyor. Medeniyet son bulmak üzere. Tek umut o Mavna… Edward James Olmos’lu Battlestar Galactica’nın “O-Bi, O-Ba – The End of Civilization’daki birçok parlak fikri arakladığını söylemekle yetineyim.
Bonus; The Vampires of Poverty (1977): Bir de Oryantalizm ve benzeri sömürü düşünceleriyle/ideolojileriyle matrak geçen müthiş bir kısa belgesel eklemek istedim: Carlos Mayolo ve Luis Ospina’nın “The Vampires of Poverty”si. Bu mockumentary tarzı belgesel; yabancı fonlardan beslenmeye çalışan, festival ve yabancı kanal/yapımcı avındaki vampir sinemacılarla gırgırını geçen, acı gerçeklerle tıka basa dolu ibretlik bir çalışma. Batı’nın görmek istediklerini çeken, duymak istediklerini anlatan ne kadar sinemacı varsa hepsini tiye alan evladiyelik bir çalışma.
Us (2019): Jordan Peele’in Get Out’tan sonraki filmi Us, tartışmalı yorumlar alsa da bir korku filmi olarak beni tatmin etti. Peele’in kariyeri komedyenlikten korku filmlerinin unutulmaz yönetmenliğine doğru hızla ilerliyor. İleride Us bu ilerlemede bir ara film olarak görülecektir belki de. Get Out’un karanlık ve sürprizli dünyasının izlerini taşısa da aksayan yerleri de yok değil. Bir kere çözümleme çok ortada kalıyor. Ancak genel olarak ortaya konan fikir ve sinema dili olarak başarılı bir gizemli korku filmi var karşımızda. Peele’e siyahi sinemaya katkılarından dolayı teşekkür ediyor ve çıktığı bu yoldan ayrılmamasını rica ediyoruz.
Parasite (2019): Bong Joon Ho artık ne çekse aç aslanlar gibi üzerine atlayasım var. Parasite da pek çoğumuza göre yılın en büyük işi oldu. Sınıf çatışması üzerine yeni şeyler söylemese de farklı bir yönden bakan filmdeki yokluk insanı derinden etkiliyor. Özellikle yağmurdan su basma sahnesinde nefesimin kesildiğini hissettim ve yeter artık dedim. Bu insanlar hiç mi mutlu olmayacak!
Once Upon a Time in Hollywood (2019): Tarantino’nun son filmi gene bizleri ikiye böldü. Leonardo bir röportajında filmi eski Hollywood’a bir aşk mektubu olarak tanımlamış. Bence de çok yerinde bir tanımlama. Bir kere filmin renklerine aşık oldum. En büyük yanlışımız bence Tarantino’nun hikayelerini retroymuş gibi çektiğini düşünmemiz. Oysa iş öyle değil, bu filmdeki altın sarısı vücutların, masmavi gökyüzünün yaratılmasının tek nedeni kullanılan 35 mm Panavision kameralar, lensler ve Kodachrome, Ektachrome filmler. Tarantino öyle bir sinema aşığı ki aşık olduğu sinema kültürünü gerçekten zamanında çekildiği şekilde çekerek onurlandırıyor. Bu film de bu yolculuktaki en üst noktalardan biri. Bu evrenin oluşturulmasında onun kadar görüntü yönetmeni Robert Richardson’ın da payı olduğunu söylememiz gerekir.
Midsommar (2019): Yine pek çokları tarafından dışlanan yerin dibine sokulan bir film olan Midsommar’a aşık olmamayı nasıl başarıyorsunuz sayın izleyici? Ari Aster’in Hereditary’den sonraki ikinci uzun metrajı olan Midsommar bir grup gencin bilmedikleri bir kult ortamında başlarına gelen manyaklıkları anlatıyor. Bunu anlatırken ise o kadar şiirsel o kadar mükemmel ki kendisine bir peluş totoro oyuncağı gibi sarılmak istiyorum. Yok efendim neymiş, The Wicker Man’in kopyasıymış. “So Fucking What” arkadaşlar?! Onu da seviyoruz, bunu da seviyoruz. Hatta 2006 yapımı Nicolasımızın Cageimizin ayı kıyafeti ile kadın tokatladığı remake’ini bile seviyoruz. Kadına şiddete hayır ama ayı kıyafetli bir Cage gelsin, beni de yumruklasın, gıkım çıkarsa atın beni denizlere. Neyse Midsommar’a gelecek olursak tabii ki 1973 yapımı orijinal filmden etkilenmiş ancak hiç mi yeni bir şey sunmuyor, yapmayın rica edeceğim. The Wicker Man var diye başka böyle bir kult filmi çekilemeyecek mi? Taş gibi film, taş! Ari Aster de Peele gibi yardırıyor bakalım gelecekte daha nelerini göreceğiz.
Mes Petites Amoureuses (1974): 1974’ün sıcak kumlarından listemize eklenen film, Jean Eustache babanın Mes Petites Amoureuses’u oluyor. Yani şu filmi seyrederken Kumburgaz’da geçirdiği çocukluk yıllarına dönmeyen varsa lütfen siteyi şu an terk etsin. Bir film bu kadar mı sıcak, bu kadar mı Fransız olur. Negatiflerine baksak sanki çocukluğumuzu bulacağız. Bir çocuğun sorumsuz annesinin zorlaması ile şehir değiştirip okulu bırakması, bir motorcuda çalışmaya başlaması, değişen hayatı, arkadaşlıkları, kızlara yaklaşımı hakkında pek çok şey söyleyen ama bunları o çocukluk saflığı ile veren mis gibi bir film. Hala seyretmediyseniz mutlaka bir şans verin. Ben bu zamana kadar seyretmeyerek çok yanlış yapmışım.
Uzlaşma (1991): Sana alışmalısın demeyeceğim. Çünkü en kötüsü alışmak, cesaretini yitirmemelisin. Şiddeti ve kötü olan her şeyi ancak cesaretimizi yitirmezsek alt edebiliriz. Yakın tarihimizin en önemli hadiselerinden biri olan Abdi İpekçi suikastına odaklanan ve onurlu bir gazetecinin adım adım hedef haline gelmesini çarpıcı bir şekilde ele alan Uzlaşma, cesur söylemiyle adeta gizli kalmış bir hazine. Özellikle döneme ayna tutan duruşu ve Halil Ergün’ün hayranlık uyandıran performansıyla dikkat çeken film, politik sinemamızın da en önemli örneklerinden.
Tehran: City of Love (2018): Daima sinemaseverlere sunduğu keşif filmleriyle gönülleri fetheden !f İstanbul’un bu yılki en özel hediyelerinden biri de Tehran: City of Love. Yalnızlıktan mustarip üç farklı karakterin, yeni heyecanlara yelken açışını merkezine yerleştiren ve bunu da kara mizah sosuyla kuvvetlendiren film, İran’dan çıkagelen trajikomik hikayesiyle seyir zevkini doruklarda yaşatıyor.
Being Flynn (2012): Gezegenin en iyi yazarlarından biri olduğunu iddia eden, ancak kelimeler ile arası pek de iyi olmayan Jonathan Flynn ile problemli bir geçmişe ve ilişkiye sahip olduğu oğlu Nick Flynn arasında yaşananları merkezine alan Being Flynn, duygu sömürüsünden uzak, sıkı bir dramı izleyicisine armağan ederken, Robert De Niro ve Paul Dano arasında vuku bulan uyumla da yer yer gülümsetmeyi başaran bir yapım.
Bread and Tulips (2000): Çıktığı turda otobüsün kendisini unutmasını fırsat bilen ve Venedik yollarına düşen Rosalba’nın ikinci baharını izleyicisine aktaran Bread and Tulips, muhteşem görüntüleri ve “yaşamayı ertelemeyin” söylemini dolu dolu aktarışıyla içinizi ısıtacak, harikulade bir feel good movie örneği.
The Art of Racing in the Rain (2019): Bestseller arasında yer alan ancak 2019’un underrated yapımlarından olan The Art of Racing in the Rain, Enzo isimli bir köpekle Denny arasındaki yakın dostluğu merkezine alırken, naif yapısıyla da anbean izleyicinin bam teline dokunmayı başarıyor. Özellikle insan-hayvan arasındaki ilişkiyi yüceltmesiyle duygu yoğunluğunu zirveye çıkaran film, yılın en hoş sürprizlerinden.
Midsommar (2019): Geçen seneki listemde Hereditary ile yer bulan Ari Aster, ilgiyle beklediğimiz yeni filmi Midsommar ile düşsel, saykedelik, atmosferik bir yapıma imza atmış. Kuzey Avrupa pagan gelenekleri ile halüsinojen hippi triplerinin karanlık tarafı arasında gezinen bir dehşet filmi sunmuş izleyiciye. Son yıllarda yükselişe geçen Folk Korku alt türüne yeni bir başyapıt kazandırmış. Filmdeki tarikatı, modern, antropolojik bir araştırma nesnesine dönüştürmeye çalışan doktora öğrencilerinin hazin sonu, genç akademisyenler için ibret niteliğinde.
Lords of Chaos (2018): Bathory’nin eski davulcusu, film ve video klip yönetmeni Jonas Akerlund’un, Michael Moynihan ve Didrik Søderlind’in tartışmalı kitabı Lords of Chaos’u filme uyarlayacağını duyunca, black metal camiası kaygılı bir bekleyiş sürecine girdi. Filme kaynak olan kitap, 1990’larda bir avuç Norveçli black metal grubunun dahil olduğu, kilise kundaklama, intihar ve cinayet olaylarını genel olarak tüm black metal grupları hakkında bir “satanik panik” uyandıran bir üslupla aktarıyordu. Akerlund’un film uyarlaması ise olayların merkezindeki grup üyelerini, “şeytani” bir imaj yaratmaya çalışırken ipin ucunu kaçıran bir grup “çocuk” olarak lanse ediyor. “Gerçeklere ve yalanlara” dayandığını baştan itiraf eden film, dönemin olaylarını, dramatik, karanlık bir estetik ile mizahi bir üslubu harmanlayarak anlatıyor.
Hail Satan? (2019): Oklahoma ve Arkansas eyalet başkentlerine dikmeye çalıştıkları Baphomet heykelleriyle gündeme gelen Şeytan Tapınağı (Satanic Temple) organizasyonunun kuruluş ve büyüme hikayesini anlatan Penny Lane imzalı Hail Satan?, senenin en iyi belgesellerinden. Kurucularının “modern satanizm” olarak adlandırdığı, tapınma/doğaüstü öğeler barındırmadan, Amerika’daki dinsel ve muhafazakar statükoya başkaldırmaya dayanan bir organizasyon Şeytan Tapınağı. Hümanist, feminist, liberal, çoğulcu felsefelerini, “W.A.S.P.” Amerikalıları trolleyen performanslarla ve ciddi lobi faaliyetleriyle yaymaya çalışıyorlar. Kendilerini neden ateist değil de satanist olarak tanımladıkları sorulduğunda ateizmin sıkıcı olduğunu, bir ikonografisi, sembolleri ve topluluk ruhu barındırmadığını söylüyorlar.
The Beach Bum (2019): Harmony Korine’in yeni filmi, Matthew McConaughey’i Moondog adlı alkolik, uyuşturucu müptelası, seks düşkünü, hedonist bir şair olarak çıkarıyor karşımıza. Bu karakter, her ne kadar ilk başta hayattan fazla beklentisi olmayan, serbest salınım halinde bir serseri gibi görünse de kısa sürede zengin eşi sayesinde mali dertleri olmayan, uzun süredir herhangi bir şey yazmayı başaramamış bir sahtekar olduğunu öğreniyoruz. Bir anda tüm varlığını kaybeden ve polis tarafından takibe alınan Moondog, hayatını yola sokmak için The Beach Bum adını verdiği romanını bitirmek zorunda kalıyor. Bize de renkli bir grup karakterin geçit töreni yaptığı acayip maceraları gülerek izlemek kalıyor.
Underground, INC: The Rise and Fall of Alternative Rock (2019): Avustralyalı yönetmen Shaun Katz’in belgeseli, adından anlaşılacağı üzere, 90’larda Nirvana’nın Geffen Records’la imzaladığı anlaşmadan sonra yaşanan “alternatif rock patlaması” ve akabinde bu patlamadan faydalanan çoğu grubun zaman içinde yaşadığı düşüşü anlatıyor. Cop Shoot Cop, Sugartooth, Jawbox vb. orijinal sound’u olan grupların, başta plak şirketleri tarafından paraya boğulması, fakat beklenen ilgiyi görmediklerinde, bu şirketler tarafından terk edilmeleri ve müzik endüstrisi tarafından unutulmaları üzerine çeşitli röportajlar izliyoruz. Yer yer dokunaklı, yer yer bağımsız grupların nasıl müzik yapmaya ve konserler vermeye devam edebilecekleri hakkında bir yol haritası sunan, dolu dolu bir müzik belgeseli.
Öncelikle bir itirafla başlayayım. Bu yıl, büyük bir keşfim olmadığı gibi yalnızca 115 film izleyebildim. Ana akımın dışına da çıkamadım. 2020 yılı içinde siz de benim gibi kısır bir yıl geçireceğinizi düşünüyorsanız, listemin size hitap edebilecek bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyorum.
War for the Planet of the Apes (2017): Bütün seriler içinde en dramatik, lirik, aynı zamanda da melodram kalıplarına uyan filmde, “her kötülüğün bir sebebi olmalı” sorunsalından yola çıkılarak insan doğasının yozlaşmışlığına bir kez daha ayna tutuluyor. Bir yandan bunu yaparken bir yandan da mutluluğun ve uyumun mümkün olabileceğini de söyleyerek anlatısını sonlandırıyor.
Dumbo (2019): Tim Burton üzerine kafa yoran birinin yanıtlaması gereken ilk soruların, kanımca onun kişiliğini etkileyen filmler, romanlar ve kişilerin kimler ya da neler olduklarına yönelik olmasıdır. Vincent Price, Christopher Lee, Edgar Allan Poe gibi daha birçok ismi filmlerinde görebilirsiniz. Dumbo da bu yönüyle tesadüf olamaz. Tekrar yorumlamasının nedeni ticarî kaygılardan ziyade 1941 yapımı Disney klasiğinin çocuk Burton üzerindeki etkisi olmalıdır. Dumbo’nun uçtuğu bir sahnede “Beni çocukluğuma götürün.” diyalogu bunu destekler niteliktedir. Bu yüzden önce klasik versiyonu sonra da Burton dünyasında nasıl hayat bulduğunu, bir kez daha ötekileştirilen bir karakterin nasıl işlendiğini izleyin.
Glass (2019): Gerçek dünyada kırılmalara neden olan ve izleyenlerin iki farklı gerçeklikte dolaşmalarını sağlayan senaryolara her daim saygı duymuşumdur. Shyamalan yaratıcı dehasını sonunda kullanmış ve fark yaratacak bir içerik ve anlatım diliyle Glass’ı tasarlamış. Gerçekten insanüstü varlıklar var mıdır? Çizgi romanlar onlardan mı esinlenmiştir? Eğer varlarsa neden ortaya çıkmıyorlar? Filmde bunun gibi sorular kendini keşfetmek gibi basit bir çıkarımla anlatılmış ve bunun yaparken de çoklu kişilik bozukluklarından faydalanmış. Serinin önceki filmlerini bilmeden dahi tek başına izlenebilecek bu filmi tavsiye ederim.
Joker (2019): Yalnızca sinefililer değil, bir başlangıç hikayesi anlatmak isteyen senarist ve yönetmenlerin izlemesi gereken ders niteliğinde bir film olup, her saniyesinden bir öğreti çıkarabilmek mümkün. Biyografik hikayeler içinde uzun zamandır izlediğim en keyifli filmlerden.
Memory: The Origins of Alien (2019): Alien’ın sağladığı başarının ardındaki takımı, özellikle Dan O’Bannon’ı ön plana çıkaran olağanüstü belgesel, belki de Jodorowsky’nin Dune belgeselinden sonra izlediğim en keyifli ikinci belgesel diyebilirim.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2009 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2008 Yılı Keşifleri
[/box]
Bu yılki seçkide ilk dikkatimi çeken sevgili Evrim Ersoy ve Murat Kirisci ile beraber üçümüz de birbirimizden habersiz fantastik Meksika sinemasından birer film seçmişiz. İşin güzeli de aynı filmlere toslamamışız. Hoş bir tesadüf olmuş.