2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel yıl sonu keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir’ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Castle of Purity (1973): Dogtooth’tan önce The Castle of Purity vardı. Meksika sinemasının önemli yönetmenlerinden Arturo Ripstein’ın uluslararası arenada tanınmasını sağlayan filmde, aşırı korumacı ve şiddete meyilli bir adamın, karısıyla çocuklarını tam 18 yıl boyunca dışarı çıkmalarına izin vermeden eve hapsetmesi ve usul usul delirmeye başlaması anlatılıyor. Filmin 1950’li yıllarda yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenmiş olması ise tüyleri diken diken eden bir başka ayrıntı. Büyük bir kısmı evin içinde ve ön taraftaki ufak avluda geçen filmin aşırı boğucu atmosferi, neredeyse insanın gırtlağına çöküyor. Meksika’nın içe kapalı aile yapısını didik didik ederek parçalara ayıran Ripstein, ‘Bunuelvari’ kara mizahı, çeşitli tuhaflıklar ve şiddet sahneleri ile harmanlayarak erkek egemen düzene olanca gücüyle saldırıyor. Başta da belirttiğimiz gibi Yorgos Lanthimos imzalı Dogtooth’a (2009) esin kaynağı olduğu da gün gibi ortada.
Game Over (1989): İşkolik annesinin geç saatlere kadar çalıştığı Noel arifesinde evde büyükbabasıyla yalnız kalan küçük Thomas, eve gizlice giren Noel Baba kıyafetli manyak katile karşı tek başına mücadele etmek zorunda kalır. Noel filmleri denince akla gelen ilk filmlerden biri de hiç şüphesiz ki Home Alone’dur (Evde Tek Başına, 1990). Rene Manzor imzalı Fransız yapımı Game Over ise dünyaca meşhur ardılından tam bir yıl önce gösterime girmiştir. Kısa özetten de anlaşılacağı üzere, iki film -birkaç ufak değişiklik dışında- birbirinin karbon kopyası gibi aynıdır. Mayıs 1989’da Cannes’daki film markette gösterilen film, uluslararası dağıtımcı arayışına girmiş, hatta Amerikalı bir yapımcının ilgisini çekmiş ve olası bir yeniden çevrim için ön çalışmalar bile yapılmış. Ancak Home Alone’un Kasım 1990’da gösterime girmesi ve gişe rekorlarını altüst etmesiyle hem filmin ABD’de gösterilmesinin hem de herhangi bir yeniden çevrim imkânının önü tamamen kapanmış. Çeşitli uluslararası film festivallerinde övgüyle karşılanan Game Over, Fransa’da gösterime girdiğinde pek fazla dikkat çekmemiş ve bir hafta sonra gösterimden kaldırılarak video raflarındaki yerini almış. İşin ilginci video satış ve kiralamalarında altı ay boyunca zirvede kalan film, ünü Fransa sınırlarını pek aşamasa da kült statüsüne ulaşmış. Game Over, 1980’li yılların aksiyon filmlerine bir çocuğun gözünden bakmayı deniyor. Die Hard ya da Rambo gibi filmlere hayran olduğu anlaşılan Thomas’ın, şatoya benzer devasa evin her tarafını çeşitli tuzaklar, gizli geçitler ve annesinin bile bilmediği özel oyun odası gibi envaiçeşit çılgınlıkla bezediği (ve katille mücadelesinde her birinden fazlasıyla faydalandığı) görülüyor. Genel yapı (ve küçük bir çocuğun eve giren yabancıyla mücadele şekli gibi kimi detaylar) itibarıyla birbirine çok benzeyen iki filmden Home Alone komediye yakın dururken, Game Over korku türüne daha fazla yanaşmayı tercih ediyor.
Blue Sunshine (1977): Kısıtlı sayıdaki her filmiyle korkuseverlerin gönlünü çelmeyi başaran Jeff Lieberman’dan müthiş bir “bad trip” filmi. 1960’lı yılların sonunda “blue sunshine” olarak adlandırılan LSD türevi uyuşturucuyu kullanmış olanların, aradan 10 yıl geçtikten sonra saçları dökülmekte ve her biri psikopat birer katile dönüşmektedir. Zalman King’in canlandırdığı Jerry Zipkin, haksız yere suçlandığı bir cinayet sonrasında adını temize çıkarmak için “blue sunshine” ile işlenen cinayetler arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmak zorundadır. Blue Sunshine, 1960’ların “dünyayı değiştireceğiz” sloganına sıkı sıkıya bağlı idealist gençlerinin, 1970’lere gelindiğinde “gerçek hayat” duvarına toslamalarına ve sistemle entegre olma pahasına yaşamaya devam etme tercihlerine odaklanıyor. Gençlik ideallerinin, yetişkinliğe geçiş sonrası dönüşümünü teraziye koyan film, aslında insanda onulmaz yaralar açması (ve belki de insanı çıldırtması) gereken değişimlerin, nasıl bu denli yumuşak geçişle atlatılabildiğini sorguluyor.
Case for a Rookie Hangman (1970): Daha çok yazdığı senaryolarla öne çıkan Pavel Juracek, yönettiği ikinci uzun metraj film olan Case for a Rookie Hangman ile Çek Yeni Dalga akımının en önemli filmlerinden birine imza atmıştır. Jonathan Swift’in Gulliver’s Travels adlı eserinin üçüncü kitabının 20. yüzyıla adapte edilmiş serbest bir uyarlaması olan filmde, Franz Kafka ve Lewis Carroll’ın bariz etkileri de görülür. Envaiçeşit sembol ve işaret kullanarak Çekoslovak toplumunu sözünü esirgemeden eleştiren sürrealist film, sadece iki ay kadar gösterimde kaldıktan sonra yasaklanmış, Juracek’in de bundan sonra film çekmesine izin verilmemiştir. Yönetmen ise filmini şu sözlerle özetliyor: “Mantığın bozguna uğratıldığı bir dönemde yaşıyoruz ve bu kargaşa içinde akıl anlamını yitirmiştir.”
Revolver (1973): Monza Hapishanesi müdürü Vito Cipriani’nin karısı kaçırılır ve karşılığında mahkûmlardan biri olan Milo Ruiz’in el altından serbest bırakılması istenir. Vito, istenenleri yapar ama işler planlandığı gibi gitmez. Karısını ne pahasına olursa olsun kurtarmak isteyen Vito, Milo ile iş birliği yapmak zorunda kalır. Bilhassa Vito rolündeki Oliver Reed’in döktürdüğü, Milo rolündeki Fabio Testi’nin de elinden geldiğince ona eşlik ettiği Sergio Sollima filmi, klasik ‘buddy cop’ filmi formatında ilerliyor. Son düzlüğe gelindiğindeyse film boyunca etrafa serpiştirdiği siyasi ve sosyal eleştirilerini –biraz didaktik formda olsa da- art arda bombalayarak farkını ortaya koyuyor. Benzer filmlere nazaran daha ayakları yere basan finali ise sistemin toplumsal ve kişisel ahlakı dönüştürme arzusundaki kararlılığın altını çiziyor.
The Twonky (1953): Sahibi için yalnızca bir televizyon olmayıp aynı zamanda temizlik yapan, bulaşık yıkayan, onun sağlığını en ince ayrıntısına kadar düşünen ama zorbalığıyla da kök söktüren bir makineyi anlatan The Twonky, 50’li yılardan harika tuhaflıkta bir film.
Cannonball (1976): Politik taşlama başyapıtı Death Race 2000’ın yönetmeni Paul Bartel’in bir sonraki filmi olan Cannonball’da başrolde yine David Carradine var. 70’li yıllarda ABD’yi baştan başa geçerek yapılan yasadışı Cannonball Baker yarışları, yıldızlar geçidi olan Cannonball Run filmlerine konu olmuştu. Bir de bu resmi olmayan yarışın resmi olmayan filmleri var. Cannonball da bunlardan biri. (Cannonball adı yarışın değil başkarakterin lakabı olarak yer alıyor.) O yılların güzel araçlarına ve bunların hunharca hurdaya dönüp patlayarak havaya uçmalarına tanık olma keyfi sizi bekliyor. Kısacık rollerinde Martin Scorcese ve Sylvester Stallone’nin iki mafya elemanını oynadığı ve Paul Bartel’in canlandırdığı karakterle birlikte tavuk yerken iş konuştukları bir sahnesi de var.
Alice Ou La Dernière Fugue (1977): Sylvia Kristel’in başrolde olduğu bu tedirgin edici filmde, artık tahammül edemediği 5 yıllık kocasını terk eden Alice’in başına gelenler anlatılıyor. Arabasına atlayıp bir bilinmeze doğru yola çıkan Alice, pek de harikalar diyarına ulaşmış gibi görünmüyor. Claude Chabrol’un Alice gibi bizi de gerip gerip sıkıntılara sokarak muradına erdiği bir Alice Harikalar Diyarında uyarlaması.
Le Big-Bang (1987): Yanlışlıkla başlayan 3. Dünya Savaşı sonrasında dünya bu kez Amerika ile Sovyetlerin birleştiği erkeklerden oluşan USSSR ve kadınların oluşturduğu Vaginia adlı iki düşman ülkeye bölünmüştür. Picha lakaplı Belçikalı karikatürist ve animatör Jean-Paul Walravens’in 3 uzun animasyon filminden sonuncusu olan Le Big-Bang, sanatçının bütünüyle erotik, zaman zaman kanlı ve kışkırtan tarzının tüm özelliklerini içeren bir yetişkin çizgi filmi.
Eurovision Song Contest: The Story of Fire Saga (2020): Eksiğine fazlasına pek takılmazsanız şu kaygı ve ıstırap dolu günlerde bu film size çok iyi gelebilir. En azından Eurovision’un tüm coşkusunu yansıtan sahneleri, dilinize takılacak harika şarkıları, İzlanda manzaraları ve elfler sizi pişman etmeyecektir. Ama özellikle Rachel McAdams’ın, hayatını komediye adamış Will Ferrel’dan çok daha komik olmayı başarıp komedi ve dramayı ustaca kaynaştırarak akranlarına meydan okuduğu deha dolu oyunculuğundaki ayrıntıları görmelisiniz. (İki elinize aynı içecekten birer tane alarak izlemeniz uygun olandır.)
Koya No Toseinin (The Drifting Avenger, 1968): Ünlü Japon yönetmen Junya Sato’nun yönettiği, Ken Takakura’nın başrolünü üstlendiği Koya No Toseinin, yönetmenin sinemasında ayrıksı bir yere sahip. Kariyerinin başlarında Yakuza filmleriyle tanınan Sato, bu filmle “Udon Western” türünde bir filme imza atmış. Ailesini öldüren haydutlardan intikam alan yalnız silahşör anlatısı üzerinden ilerleyen film, kendine kahraman olarak vahşi batıya yerleşmiş yaşlı bir samurayın oğlunu seçiyor. Altıpatlarları ve samuray kılıcını kuşanan Ken, çölleri, yabancıların sevilmediği tavernaları ve büyükbaş hayvan çiftliklerini aşarak anne ve babasının intikamını alıyor. Filmin ilginç bir özelliği, Japonya-Avustralya ortak yapımı olması ve tüm dış sahnelerin Avustralya’da çekilmesi. Beyaz kovboyları Japonca dublajlı ve İngilizce altyazılı izlemek de bu ilginç deneyime katkıda bulunuyor.
Witches, Faggots, Dykes & Poofters (1980): One in Seven Collective tarafından hazırlanan bu 43 dakikalık belgesel, Avustralya’da Gay ve Lezbiyen hakları mücadelesinin tarihi hakkında benzersiz bir kaynak. Gay ve Lezbiyen bireylerin tarih boyunca gördükleri baskıların kısa bir özetiyle başlıyor belgesel. Ardından, Sydney’de 1978’de ilki gerçekleşen Gay and Lesbian Mardi Gras yürüyüşünden ve polisle yaşanan çatışmalardan görüntülere yer veriyor. Bu yürüyüşe katılmış kişilerle yapılan röportajlar ve o dönemde gerçekleşmiş forum tartışmalarıyla sorunun derinliklerine iniliyor. Heteronormativizmin de kapitalizm gibi bireyi kontrol altına almak isteyen bir ideoloji olduğunun altı çiziliyor ve mücadele vermeden hakların kazanılamayacağı vurgulanıyor.
Autoluminescent (2011): 2009 yılında hayatını kaybeden Avustralyalı müzisyen Rowland S. Howard hakkında Lynn-Maree Milburn ve Richard Lowenstein imzalı bir belgesel. Nick Cave’in Bad Seeds öncesi grupları Boys Next Door ve The Birthday Party’nin kilit isimlerinden olan Rowland S. Howard, benzersiz gitar stiliyle ve ciğer dağlayan sesiyle post-punk sound’una damgasını vurmuş bir deha. Howard’ın bir şarkısından ismini alan bu belgesel, Howard’ın müzik kariyerinin erken günlerinden ölümüne kadar süreci arşiv görüntüleri ve yakınları ve eski grup arkadaşlarıyla röportajlar üzerinden anlatıyor. Gece geç saatte izleyip efkarlanmak için birebir.
Murder in the Front Row (2019): 1980’ler San Francisco Bay Area Thrash Metal sahnesinin doğuşunu ve gelişimini anlatan Adam Dubin imzalı belgesel. Metallica, Megadeth, Exodus, Slayer, Anthrax, Testament, Death Angel, Machine Head vb. grupların üyeleriyle yapılan röportajlar ve o erken dönemde bu grupların üyeleriyle arkadaş olmuş kişilerin anılarıyla zenginleştirilmiş, eğlenceli bir hikaye. Thrashçiler kaçırmaz zaten ama garajlardan stadyumlara geçen Metallica’nın hikayesi de tüm müzikseverlere ilginç gelecektir.
The Vast of Night (2019): Andrew Patterson adlı 38 yaşındaki Amerikalı bir yönetmenin ilk filmi olan The Vast of Night, 1950’lerin siyah beyaz bilim kurgu filmlerine modern bir yorum getiren bir yapım. New Mexico’da, küçük bir kasabada bir radyo sunucusu olan Everett ve arkadaşı Fay’in gizemli bir radyo sinyalini araştırmaya başlamalarıyla kendilerini bir UFO gizeminin ortasında bulmaları bir oluyor. Siyah beyaz, kara atmosferi ve yavaş yavaş tırmanan gerilimiyle usta işi bir film. Düşük bütçeli, fakat kült olma kapasitesi olan bilim kurgu filmlerini sevenler için.
Yojimbo (1961): Her ikisinin de dönemsel türler olması sebebiyle samuray filmleri ve westernler birbirini etkilemiş. Belki de bu yüzden Yojimbo’yu izlerken kalburüstü bir western izlediğinizi hissediyorsunuz. Peki, 60 yıllık siyah beyaz bir filmi izlemek nasıl derseniz, cevabım “saygı uyandırıcı” olur. Film döneminin o kadar ilerisinde ve koyduğu kurallar bugün bile o kadar çok geçerli ki, “yaşlanmış”tan çok “yıllanmış” kelimesi daha uygun.
Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak, 1998): Sinemalarda kaçırdığım, sonra bir an önce izleyeyim diye Türkiye’de olmayan DVD’sini Almanya’ya giden bir arkadaşıma ısmarladığım, sonra da 20 yıldan uzun bir süre boyunca açılış sahnesinden öteye geçemediğim film. Çünkü Spielberg benim çocukluğumda hayal gücünün kalesiydi. Saving Private Ryan ise Spielberg’in tercih ettiği türler açısından keskin bir değişimi simgeliyordu ve bunu kabullenmek istemiyordum. Nihayet vasatlık abidesi The BFG ve Ready Player One’dan sonra anladım ki o kale yerle yeksan olmuş artık. Neyse ki Ryan hayal kırıklığına uğratmadı.
Deadwood (2004-2006, 2019): Tarihi kurgu yazarken en zor şey gerçeklere bağlı kalmakla hikâyeleri ilginç kılmak için yaratıcı ehliyetinizi kullanmak arasındaki dengeyi kurmak. Deadwood’da Amerikan tarihine kurgusal karakterler, olaylar ve ilişkiler eşlik ediyor. Bazı ilişkiler hem çok iyi işlenmiş, hem de karakteri zenginleştirmek için bir fırsat olarak kullanılmış (Al’la Jewel arasındaki ilişki gibi). Beni bayan tek şey, Robin Weigert’in şahane oyunculuğuna rağmen üç sezon boyunca yiğitliğe krem sürdürmemek için kendisine yardım eli uzatanlara ana avrat dümdüz giden Calamity Jane oldu. Tek numara bilen köpek gibi.
Crazy Rich Asians (Çılgın Zengin Asyalılar, 2018): Kariyerine dans filmleriyle başlayan, oradan aksiyona geçen John M. Chu, değişik sulara açılmaya çalışıyor. Oldukça standart bir romantik komedi bu ve büyük ihtimalle daha fazla film izlemiş olsaydım bu listeye giremezdi ama Crazy Rich Asians, pek çok şeyi doğru yapan bir film. Özellikle finali, olacakları önceden tahmin etseniz bile tatmin edici. Bir Öteki Sinema listesine yakışmıyor belki ama türü sevenler için doğru adres.
Death Wish (Yara, 1974): Büyük ihtimalle çocukken izleyip unuttuğum Death Wish, tipik bir 70’ler filmi. Pek çok şeyi doğru yapsa da daha modern filmlerle kıyaslandığında aklınızda beliren bir “hamlık” kelimesi var. Yine de temasını gerçekten tartışmaya açacak kadar etkileyici. Bunda karakterleri yazarken verilen doğru kararlar kadar hiçbir şey olmuyormuş gibi görünen sahnelerdeki olayların sonradan hikâyenin akışını değiştirmesini sağlayan doğal yazım tarzı da etkili. Bronson karizmatik, Jeff Goldblum’un sinek hali konusunda ise yorum yok.
2020, X,Y ve şu muhteşem (sanılan) Z kuşağının en tuhaf yılıydı. Mart ayında eve kapanıp film izlemek pek keyifliydi ancak şu sıralar odaklanma problemleri yaşıyorum. Pandemik iklim sandığımızdan uzun sürdü ve ben yakıtımı tükettim. Bu Eylül ve Ekim aylarında festivalleri takip ettiğim dönemde hayatın normalleşeceğine inancım devam ediyordu. O yüzden tavsiyelerimin çoğunu festivallerden vereceğim. Bu filmlerin hepsinin kusurları var, hiçbirini çok sevdiğimi söyleyemem ama onları izlerken çok mutluydum.
Alis Ubbo (2018): Alis Ubbo, 15. Uluslararası Safranbolu Belgesel Film Festivali jürisinde görev alırken izlediğim, kitle turizmi eleştirisi yapan bir belgesel ve pek çok açıdan İstanbul’a benzettiğim Lizbon’u başkarakter yapıyor. Paulo Abreu, Arjantin’deki ekonomik krizin ardından yeniden canlanmaya başlayan şehrin kentsel peyzajında son iki yılda yaşanan değişimi ironik bir şekilde takip ediyor. Belgeseli izledikten bir süre sonra İstiklal caddesinde dolaşırken izlerken hissettiğim duyguyla doldum ve bu iyi bir deneyim değildi. Şehirler, turistler için değişiyor ve yaşanılmaz yerler haline gelip samimiyetsiz ucuz kartpostallara dönüşüyorlar. Alis Ubbo, tüm bunları seyirciye geçirmeyi deniyor ve başarıyor.
Gölgeler İçinde (2020): Erdem Tepegöz 2012 yılındaki ilk uzun metraj filmi Zerre’yle beni koltuğa mıhlamıştı. Yine aynı şeyin olmasını bekliyordum, hele de festival ön jürilerinin sevmediği bir türde, bilim kurgu alanında eser verdiği için umudum daha da artmıştı ancak Gölgeler İçinde’de aradıklarımı tam anlamıyla bulduğumu söyleyemem. Çok başarılı bir mekân kullanımı ve distopyanın etkisini seyirciye güçlü bir şekilde geçiren görüntü yönetmenliği filmin artılarından ancak hikâye süreye ve görselliğe yetmiyor. Galip Tekin’in tuhaf hikâyelerini ya da okumayı çok sevdiğim Frankofon bilim kurgu çizgi romanlarını hatırlatan Gölgeler İçinde’de, ilkel bir teknolojiyle yönetilen bir fabrika bölgesinde, emirlere ve kameraların takibine boyun eğerek köle gibi çalışan bir grup işçiden birinin bu kontrole karşı çıkıp sistemi sorgulamasını izliyoruz ancak senaryonun muğlak bıraktığı çok şey var. Gölgeler İçinde, tür sinemasının festivallerimize giriş yapması açısından önemli ve aldığı ödüllerle, bu alanda üretim yapmak isteyen başka sinemacıları da heveslendirecek bir işe dönüşmek üzere.
Gelincik (2020): Küçük bütçeli bir atmosfer sineması deneyimi olan Gelincik, her şeyden önce gişe sinemacılarının istediğinde taş gibi “festival filmi” çekebildiğini ispatlıyor. Psikolojik gerilim Gelincik, 90’lı yılların siyasi atmosferinde ve faili meçhullerin gölgesinde gelişiyor. Gelincik ilk sahnesinden itibaren seyirciyi tutan ve finale kadar bırakmayan karanlık bir film. Keşke daha çok bütçesi olsaydı. Bu yıl, Kar Kırmızı’da da karşımıza çıkan ve cepten oynayan Ahmet Mümtaz Taylan, burada senaryoya inanmış bir performans veriyor. 80’ler şöhreti Eray Özbal’ı izlemek de çok zevkliydi.
Mank (2020): İzlediğimiz neredeyse her filmin, başka bir film olma potansiyeli taşıyan bir çekim hikâyesi vardır. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan Yurttaş Kane’in senaryo yazım süreci, Mank’in hikâyesini oluşturuyor. Filme adını veren Mank yani Yurttaş Kane’in senaristi, dâhi Herman J. Mankiewicz yorumu harika ama bu sadece bir oyuncu filmi değil. David Fincher’ın babası Jack Fincher’ın yazdığı senaryodan çektiği bu siyah beyaz şaheser yılın en keyifle izlenen filmlerinden biri… Dönemin sinema insanlarının güçlü portrelerini izlemek müthiş hissettiriyor. Bunlardan da hikâyesinin ayrıca filme çekilmesi gereken Irving Thalberg gibi isimler var. Kendisi, Mank’ta Louis B. Mayer’in sağ kolu olarak görülüyor, ancak mizacı patronundan çok farklı. Böyle onlarca portre içeren güçlü ve gösterişli bir seyirlik Mank ve bittiğinde devam ediyor, filmin ardından günlerce süren bir araştırmayla sonuçlanıyor. Harika!
Da 5 Bloods (2020): Da 5 Bloods, bir sandık altını ve onunla birlikte gömdükleri arkadaşlarının kemiklerini ülkeye geri getirmek için yıllar sonra Vietnam’a giden arkadaşların hikâyesini anlatıyor. Aslında, 80’lerde sinemalarımızdan eksik olmayan sonra da videocuların raflarını işgal eden bir alt türün içine, terk edilmiş bir lunaparka girer gibi girip eğlenen ve oradaki her yere elindeki sprey boyalarla içinden geleni yazan/boyayan bir grafitici gibi girmiş Spike Lee. Yönetmen, ortalama Netflix izleyicisine duygusal bir soygun dramasını aksiyon sosunu da kepçeyle koyarak izletiyor ama daha ince bir izleme deneyimine sahip olanlar için bambaşka bir film çekmeyi de ihmal etmiyor ki bu zaten hep yaptığı şey. TV filmi estetiğine yakın duran 158 dakikalık Da 5 Bloods, bu türe özel ilgisi olmayanları sıkabilir ama benim gibi 80’ler çocuklarının eninde sonunda bağrına basacağı bir iş olmuş. Müzikal teması bile Rambo filmlerini hatırlatıyor.
Derya Gülü (1979): Erhan Tuncer’in bir çırpıda okunan kitabı Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam’da altını çizdiğim filmlerden biri Derya Gülü. Aynı zamanda Yeşilçam’ın en önemli figürlerinden İhsan Yüce’nin sayılı başrollerinden olan film, benim için yılın en önemli keşiflerinden.
Central do Brasil (Central Station, 1998): Orta yaşlı yalnız bir kadın ile kimsesiz bir çocuğun arayış içindeki yolculuğunu merkezine alan Central do Brasil, klişe gibi görünen konusunun ardından filizlenen realistik duruşuyla fark yaratırken, samimiyetiyle de bam teline dokunmayı es geçmeyen bir yol filmi.
Kolay Para (2002): Hâlihazırda dahi içinde olduğumuz karantinanın başlarıydı. Yerli sinemada es geçtiğim filmleri ararken çıkmıştı Kolay Para karşıma. Nazarımda artık tam bir gizli hazine olan film, kolay yoldan zengin olma uğraşını absürt mizahıyla ele alırken, Türkiye gerçeklerine parantez açmasıyla da değerlenen bir anlatı.
La trinchera infinita (The Endless Trench, 2019): Ölümden kaçmak için 30 yıl boyunca kendini bir hücreye hapseden Higinio’nun hayatından senaryolaştırılan La trinchera infinita, klostrofobik anlatımının yanı sıra özgürce aldığımız her nefesin değerini gözler önüne sermesi hasebiyle de hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir film.
Sala samobójców. Hejter (The Hater, 2020): Sosyal medyanın manipülatif yönü bir insanı, hatta bir ülkeyi uçurumun kıyısına getirebilir mi? Tüm bu sorulara tokat gibi gerçekçiliği ile cevap veren Sala samobójców. Hejter, yılın en iyileri listesine tepeden girecek kadar güçlü bir iş.
Burada 2020 yılında izlediğim “keşif” diyebileceğimiz filmleri paylaşmak istedim, bu yüzden 2019-2020 senesine ait hiçbir filmi listeye almadım. 2020’nin en iyilerini görmek isteyenleri yılın sonuna doğru sosyal medya hesaplarıma davet etmek isterim.
Hit! (1973): Eğer Billy Dee Williams ve Richard Pryor, French Connection’da başrol alsaydı ne olurdu diye merak ediyorsanız, durun! Artık merak etmenize gerek yok, çünkü ortada Hit! var. Billy Dee Williams bir federal ajan ve kız kardeşi eroine kurban gidince, tamamiyle sistemin dışına çıkıp, Marseille’deki uyuşturucu ağını çökertmeye karar veriyor ve bunun için bir takım kuruyor. Richard Pryor, eski bir Navy Seal tarzı asker, yaşlı bir Nazi avcısı çift, Fransız bir fahişe ve bunlar gibi bir sürü kişiyi ikna veya şantaj ile yanına alarak, sonu karanlık bir yolculuğa çıkıyor. Hem şiddetli, hem çok rahatsız edici, Hit! Unutulmuş olması gerçekten üzücü ama yeni bir Blu-Ray umarım bunu değiştirecek.
Child’s Play (1972): Hayır hayır, Chucky değil. James Mason, Robert Preston ve Beau Bridges’i başrollerde gördüğümüz bu film, Sidney Lumet imzalı bir tiyatro oyunu adaptasyonu ama ne oyun! Beau Bridges, beden öğretmeni olarak yıllar sonra döndüğü okulunda kendini eski iki öğretmen arasındaki akıl savaşının ortasında buluyor ama bu savaş yavaş yavaş kendini okulda fiziksel şiddet olarak göstermeye başlayınca, işler raydan çıkıyor. Erkek şiddetinin şahane işlendiği bu huzursuz atmosferli film, son 20 dakikası ile insanın içine korkuyu işleyip, sinemaya damgasını vuruyor.
Il mostro di Firenze (The Monster of Florence, 1986): Geç dönem giallo sınıfına giren Floransa Canavarı adlı bu 80’ler filmi, ilhamını Floransa’da 1968-1986 yılları arasında cinayetler işleyen bir seri katil ya da katillerden alıyor. Gerçek iki cinayetin dramatizasyonu ile açılıp kapanan film, çoğunlukla katil hakkında bir kitap yazan bir yazarın varsayımlarını gösteriyor ve sanatçı ve suç ile ilgili çok ilginç sorular soruyor. Aynı zamanda inanılmaz bir sinematografi ile göz dolduran, unutulması çok yanlış ve mutlaka yeniden giallo sözlüğümüze alınması gereken bir film. Aynı yıl çekilen The Killer Is Still Among Us ise aynı katilden ilham alıp New York Ripper gibi uç ‘sleaze’ noktalara giden bir yapım ve tavsiyem, ikisini arka arkaya keşfetmeniz.
Bugie rosse (The Final Scoop, 1993): Giallo’nun revaçtan düştüğü zamanlarda ortaya çıkan, merceğini İtalya’nın underground gay sahnesine çeviren, inanılmaz cinayetlerle örülü bir giallo olan Bugie Rosse, mutlaka keşfedilmesi gereken bir film. İtalya’nın ‘cruising’ sahnesine hiçbir art niyet olmadan yaklaşabilen bu film, gay stereotiplere düşmeyerek ortaya zengin bir örgü çıkarıyor.
Mystere (1983): Eskort olan Mystere’ye odaklanan bu 80’ler bazlı giallo, Mystere’nin kendini bir cinayet ve korku çemberinde bulması ile gelişen olayları anlatıyor. Hem kostümler olsun, hem dekorasyon ve lokasyon olsun, her anlamda görsel olarak bütün kafalardaki önyargıları yıkan bu heyecanlı film, gizemli katili ve ilginç cinayet yöntemleri ile de bir giallo olduğunu hiç unutmuyor.
Safari (2016): Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl, “Safari” (2016) isimli filmiyle Namibya’da bulunan bir “konserve av” sahasında yaşananlar üzerinden “avlanma” gerçeğinin ardındaki türcü söylemi didik didik etmeyi başarıyor. Parası olan ve “avlanmak” için Afrika’ya giden Avrupalıların “nyala, blesbok, impala, eland, zebra, zürafa, geyik vb.” gibi, rüyalarında bile göremeyecekleri hayvanlara uyguladığı vahşeti gözler önüne seren bu çarpıcı filmi izlemenin hayli zor olduğunu söylemeliyim. Film, “avlanacak” olan yaşlı bir karı-kocanın “öldürecekleri” hayvanların “bedelini” konuştukları bir sahne ile başlar. Kadın, elindeki bir broşürden görüp beğendiği ve öldürmek istediği hayvanın adını okurken, adam da başka bir broşürden o hayvanın “fiyatını” söylemektedir. “Beyaz adamın” elinden kurtulamayan Afrika’nın dramını işleyen ve yönetmenin “Paradise: Liebe” (2012) isimli filmi ile büyük benzerlik gösteren filmdeki bu karı-kocanın, paraları ve silahları olduğu için canlarının istediği her şeyi yapabileceklerini düşünen bir zihniyetin tipik temsilcisi oldukları söylenebilir. “Güzel, genç ve zayıf” olmadıkları için “zamanın ruhuna” uyum sağlayamayan ve ülkelerinde kendileri ile “sevişecek” erkek bulamayan “çirkin, yaşlı ve kilolu” kadınların, genç erkek “satın almak” için Kenya’ya gitmelerini anlatan “Paradies: Liebe” filmi “seks”, “Safari” filmi ise “av” turizminin iğrenç ve karanlık yönünü belgeler.
Au Hasard Balthazar (1966): Kapitalizmin bizlere neler yaptığını bir kadın ve bir eşek üzerinden anlatmayı başaran ve Godard’ın “bir buçuk saate sığdırılan bir hayat” olarak tanımladığı bu muhteşem film, hayatlarımızdan çekilip alınan sevgi, merhamet ve dayanışma yerine “paranın” konduğu kapitalist zihniyetin yıkıcılığını göstermeyi başarırken, olağanüstü finaliyle de mücadele etmeyi beyhude kılacak bir kurtarıcı bekleme fikrini paçavraya çevirir.
Ixcanul (2015): Bu yıl o kadar az film izledim ki, Murat Kızılca’nın tavsiyesiyle izlediğim “Ixcanul” yılın gerçek keşfi oldu diyebilirim. Bizleri Guatemala’nın bir köyüne götüren film sevgi, yoksulluk, egemen güçlerin baskısı, daha iyi bir geleceğe duyulan umut ancak bu umudun her aşamada sömürülmesi gibi evrensel konuları ustalıkla işlemeyi başarıyor. Bu filmleri izledikçe insanlığa, sevgiye ve dayanışmaya duyduğum ümidim artarken, film çekmeyi salt paraya indirgeyen ülkemiz sinemacılarının kendi hezeyanlarını anlatma çabasından da o kadar utanç duyduğumu söylemeliyim.
Kız Kardeşler (2019): Kültür endüstrisi filmleri daima mutlu sonla biter. Bu filmler, gerçek hayatta ne olursa olsun anlattığı her şeyi manipüle eder ve her hikâyenin mutlu sonla bitmesini sağlar. Filmleri bir kaçış olarak sunan, seyirciyi hayatın zorlu gerçeklerinden uzaklaştıran ve hastalıklı bir katharsise yol açan kültür endüstrisi ürünlerinin sunduğu, aslında gerçeklik değil, ideolojidir. İdeolojinin yeniden üretimi de sinemanın görselliği ve düşünmeye fırsat vermeyecek hızlı kurguyla yerine getirilir. Heyecanlanan seyircinin, ideolojinin yeniden üretildiğini anlamasına fırsat verilmeden kabullenmesi sağlanır. Filminde mutlu sona değil ölüme yer veren Emin Alper, bireysel kurtuluşun olmayacağını vurgulayarak en azından seyircinin düşünmesine yol açmayı hedeflemiştir, düşüncesindeyim.
Snijeg (2008): Bosna-Hersek’in en iyi filmi olduğunu düşünüyorum. Günlerce etkisinden çıkamadım, hâlâ da unutamıyorum. Zaten unutmak istediğim de yok. O köyde olduğumu, terk edilmiş evlerin arasında dolaştığımı, köydeki yıkılmış camiye gittiğimi, turşu kuran Alma’ya yardım ettiğimi, çocuklarla oyunlar oynadığımı hayal ediyorum. Çaresizliğe düşen Alma’ya “Allah her şeyi görür” denilir ve “Bunu asla unutmaması” istenir. Allah’tan başka sığınacak kimsesi kalmayanlara başka ne denilebilir ki… Ben de yıllar önce, bana “savaş bitti” diyen arkadaşıma şöyle demek isterdim. “Hani savaş bitmişti, acılar hâlâ duruyor, hiçbir şey bitmemiş.”
Sanırım çocukluğumun hatırlayamadığım yıllarını saymazsak 2020 yılı sinemaya gitmediğim ilk yıl oldu. Hatta son sinemada seyrettiğim şey bir film bile değil, Metallica S&M 2’nin özel gösterimi. Bu garip yılda bol bol eski filmleri seyrettim, aklımdaki dizileri bitirdim. Bu yüzden seçkide bir diziye de yer veriyorum.
The Mandalorian (2019- ): 2019’da başlayan ilk sezon sonrası geçtiğimiz hafta sona eren ikinci sezon ile Star Wars hayranlarının sevgisini haklı olarak kazanan The Mandalorian evrenin ana damarlarından kovboy filmleri ayağına kökten bağlılığı ile dört dörtlük bir yapım. Her bölüm maskeli kahramanımızın girdiği maceraları dört gözle bekler olduk. Finaldeki salvoyla da merakımızı iyice cezbetti. Bakalım daha neler göreceğiz.
Le Samouraï (1967): Kiralık katil janrının önemli yapı taşlarından Samuray’ı sonunda izleyebildim. Jean-Pierre Melville’in yönettiği 1967 yapımı film, Alain Delon’un yakışıklılığının yanında renk ve atmosferi ile de gerçeküstü bir yerlere savruluyor. Sanki her açısı uzun uzun oturup düşünülmüş bir suç dünyasına adım atıyoruz. İzlerken de bir yandan Mandalorian’ı bir yandan John Wick’i nasıl etkilediğini düşünüyoruz.
À bout de souffle (Breathless, 1960): Fransız sinemasını tararken tabii ki Jean-Luc Godard’ın yönettiği ve François Truffaut’un senaristliğini üstlendiği 1960 yapımı À bout de souffle’u es geçemezdim. Jean-Paul Belmondo ve Jean Seberg’in ekranı aşan kimyası ile farklı bir suç filmi izliyoruz. Erken ve gizemli bir şekilde “hayatına son veren” Seberg’in büyüsü için bile izlenir.
Punch-Drunk Love (2002): Geç izlediğim filmlerden biri de Paul Thomas Anderson’un yönettiği ve en yetenekli gıcık Adam Sandler’ın şov yaptığı Punch-Drunk Love oldu. Uncut Gems’in ardından şans vermek için izlediğim filmde fazla Adam Sandler dozundan dağılsam da Anderson’un sinemasını bir kez daha ne kadar sevdiğimi hatırladım.
Dead & Buried (1981): Şans eseri Tubi’de rastladığım 1981 yapımı Gary Sherman’ın yönettiği film, küçük bir kasabada gelen turistlerin kaybolması üzerine polisin harekete geçmesi ile başlayıp 15-20 yıl sonra sinemanın aşina olacağı şekilde bir sürpriz son ile kapanıyor. Alien’ın senaryosuna imza atmış Ronald Shusett ve Dan O’Bannon gibi iki usta senaristin hikayenin arkasında olmasının ve sinema tarihinin en iyi efekt ustası Stan Winston’ın filme büyük katkısı var.
El hoyo (The Platform, 2019): Sosyal düzeni, kast sistemini, sınıflar arasındaki adaletsizliği, toplumsal statükoyu, yönetim biçimlerini, insan doğası ve sınırlarını ve daha pek çok konuyu alegorik bir anlatıya sığdıran bir film El hoyo. Böylesine kozmopolit kavramları olağanüstü bir öykü, kurgu ve görüntüler eşliğinde anlatmayı başarabilmiş olması ise filmi şimdiden kült mertebesine taşıyor.
Cesta do praveku (Journey to the Begining of Time, 1955): Keral Zeman’ın dünyasını keşfetmek için izlenebilecek en iyi filmlerden biri olduğu için değil; aynı zamanda yarattığı stop-motion eserlerin kendinden sonrakilere ne denli esin kaynağı olduğunu anlamak için de önemi haiz bir film. Ayrıca çocukların çıktığı maceralı yolculukları anlatan hikâyeleri sevenlerin de kaçırmaması gereken bir film. (Bu vesileyle dört çocuk karakterin post-apokaliptik bir dünyadaki sergüzeştini anlattığı Can Evrenol’un 2019 tarihli Peri: Ağzı Olmayan Kız filmini anmadan geçmeyelim!)
Color Out of Space (2019): Uzaydan gelenin, bilinmeyenin hikâyesini ele almak zordur. Bu anlatılarda senaristin ve yönetmenin uğraştığı belki de en büyük zorluk, “tekinsiz” olanı anlatmaya çalışmaktır. Bilinmeyen ise çevresini etkisi altına almaya başladığında gerilim yüklü bir hikâyeyi de beraberinde getirir. Bir benzerini Annihilation filminde bulmak mümkündür ve Annihilation’u sevdiyseniz bunu da seveceksiniz demektir.
Eli (2019): Çocukları merkezine alan hikâyeler ve bunları anlatan filmler çoğunlukla korku türünün en çok izlenenleri arasına girmeyi başarabilmiştir. Kimi zaman korkunun kaynağı, kimi zaman da mağduru olmuşlardır çocuklar. Eli ise bu alt türü farklı şekilde yorumladığı için izlemeye değer bir örnek olarak gösterilebilir.
Overlord (2018): Melez anlatı türleri ve farklı konular bir araya geldiğinde çoğu zaman anlatı sorunları ortaya çıkar. Böyle durumlarda doğru formülü yakalamak çoğu zaman mümkün olmaz. Ancak Overlord korku, gizem ve bilimkurgu janrını; Nazi Almanya’sı, bilimsel deneyler, zombi ve savaş gibi farklı konular ile harmanlamasını başarabiliyor.
Cadı Üçlemesi 13+ (2019): Bu filmi izleme şansını yakalamak, pandemi döneminin yegâne güzel getirilerinden biri oldu benim için. Ceylan Özgün Özçelik; gözlerinizi kolay kolay ayıramayacağınız, soluğunuzu alıp da vermeyi unutacağınız karanlık bir masal, bir girdap yaratmış. Hissi tam olarak şuydu: Duvardaki alacalı bulacalı şekiller ile umacı insan yüzleri arasında mekik dokuyan bir örümcek…
The Invisible Man (2020): Universal Canavarları’na bayılırım. Zaten kim bayılmaz ki? Hele ki onların günümüze uyarlanmış ve yeniden yorumlanmış halleri olursa. Bana göre Görünmez Adam’ın bu versiyonu gerek kadın odaklı olması gerek yüksek gerilim dozajı bakımından görünmez olmaması gereken bir film. Elisabeth Moss’un göz dolduran oyunculuğu da 2020’de güzel hatırlayacaklarımdan biri olacak.
Geukhanjikeob (Extreme Job, 2019): Bir Güney Kore sineması meczubu olarak az kalsın bu listenin 5 maddesini birden Kore filmi yapacaktım ki aralarından Geukhanjikeob yani Extreme Job’u seçtim. Bu filmin seçilmiş kişi olmasının sebebine gelince: Absürt bir konuyu maceracı ruhla, dev heyecanla ve abartılı oyunculuklarla işlemişler. Çünkü Koreliler tırışkadan her şeyi o nefis soslarına bulayıp önümüze getirebilir ve bize beğendirebilirler.
Koko-di Koko-da (2019): !f İstanbul 2019’da izlemek isteyip de kaçırdığım, nihayet bu yıl izleyebildiğim bir film oldu. Tuhaf bir vodvil havasında geçmesi, sizi daracık bir zamanın içine sıkıştırması ve çocuk çizimlerini andıran teatral karakterleri ile tam bir freak show. Ama beni en çok etkileyen yanı travmatik yas teması oldu. Zaman döngülerinde keyfim kaçması gerekirken üzüldüm. Tıpkı bir müzik kutusunun eğlenceli değil, hüzünlü bir şey olması gibi.
Kamera Wo Tomeru Na! (One Cut of the Dead, 2017): Bazı şeyleri kimselerle paylaşmak istemezsiniz. O şeyler size özel kalmalı. Bu yüzden asla her zaman göz önünde olmayı istemezsiniz. Sizin arka bahçeniz vardır ve orada Narnia dolabı gibi bir dünya yaratmışsınızdır. Bu yer hem kaçıp sığındığınız hem kendinizle paylaşmaktan keyif aldığınız sırrınızdır. Bu yerde pek çok film, kitap, şarkı, hikâye bulunur. Bu film de benim için o özellikte. Keşfetmek isterseniz izlemek serbest.
Berlin Alexanderplatz (2020): Üç saatlik süresi ile başta gözünüzü korkutabilir. Ancak film kesinlikle sağlam hikâyesini akıcı bir şekilde anlatarak harika bir seyirlik karşımıza çıkıyor. Avrupa’daki festivallerde ses getiren film; bir göçmenin hayat mücadelesi vermek için girdiği yanlış yolda yaşadığı iç mücadeleyi aktarırken sadakat, hırs, aşk gibi kavramları size sorgulatmayı başarıyor.
Never Rarely Sometimes Always (2020): Defalarca anlatılmış bir konuyu tekrar seyretmek baştan bana çekici gelmemişti. Karşımda Lady Bird havasında bir film bulmayı beklerken muhteşem bir anlatım buldum. İleride de adlarını sıkça duyacağımızı düşündüğüm genç oyuncuların başarılı performansı eşliğinde baştan sona soluksuz seyrettim.
Jiang hu er nü (Ash Is Purest White, 2018): Uzak doğu sineması denildiğinde Çin sineması daima Güney Kore sinemasının çok gerisinde kalmıştır. Benim için bu film sadece Çin sinemasının değil, aynı zamanda Uzak Doğu sinemasının “En İyileri” içerisinde şimdiden yerini almayı başardı. Toplumların yaşadığı sorunlu değişim konusu ülkemizde de gündeme sıkça gelen bir konudur. Kül En Saf Beyazdır’da bu sorun “göze sokulmadan” anlatılırken, bir çiftin zamana yayılan sıra dışı epik ilişkisine tanıklık ediyoruz.
Drew: The Man Behind the Poster (2013): Günümüzün dijital dünyası el çizimi sinema afişlerini de öldürdü. 1970’lerde başlayıp, 1980’lerde zirve yapan çizim afişler geride ikonik görselleri de beraberinde bıraktı. Bir tarihin parçası olan bu çalışmalarda öne çıkan sanatçıların başında da Drew Struzan’ın çalışmaları yer almaktadır. Bu belgeselde sanatçının Star Wars, Indiana Jones, Back to The Future, The Thing ve daha onlarca çalışmayı nasıl ortaya çıkardığını yakından görüyoruz.
Dangerous Days: Making Blade Runner (2007): 1982 senesinde Ridley Scott yönetmenliğinde Blade Runner filmi sinemalarda gösterime girdi ve sessiz sedasız perdelerde izleyici ile buluştu. Sinema tarihinde gösterildiği dönemde hak ettiği değeri göremeyip, daha sonra bu seviyede kült olmayı başaran ve hak eden başka bir film olduğunu düşünmüyorum. Yapım aşaması öncesinden başlayarak Blade Runner filminin başından geçenleri üç buçuk saat süren bir belgeselde seyretmeye ne dersiniz? Mutlaka seyredin derim.
Kardeşim Benim (1983): Kariyerine belgesel çekerek başlayan Nesli Çölgeçen’in ilk sinema filmi. Çölgeçen’in filmin başrol oyuncusu Özcan Özgür’den esinlenerek yarattığı Can Öz karakteri, sinemamızda 80’li ve 90’lı yıllarda bolca işlenen ve günümüzde hâlâ etkisi süren uyumsuz, yalnız şehirli erkek tiplemesinin ilk örneği olmasa da -ki ilk örnek Ahh İstanbul’daki (1968) Haşmet İbriktaroğlu olsa gerek- işaret fişekçisi olsa gerek. Trajikomik bir hikâye, Özcan Özgür’den harika bir başrol performansı…
The Mangler (Mengene, 1995): Tobe Hooper’ın düşüşünün başladığı 90’lı yıllarda çektiği bir film. Bir Stephen King uyarlaması. Kimilerine göre Hooper’ın çektiklerinin en gore olanı ve en kötüsü. Gençlik dizilerinden fırlamış gibi duran yüzeysel tipler hatta karikatürize tipleri, vasat oyunculuklar, gözlük, takma kaş, lens ve makyaj yığını altında kalmışa benzeyen Robert Englund’u ile bu filmi keşif yapan ne mi? Her filmi biçim ve içerik açısından iki boyutta değerlendirirsek bu filmin nerden tutsanız elinizde kalan biçimine karşılık içeriğinde Stephen King’in hikâyesinden kaynaklandığı aşikâr olan sağlam diyalektiği göz ardı etmenin imkânı yok. Film, Kâr Hırsı-Kara Büyü ve Canavar Makine-Kapitalizm eşleşmeleriyle politik bir anlatıya dönüşüyor. Mealen “Bir parçasını makineye kaptıran insanlara dikkat edin. Makineden bir parça da onların içinde yaşar” şeklindeki mesaj, olayı tam olarak özetliyor. Kötü bir filmin derinliklerinde iyi bir alt metin bulmak, her zaman iyi bir filmin alt metninde kötü, çirkin ve hastalıklı bir şeyler bulmaktan daha iyidir.
Daha (2017): Sonuna kadar “Film nerede hata yapacak, soluğu nerede kesilecek acaba?” diye izlediğim bir film. O hataları yapmayan, güçlü soluğu sonuna kadar kesilmeyen sert, demir leblebi gibi bir film. Finale kadar izleyiciyi bir güzel hırpaladığı gibi sonunda da birazcık sıcaklık ve merhamet kırıntısı bekleyen izleyicinin karnına çok sıkı bir yumruk indirip yere yıktıktan sonra sırtını dönüp gidiyor. Bir mülteci dramı olmanın yanı sıra otoriterliğin nasıl bulaşıcı bir illet olduğunun da anlatısı bu.
İşe Yarar Bir Şey (2017): Bir şairin, alter egosu olan genç bir hemşire ile İzmir’e yaptığı tren yolculuğu. Üç (belki de iki) kişinin etrafında dönen bir yolculuk ve iç hesaplaşma (zaten ikisi de aynı şey değil mi?) filmi.
Toz Bezi (2015): Erkekler, maddi zorluklar ve etnik kimlikten kaynaklanan sorunlar arasında sıkışıp kalmış biri daha donanımlı ve iş bilir, diğeri daha hassas ve naif iki gündelikçi kadının hayatından bir kesitin anlatıldığı Toz Bezi, Bir Başkadır’a esin kaynağı olmuş mudur, karar sizin!
The Ninth Configuration (1980): The Exorcist’in yazarı William Peter Blatty’nin kendi romanından uyarladığı sıra dışı bir film, Shakespeare’dan girip Johnny Got His Gun’a ulaşan benzersiz bir delilik… Aklını oynatan askeri personelin kapatıldığı bir akıl hastanesinde geçen deli saçması bir öykü; teolojik derinliği yüksek, iyi tasarlanmış bir felsefi tartışmaya paravan olarak kullanılıyor. Bir yanda son saniyede Ay’a gitmekten vazgeçen bir astronot, diğer yanda çıplak elleriyle insan katletmekte sınır tanımayan psikopat bir asker… Bu başyapıta bir anıt-yazı dikmeden ölürsem gözüm açık gider.
Eros + Massacre (1969): Anlatması hayli zor bir film bu. İç içe geçmiş iki temel öykü aksında bir anarşistin ruh hâlini ve ideolojisini çözmeye çalışıyoruz. Olağanüstü imgelerle bezeli eşi benzeri olmayan bir deneyim. Feminizm ve özgürlükler konusunda öncü bir nitelik taşıyan filmde cinsellik ve siyaset girift bir bilmecenin ipuçlarını taşıyor. Japon Yeni Dalgası’nın bu hayli özgün eseri, “kült” ibaresini sonuna kadar hak eden bir Uzak Doğu şaheseri.
Struggle: The Life and Lost Art of Szukalski (2018): Bu yıl uzun zamandır ihmal ettiğim bir şey yaptım ve 50’yi aşkın belgesel seyrettim. Bir düzine kadarı çok iyi çıktı, ayrı bir yazıda paylaşmayı düşünüyorum ama hepsini temsilen tek bir belgesel seçseydim, bu Irek Dobrowolski’nin Struggle: The Life and Lost Art of Szukalski’si olurdu. Sıradan bir Amerikan kasabasında 20. yüzyılın en özgün (ama çoktan unutulmuş) heykeltıraşlarından birine tesadüfen denk gelen sanatçılar, bu deneyimi yıllar içinde sayısız video kasete kaydetmişler. Hemen hepsi kaybolan 174 heykel, yüzlerce tablo, çizim, proje… Zermatizm adını verdiği, insanlığın kökenini yetilere ve Paskalya Adası’na bağlayan, 14 bin (evet, on dört bin) illüstrasyon içeren 25.000 sayfalık (evet, yirmi beş bin!), 42 ciltlik bir yaradılış teorisi yazan narsist bir akıl hastası! Belgesel ilerledikçe bu benzersiz sanatçının karanlık yönleri de ortaya çıkmaya başlıyor, o nedenle filmin adı kusursuz! Adolf Hitler’in Mein Kampf adlı o meşhur kitabının İngilizce’ye My Struggle (Mücadelem) adıyla çevrildiğini not düşmekle yetineyim.
The War of the Worlds: Next Century (1981): O-Bi, O-Ba – The End of Civilization’ı (1985) seyrettikten sonra bende Piotr Szulkin hayranlığı başladı, bulduğum tüm filmlerini seyrettim. Golem’i de (1980) bu listeye alabilirdim ama çok daha ayrıksı bir izleğe sahip The War of the Worlds: Next Century’yi seçtim. 20. yüzyılın son günleri yaklaşmaktadır ve Marslılar dünyaya iner… Bir istilanın ortasında bir muhabir çaresizce oradan oraya koşar. Eğer Michael Haneke’ye tek bir soru sorma hakkım olsaydı, The War of the Worlds: Next Century’yi seyredip seyretmediğini sorar, “seyretmedim” derse inanmazdım. Bir filminin finalindeki şok edici bir sahneyi bu filmden ödünç aldığını düşünüyorum da…
Gaav (The Cow, 1969): İranlı yönetmen Dariush Mehrjui’nun bu çığır açıcı filmini (ya da filmin uyarlandığı oyunu) Yılmaz Güney seyretmiş miydi, merak ediyorum. Umut’un ana gövdesi buradaki öyküyle bazı açılardan örtüşüyor ama tarihler tutmuyor sanırım. The Cow, Venedik ve Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen etkileyici bir İran Yeni Dalgası filmi. Üretim aracını (gelir kaynağını) yitirdikten sonra kafayı tırlatan zavallı bir adamın anlatıldığı film, bugün geri dönüp bakıldığında Şah Rejimi’ne alenen kafa tutmuş bir eser olarak değerlendiriliyor.
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri
Sevindirici ve tatmin edici.