2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir’ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2021 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Clonus Horror (1979): Michael Bay’in yönettikleri arasında en azından “seyredilebilir” bulduğum nadir filmlerden biridir The Island (2005). Ancak artık kesinlikle biliniyor ki o da tamamen The Clonus Horror’dan apartılarak çekilmiş. Robert S. Fiveson’ın tek yönetmenlik denemesi olan filmde, gözlerden ırak devasa bir alana kurulu tesislerde her gün nöbetçiler denetiminde “sağlıklı yaşam” formatına uygun spor yaparak yaşayan onlarca “insan”, vadedilmiş topraklar olarak sunulan Amerika’ya gidebilmek için sıralarının gelmesini beklemektedir. Hiç kimsenin nedenini niçinini sorgulamadığı ortamda sorular sormaya başlayan Richard, tesisle ilgili bütün gerçeği öğrenmeyi kafaya koyar. 1970’lerin başındaki Watergate skandalı, 70’ler sinemasını derinden etkilemiştir. The Clonus Horror da aynı dönemde çekilen devlet odaklı komplo filmlerinden biri. Düşük bütçesi nedeniyle benzerleri kadar görkemli değil belki ama yine de derdini anlatabilen, adını Rollerball (1975) ve Logan’s Run (1976) ile beraber anmaktan çekinmeyeceğim, eli yüzü düzgün bir film. The Island gösterime girdiğinde The Clonus Horror’ın hak sahipleri mahkemeye gittiler ve ana yapının birebir aynı olmasının dışında iki film arasında yüzden fazla çarpıcı benzerlik bulunduğunu iddia ettiler. Dava sonuçlanmadan önce kapalı kapılar ardında bir anlaşma yapıldı ve dava düştü. Yönetmen Robert S. Fiveson’ın, The Clonus Horror DVD’sinin ekstralarındaki röportajda söylediğine göre; yapılan anlaşma sayesinde yeniden çevrim hakları için yedi basamaklı bir ödeme almaya hak kazandılar ama The Island’ın bütçesi göz önüne alındığında bu bedelin yapımcı şirket (DreamWorks) için pek de rahatsız edici bir miktar olduğu söylenemez.
Race with the Devil (1975): Daha çok arabalı (‘drive-in’) sinemalarda gösterilen istismar filmleriyle tanınan Jack Starrett’in yönettiği Race with the Devil, övgü-yergi skalasında her iki uca da rahatlıkla kaydırılabilecek, çok ama çok ilginç bir film. Şöyle ki bir yandan ABD’nin (hatta bakış açımızı genişletip biraz coşarsak Türkiye gibi “küçük ABD” olmaya niyetlenen ya da o şekilde dizayn edilmeye çalışılan kimi ülkelerin) toplumsal fotoğrafını flu alan bırakmayacak denli net biçimde çekmeyi başarması nedeniyle her türlü övgüyü sonuna kadar hak ediyor. Fakat bir yandan da istismar sinemasının karton karakterler, mantıksız senaryo ve bir dolu teknik eksiklikler gibi alışılageldik gediklerinden payına düşeni fazlasıyla alması nedeniyle en dibe gömülmesi de çok fazla şaşırtmıyor. Her şey bir yana, sırf aşırı abartılı ama çılgınlıktan taviz vermeyen kovalamaca sahnelerini görmek için bile izlenir.
First Man Into Space (1959): First Man Into Space, tür sinemasına yaptığı “eşsiz” katkılarla tanınan yapımcı Richard Gordon ve “ne olsa çekerim ama hiç de fena değilimdir” etiketine sahip yönetmenlerden Robert Day ortaklığında vücut bulmuş bir İngiliz filmi. En sevdiğim bilim kurgu korkulardan biri olan The Quatermass Xperiment’in (1955) tarifini olduğu gibi kullandığı için “taklitçi” yaftasını yiyebilir belki ama aşırı düşük bütçesine rağmen ortaya çıkan işe bakınca şaşırmamak çok zor. Evet, günümüzden bakınca filmin bir parça, hatta bir parça da değil basbayağı eskimiş olduğu da iddia edilebilir tabii ki. Ancak hâlâ inatla düşük bütçeli filmler izlemeye devam eden biri olarak söyleyebilirim ki; film çekmenin artık çok daha kolay olduğu günümüzdeki bütün teknolojik gelişmelere rağmen First Man Into Space, günümüzün birçok düşük bütçeli tür filminden çok daha fazla “sinema” kokuyor. Yaşattığı nostalji duygusu da cabası.
Pig (2021): Ormanın derinliklerindeki dökük kulübesinde artık hayattan, insanlıktan bir beklentisi kalmamışçasına sefil bir hayat süren Rob, günlerini Apple adını verdiği domuzu ile beraber yer mantarı (trüf mantarı) toplayarak geçirir. Muhtemelen tek görüştüğü insan, takas üzerine kurulu ticari bir ilişki içine girdiği genç Amir’dir. Topladığı yer mantarlarını, hayatını idame ettirmek için gerekli olan malzemeler karşılığında Amir’e vermektedir. Amir de bu mantarları şehrin en lüks restoranlarına satmaktadır. Bu rutin, nadir bulunan yer mantarlarını bulmasıyla meşhur Apple’ın çalınmasıyla bozulur. Amir’in yardımıyla yıllar sonra tekrar şehre dönen Rob, domuzunu çalanların peşine düşer. Biliyorum, konuyu okur okumaz “amaan, yine saçma bir intikam filmi” diye aklınızdan geçirdiniz. Hatta başroldeki Nicolas Cage’ın varlığı da bu önyargınızı fena halde destekler nitelikte. Hatta ve hatta şimdiye kadar çekilen üç filmle iyice popülerleşen intikam serisinin çıkış noktasıyla olan benzerlik de öyle çok üstü örtülecek gibi değil. Fakat size şu kadarını söyleyeyim; Pig, aklınıza ne geliyorsa onun tam tersi bir film. Sürprizbozan vermemek adına daha fazla bir şey söylemiyorum. Sadece ne yapın edin, bir şekilde bu filmi izleyin. Bence bu yılın en iyi filmlerinden biri olan Pig’i ıskalamayın.
The Funeral (1984): Komedi filmleriyle pek aram yoktur. Önemli örneklerin çoğunu izlemeye çalışırım ama gerçekten sevdiğim komedilerin sayısı bir hayli azdır. Yıllarca oyunculuk yaptıktan sonra 50 yaşında yönetmenliğe geçen Juzo Itami’nin 8. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim Tampopo’su (1985), olası “en iyi” listemin başında yer alacak komedilerden biridir. Zaman içinde yönetmenin diğer filmlerini de izleme şansı buldum ama ilk filmi olan The Funeral’ı izlemek bu yıla kısmetmiş. Bir cenaze töreni için bir araya gelen aile üyelerinin başından geçenleri epizotlara bölerek anlatan film, “ailem ne der”, “komşular ne der” gibi bizim de yabancısı olmadığımız endişeler üzerinden toplumsal kuralların anlamsız katılığıyla dalgasını geçiyor. Itami’nin en iyi filmi olarak hep Tampopo gösterilir, itiraz edeceğim bir önerme değil ama The Funeral’ın da en az o ayarda bir film olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Tenet (2020): Interstellar’dan sonra Nolan’a temkinle yaklaşma kararı almıştım ama Dunkirk’ü izledikten sonra yönetmen beni yine heyecanlandırmayı başardı. Yalnız bunun tehlikeli bir yanı var: Nolan artık yeni filmlerini eskileri harmanlayarak çekiyor. Dunkirk’ün altında yatan fikir Inception esintiliydi. Tenet ise Nolan’ın ilk filmi, muhteşem ötesi Akıl Defteri’ni temel almış. Tabii bu yazdığımdan yönetmenin tekrara düştüğü sonucu çıkmasın, üzülürüm. Sadece anlatım açısından bazı ortak mekanikler var. Burada “mekanik” en doğru kelime galiba, çünkü Tenet mükemmel bir fikri mükemmel işlese de, yönetmenin önceki filmlerinin aksine ana karakter ve motivasyonu hakkında hiçbir şey bilmememiz filmin biraz fazla duygusuz olmasına, bir “hikâye aygıtı”na dönüşmesine yol açıyor. Sadece tek bir karakterin, esas kızımız Kat’ın duygusal motivasyonunun olması filmi bu açıdan taşımaya yetmiyor. Ama buna takılmazsanız, izlemesi büyük keyif.
The 4th Man (1983): Paul Verhoeven, bende kredisi çok yüksek olan bir yönetmen. Türün bir meraklısı olarak Hollywood’da çektiği üç bilimkurgu sayesinde bu kadar sevsem de yönetmenin hemen her filminde beni kendine çeken bir şeyler var. İşte bu yıl meselenin kökenine inmeye ve Verhoeven’in Hollywood’a gitmesine vesile olan filmlerden birini izlemeye karar verdik, benim gibi bir Verhoeven-sever olan yeğenimle. Filmde şizofrenisinden ilham aldığını gururla söyleyecek kadar dengesiz bir yazarın daha önce üç kocası da ölmüş bir kadın ve dördüncü sevgilisiyle olan yakın münasebetlerini izliyorsunuz. Verhoeven’ın marifeti, “adam mı şizofren, yoksa kadın mı kara dul” sorusuna vermediği cevapta yatıyor. Verhoeven’in Gerçeğe Çağrı’da “Quaid’in Recall’da olup olmadığı” sorusunu muğlak bırakmaktaki maharetinin nereden geldiğini ve Temel İçgüdü’nün yönetmenliğine nasıl konduğunu merak ediyorsanız, izlemeniz gereken film bu. Bu arada Temel İçgüdü demişken…
Basic Instinct (1992): Verhoeven hayranı olup en meşhur filmini izlememiş olmak… Büyük ayıptı, artık değil. Sharon Stone’un ününün infilak etmesini sağlayan filmde Verhoeven’in hem tecrübe, hem de bütçe açısından Dördüncü Adam’ın bir hayli üstüne çıkmış olduğunu görüyorsunuz. Verhoeven’in filmlerinde kanı ve çıplaklığı kullanmayı sevdiğini biliyoruz, film de o tür sahnelerle meşhur zaten ama özellikle Sharon Stone’un sorgu sahnesi başka türlü çekilseymiş, özelliğinden çok şey kaybedermiş. Verhoeven iki arada bir derede bırakmak konusunda usta ama Joe Eszterhas’ın senaryosunun yönetmene büyük cephane verdiği de bir gerçek. Çok değil, sadece iki yıl sonra Hız Tuzağı (Speed) ile yönetmenliğe adım atacak olan Jean de Bont’un görüntü yönetmenliği de takdire şayan. Kameranın önü ve arkası bu kadar iyiyken film nasıl kötü olsun?
SAZ – The Key of Trust (2018): Tanımayanları Petra Nachtmanova’yla tanıştırayım. Viyana’da Polonyalı bir anneyle Çek bir babanın kızı olarak dünyaya geliyor. Almanya’da tarih okuyup Berlin’e yerleşiyor. Oradayken gittiği bir cemevinde bağlama dinliyor ve sesine âşık oluyor. Öğrenmeyi kafaya koyuyor. Öğreniyor da ama bir sorun var: Türküleri öğrenemiyor, çünkü Türkçe bilmiyor. Türkiye’ye gelip altı ay garsonluk yapıyor ve Türkçe’yi de söküyor. Sonrası mı? Konserler vermeye başlıyor. Bazen solo, bazen de kendisi gibi bir Anadolu sevdalısı olan Eleonore Fourniau ve iki Türk kadınla (Cangül Kanat ve Gülay Hacer) kurduğu Telli Turnalar adlı grubuyla. Bu da yetmiyor Petra’ya. Serde tarihçilik var ne de olsa. Bosna’dan başlıyor, Anadolu’yu da geçip Horasan’a kadar giderek bağlamanın geçmişinin izini sürüyor. Büyük hayranı olduğu Âşık Veysel’in mezarında bağlama çalıp türküsünü söylüyor. Sonunda daha gitmesi gereken çok yol olduğunu kabul ederek bitiriyor ama öyle bir belgesel ki bu, önemli olan varılan noktadan çok yapılan yolculuk zaten. YouTube’da ücretsiz olarak izleyebilirsiniz. Eliniz değmişken, Petra’nın filmde yer bulamayan sayısız türküsünü de aynı kanalda bulabilirsiniz.
Love and Monsters (2020): 2020’yle başladık, 2020’yle bitirelim. 80’lerin bilimkurgularına duyduğum özlemin tek sebebi nostalji değil. Bu filmlerin karakterler ve teşbihler yaratmak konusundaki ustalıkları bugün neredeyse yok olup gitti. Filmler efekt salatası oldu. Oysa Geleceğe Dönüş aslen annesiyle babasının evliliğini kurtarmaya çalışan bir çocuğun hikâyesi olduğu için bu kadar sevildi, ILM’nin çığır açan efektleri yüzünden değil. Aşk ve Canavarlar, işte o havaya sahip bir film. Bir göktaşının serpintileri yüzünden mutasyon geçiren bazı türler canavarlaşıyor ve insanlık baskın tür olmaktan çıkıyor. Zaten sayıca da çok az kalıyorlar. Böyle bir ortamda, bir sığınakta yaşayan ve çok yalnız hisseden, kendini korumak konusunda pek becerikli olmadığı için canavarlar karşısında donup kalan, sığınağın yegâne sapı Joel, kıyamet kopmadan önceki sevgilisi Aimee’yi bulmak için yüzeye çıkıp yollara düşüyor. Mükemmele yakın yazılmış bir yol ve olgunlaşma hikâyesi Aşk ve Canavarlar. Hiçbir fikir harcanmıyor, ekilen her hikâye unsuru mutlaka kullanılıyor. Tenet, bak karakterler konusunda bu filmden öğrenmen gereken çok şey var, söyleyeyim.
Kitchen Stories (2003): Norveç kırsalında mutfak alışkanlıklarını inceleyen bir İsveçli mutfak gereçleri şirketinin çalışanı olan Folke’nin gözlemlediği evin sahibi olan Isak ile olan kopuk iletişimi özelinde bir İsveç-Norveç, kent-kır çekişmesi alegorisi. Hümanist, çok sevilesi bir dostluk hikayesi.
Thelma (2017): Duyguları bastırmak mı, yoksa özgürce yaşamak mı? Muhafazakarlığın sularında boğulmak mı, yoksa modernliğin yakıcı sorunlarıyla tek başına savaşmak mı? İşte bu soruları soran ve ikinci şıklardan yana taraf olan, Freudcu didaktizme kaysa da sonuna kadar ilgiyle ve müziğin gerilimi ile izlenen, etkileyici bir film.
Out Of Nature (2014): Ailesine, işine ve kendine yabancılaşmış Martin’in başarısız iç hesaplaşması ve doğaya dönüş yolculuğu. Sakin, mırıl mırıl ve yerli yerinde kullanılmış ambient müzikler ve Norveç’in güzel dağ manzaraları eşliğinde doğaya kaçış ve kös kös geri dönüş hikayesi.
Utøya: July 22 (2018): 22 Temmuz 2012’de Norveç’in Utøya adasındaki İşçi Partisi gençlik kampının Anders Behring Breivik isimli ırkçı saldırgan tarafından basılması sonucu içlerinde göçmenlerin de olduğu 77 kişinin öldürülüp 99 kişinin ağır yaralanması esnasındaki 72 dakikayı aktüel kamerayla anlatan, saldırganı, vurulanları mümkün olduğunca göstermeden sadece yaklaşıp uzaklaşan silah seslerini kullanarak atmosferini kuran, gerçeklerin çoğu zaman fantazyadan daha korkutucu olduğunu ispatlayan, hesaplı kitaplı ve hesapladığını da film rulolarına başarıyla aktaran bir film.
Oslo, August 31st (2011): Korumacı bir şekilde büyütülmüş, uyuşturucu sorunu olan, ergenlik bunalımı orta yaşa sarkmış Anders’in, rehabilitasyon merkezinden çıktıktan sonra günlük hayata alışma denemeleri. Anders Danielsen Lie’nin iyi performansıyla güzelleşiyor. Filmin kurgusu da Reprise’dakinin (2006) aksine yormuyor. Oğuz Atay’ın intihara meyilli karakterlerinin, kuzeylilerin karamsar ciddiyetinde vücut bulmuş hali.
BBC’s Dracula (2020): Korku edebiyatının en büyük klasiklerinden birini, bu kadar taze, korkunç, komik ve seksi şekilde yeniden izlemek büyük bir keyifti. Bir dizi olarak değil, 3 ayrı filmlik bir seri olarak değerlendirmek lazım. İlk film mükemmel. Diğer 2 film daha çerez ama onlar da muhteşem bir korku edebiyatı gustosuyla örülü süper uçuk fantaziler.
Possessor (2020): David Cronenberg’in zihnindeki o meşhur “hastalık”, Videodrome’un kasetlerinden, Shivers’ın parazitlerinden, eXistenZ’in pod’larından, Crash’teki kaportalardan oğlu Brandon’ın zihnine akmış. Oradan da bizim zihnimize sinyalleniyor sanki. Yıllar sonra tekrar bir Cronenberg filmine aşık oldum.
Cold Fish (2010): Takashi Miike + Tinto Brass + Herman Yau + Zeki Demirkubuz + Onur Ünlü gibi akıl yakan bir film. Bu yılki favorim galiba bu.
Dune (2021): Kitaptaki ruhaniliği ve iç sesleri, müzik, kurgu ve kadrajlarla tercüme edişine hayran oldum. Sinemadan sonra 2 defa da evde duvarda büyük ekranda izledim. Karanlık bir müzik klibi gibi, psişik bir lahit gibi bir şey.
Pig (2021): Uzun süredir izlediğim en ters köşe film. Karanlık bir Nicholas Cage intikam manyaklığı olarak başlayıp, bambaşka bir zen ve barış erdemiyle biten bir atmosfer hikayesi.
Another Round (2020): Final sahnesiyle içimdeki neşeden hüzne, meydan okumadan mağlubiyete, delilikten ermişliğe tüm duyguları coşturan bir film. Gerçek hayatta da dans etmeyi ve içmeyi çok seven Mads Mikkelsen bir yandan bizi film izlemediğimize, bizzat yaşadığımıza inandırırken bir yandan da bize ancak sinemadan alabileceğimiz türde bir duygu seli aktarıyor. The Hunt’da (2012) yine birlikte çalıştıkları yönetmen Thomas Vinterberg’in direktifleriyle. İşin içki kısmı ise bambaşka bir olay, tamamen ağız sulandırıcı! İzlerken elinizin altında sevdiğiniz içkiden olsun.
The Last Duel (2021): Ridley Scott, portmantodaki kadın kimliği ve bakış açısını üstüne geçirmiş ve kadınların geçmişten beri yaşamak zorunda oldukları dünyayı, Kral VI. Charles döneminde geçen bir erkek hikayesi çerçevesinde özetlemiş. Hikayenin Marguerite de Carrouges’e göre olan kısmı bu yüzden çok değerli. Oysaki tarih Sir Jean de Carrouges, Jacques Le Gris gibileri yazmışlar ve kadınların neler yaşadıklarına da onlar karar vermişler. Son saniyesine kadar beni tepeden tırnağa rahatsız etti, adaletperver yanımı omuzlarından sarsarak titretti ve nihayetinde bu film bana bildiğim bir dünyayı daha temiz bir pencereden gösterdi.
Grey Gardens (1975): Baştan sona bir delilik ziyafeti! Morticia Addams rolüne hazırlanırken Anjelica Huston’a bile ilham vermiş bir belgesel bu. Anne ve kız Edith Bouvier’ler -Büyük Edie ve Küçük Edie- kedileri ve rakunlarıyla beraber eski, bakımsız ve bahçesiyle ön plana çıkan 28 odalı bir malikanede yaşıyorlar. Ve film onların hayatlarının kısacık bir kesiti. Külotlu çoraplarla güneşlenmeleri, çöplerle dolu bir odada şık kıyafetlerle dans etmeleri, kendilerini hala yüksek sosyeteden saymaları, saçma sohbetlerini ağız dalaşına girmeden katiyen sürdürememeleri… Gerçekten çok eğlenceli!
Irma Vep (1996): Hong Kong’un güzel, zarif ve yetenekli aktrisi Maggie Cheung; 1915 yapımı Les Vampires filminin remake’i için Paris’e gelir. Canlandıracağı karakter Irma Vep’tir. Irma Vep’in beni büyüleyen bir personası var. Musidora’nın canlandırdığı, kendilerine Vampirler diyen bir suç çetesinin vampir kıvraklığı ve sinsiliğindeki üyesi o. Kanatlarını Paris’in katakombları üzerine açıyor ve binlerce yıldızı keselerine dolduruyor. Maggie Cheung da simsiyah lateks kostümü içinde bir vampir edasıyla evlere süzülüp mücevherleri aşırırken o ruhu yansıtmış. Her şey yolunda gitseydi, pekala seksi bir ikinci Irma Vep olabilirdi.
The Green Knight (2021): Pagan masalları, Hristiyan efsaneleri, mitolojik öyküler, fantazmagori… Yeşil Şövalye bunlardan feyz alan Kral Arthurvari bir şölen. Bu şölen kimin için? Karanlık peri masallarını sevenler için! Yönetmen David Lowery depresif tarzıyla bizi bilinmezliğe sürüklerken Dev Patel bu gizemli topraklarda kaybolmamamızı sağlayan koruyucu. Global pandemi sebebiyle uzun bir aradan sonra sinemada izlediğim ilk film olması, bu filmi benim için ayrı bir yere koyuyor. Sanki ormanları aştım da mabedime ulaştım, o kocaman perdenin önünde yaldızlarımdan arındım.
Buradaki liste sadece 2021 filmlerinden değil de, 2021’de gördüğüm tüm filmlerden düzenlenmiştir ve gerçekten ‘keşif’ olarak kaydettiğim filmlerden seçilmiştir. Liste herhangi bir sıralama olmaksızın yazılmıştır.
Un Beau Monstre / Love Me Strangely (1971): Helmut Berger, Alain Revent rolünde harikalar yaratıyor; karısının intiharını gülümseyerek izledikten sonra aynı intihara tanık olan karşı komşusunu baştan çıkarmak için bütün yeteneğini kullanıyor. Aynı zamanda Charles Aznavour’un canlandırdığı Inspector Leroy Revent’in bir suçlu olduğunu tahmin etmesine karşın hiçbir şey yapamadan onun sadist oyununu izliyor. Un Beau Monstre, giallo sularında gezinen ama cinayetler üstüne kurulu olmayan seksüel-sadist bir film ve sanırım bu senenin ekran önünde geçirdiğim en çarpıcı iki saatlerinden.
Titane (2021): Julia Ducournau’nun ne kadar yetenekli olduğunu Raw ile teyit etmiştik ama Titane ile kendisini bundan sonra “ne isterse yapabilir” kategorisine geçiriyoruz. Kesinlikle tahmin edilemeyen ve ne olacağını kestiremediğiniz bir film olan Titane, her ne kadar kan ve vahşet konusunda gözünü hiç kırpmasa da, hikaye içinde vardığı yer o kadar alışılmadık ve insancıl ki ilk defa bir ‘extreme’ filmden insanlık ile ilgili umut alarak ayrılıyorsunuz.
Only When I Larf (1968): Basil Dearden’ın çektiği ve Richard Attenborough, David Hemmings ve Alexandra Stewart’ın başrollerini paylaştığı bu film, her ne kadar bir bütün olarak tamamen başarılı olamasa da, açılış sekansı ile benim gönlümü fethetti. 20 dakikalık, neredeyse diyalogsuz bir ‘con’ ile açılan film, aslında üç tane dolandırıcının, üç büyük vurgununu komik bir dille ekrana getiriyor ve bunu yaparken de ne sıkıyor, ne de seyirciyi kaybediyor.
Bad Luck Banging or Loony Porn (2021): Birisi bana Radu Jude 2021’in en komik filmini yapacak dese, sanırım benle dalga geçiyorlar derdim ama I Do Not Care If We Go Down in History as Barbarians gibi yeni Romanya sinemasının daha ciddi filmlerinin yönetmeni, inanılmaz bir hiciv turu ile bomba gibi gündeme oturuyor. Bir öğretmenin kişisel seks videosunun internete sızmasının ardından olanları anlatan ve Romanya’nın ikiyüzlü ahlak kurallarından dem vuran film, aslında bütün ahlaken ikiyüzlü ülkelere yakışır bir hikayeye sahip. Radu, zaman zaman filmi durdurup Romanya’nın seks ile imtihanını da A’dan Z’ye anlatmaktan kaçınmıyor ve karşımıza ‘XXX-rated’ bir komedi başyapıtı ile çıkıyor.
Petrov’s Flu (2021): Kirill Serebrennikov’un sanırım grip olup ateş içinde halüsinasyonlar görecek hale geldiğimiz noktayı bu kadar iyi yakalayabilen filmi Petrov’s Flu, zaman içinde durmadan atlayarak, seri katilli, dolu minibüslü, votka cenazeli bir rüya-kabus ve sinemada görülürse seyirciyi yutup bir daha geri vermeyecek derinlikte bir film. Mutlaka ya ateşler içindeyken ya da kafa iyiyken izlenmesi gereken bir başyapıt.
Bruno Reidal, Confession of a Murderer (2021): Ya da Henry: Portrait of a 19th Century Serial Killer. Vincent Le Port’un gerçek bir itiraftan uyarladığı film, 19. yüzyılda bir genç çocuğun seksüel dürtülerinin toplum tarafından nasıl cinayete dönüştüğünü sade ve çarpıcı bir dille anlatıyor.
Bloody Oranges (2021): Yine Fransızlar bizi sarsmak için bir tür örneği ile karşımızda. Fransız toplumunun eleştirisi olan hiciv gibi başlayıp, yarı noktada ‘extreme gore’a dönüşen inanılmaz film, sanırım 2021’in tek ve en başarılı ‘transgressive’ geceyarısı filmi.
Okul Tıraşı (2021): Ve sonunda oldu; bir Türk filmi listeme girdi. Türkiye’deki bürokrasi, ikiyüzlülük ve korku üzerine kurulu kurumsal düzeni, bu kadar akıcı ve bir o kadar da trajikomik anlatan bu filme başka ne denebilir?
The Feast (2021): Folk horror türünü 2021’de en iyi temsil eden bu film, Galler’de bir yemek partisini ve bu partinin başına gelenleri duru bir dille anlatıyor. Fakat bu filmin ‘climax’ noktası kadar çarpıcı bir başka sahne hatırlamak zor.
Here Before (2021): Çocuğunu kaybetmiş bir annenin, yeni taşındığı evdeki komşunun kızı ile yaşadığı garip olayları anlatan film, her ne kadar sonu ile bir sürü seyirciyi kaybedecek de olsa, yönetmen Stacey Gregg’in inanılmaz kurgu ve tasarım ile ‘cinema of unease’ dediğimiz bu türü ne kadar iyi anladığının bir kanıtı. Aynı zamanda da gelecekte ismini çok duyacağımız bir yönetmenin ilk adımı.
Black Oxen (1923): Yaşlı bir adam bir tiyatro gösterisinde seyirciler arasında gençlik aşkını hiç yaşlanmamış halde görüp şaşkınlığa uğruyor ve bu gizemi çözmeye koyuluyor. 1923 yılından bir sessiz film olan Black Oxen fazla entrika içermeyen senaryosuna rağmen size acaba kadın bir vampir mi olmuş, gençlik pınarını mı bulmuş, ölüp yeniden mi doğmuş diye sorular sordurturken kendini sonuna kadar ilgiyle izlettiriyor.
Alice Through The Looking Glass (1998): Alice Harikalar Diyarında’nın devamı olan Aynanın İçinden öyküsünün uyarlaması olan film, küçük yaştaki Alice’i yetişkin olarak gösterdiği için diğerlerinden ayrılıyor. Alice adlı kadın, küçük kızına bu hikayeyi okurken uyuyakalıyor ve kendini sanki 7,5 yaşındaymış gibi ama yetişkin bedeni içinde bu macerayı yaşarken buluyor. Pek çok yeri aksamasına karşın Lewis Carroll uyarlamalarına ilgi duyanları çekecek ayrıntılarla dolu bir TV filmi.
Le Petit Voleur (1999): Meleklerin Düş Yaşamı (La Vie Revée Des Anges, 1997) filmiyle bir şahesere imza atan Erick Zonca’nın pek bilinmeyen bir sonraki filmi de güzel bir anlatıma sahip. İyi bir yaşam için suç dünyasına girmekten medet uman bir genci anlatan filmin özellikle kurgu çalışması dikkate değer.
Sur la Piste du Marsupilami (2012): Ülkemizde 60 ve 70’li yıllardaki çizgi roman dergilerinde maceraları sıkça yayınlanan zibidi mucit Gaston karakteriyle de bilinen Belçikalı çizgi roman sanatçısı Andre Franquin’nın 1952’de yarattığı Marsupilami, metrelerce uzunlukta bir kuyruğu olan leopar benzeri fantastik bir yaratığın hikayesidir. Birbirinden ünlü Fransız oyuncuların yer aldığı film uyarlaması, rengarenk görüntülere ve bazen karmaşıklaşan senaryosuna rağmen beklemediğiniz anda vuran sahnelere sahip deli dolu bir yapım.
Benedetta (2021): Dindar ailesi tarafından kiliseye verildikten sonra Hz İsa’nın diğer bakire gelinleri gibi manastırın ortak alanlarındaki yatakhanelerde uyuyan ve kendine ait bir odaya sahip olabilmek için azizliğe soyunmak zorunda kalan Benedetta’nın öyküsü acımasız taşlamaların ustası Paul Verhoeven’in yeni eseri.
Geçenlerde kardeşim beni bir film izlerken görünce filmin hangi yıla ait olduğunu sordu. 1980’lere ait olduğunu söyleyince hınzır bir gülüşle şöyle dedi: “Aferin, nihayet 1980’lere gelebilmişsin.” Bastım kahkahayı tabii. Dalga geçtiği şey, uzun yıllarımı 1970 öncesi filmlere ayırmış olmam. Bunu haklı bir eleştiri olarak alıyorum ve bu yılki keşiflerimi 1970 sonrası filmlerden seçiyorum.
Red Hill (Kanlı Tepe, 2010): No Country for Old Men’den (İhtiyarlara Yer Yok, 2007) sonra sayıları süratle artan modern westernlerin çoğu westerne has o görsel dokuyu, o türe has ikonografiyi yakalayamadılar, heyhat, senaryolar da pek yaratıcı değildi. The Dark Valley (2014) ve Red Hill (2010) gibi birkaç örnek hariç tabii. Avustralya’dan çıkıp gelen Red Hill hem sıkı bir intikam filmi hem de kırsaldaki geniş planları, kasabada yarattığı klostrofobi, kıyafetleri, şapkaları, silahları ve atlarıyla kayda değer bir western. 21. yüzyılda geçen hikâye bir yerde demiryolu yapımına bile uzanıyor, üstelik bütün bunları yaparken kendi kültürel öğelerinden yararlanmayı da ihmal etmeden. Bazı tuhaf ayrıntıları anlamlandırmanızı sağlayan küçük sürprizleri ve akıcı bir kurgusu var. Zekâsı, kararlılığı, korkutuculuğu ve gaddarlığıyla benzersiz bir “intikamcı” silahşora da sahip. Daha ne olsun?
Coherence (2013): 50 bin dolara çekildiğine hâlâ inanamadığım bir şaheser. Üst üste iki gün seyrettiğim Coherence, iyi bir bilimkurgu filmi çekebilmek için gerekli olan en önemli şeyin sağlam bir senaryo olduğunun kanıtı. Eskiden bunu Sovyet, Çek ve Polonya sinemaları yapardı. Film öyle iyi yazılmış ki hayran olmamak elde değil, özellikle kimlerin yanlış evde olduğuna uyanmaya başladığınız an film vites atıyor, finale doğru sunduğu ahlaki ikilem de ayrı güzel.
Possum (2018): Possum, seyrettiğim en iyi çocukluk travması filmlerinden biri, belki de birincisi. Filmde neler döndüğünü anlamanız zaman alıyor çünkü anlatı, ana karakterin zihin dünyasının bir yansıması olarak tasarlanmış, yani ana izleği onun karmaşık ve karanlık ruh hâli şekillendiriyor ve buna uygun olarak kotarılan muazzam bir görüntü çalışması var. Sean Harris de olağanüstü oynamış.
Three Crowns of the Sailor (1983): Öylesine açtığım Three Crowns Of The Sailor, beni kolayca girdabına katıp bilinmeyen diyarlara ve merak uyandıran bir serüvene sürükledi, zaten iyi bir filmden de temel beklentimiz budur. Bu filme bayılınca IMDb’den yönetmen Raul Ruiz’in filmlerine baktım, bu film en yüksek puana sahip 10 (evet, “on”) uzun metrajından biri bile değilmiş.
The Jericho Mile (1979): Nasıl ıskalamışım bu güzel filmi? Aslında hepimizin gayet iyi bildiği bir yönetmene, Michael Mann’a (Heat, Collateral, The Insider) ait. Michael Mann sadece iki TV filmi çekmiş, L.A. Takedown ve The Jericho Mile, ikisi de iyi film. Heat (1995) adlı şaheseri, 1989’da çektiği L.A. Takedown’ın sıkı bir yeniden çevrimi aslında. İlk uzun metrajı The Jericho Mile ise Primetime Emmy Awards’da üç ödül alınca (kurgu, aktör, senaryo) ve En İyi Drama filmine de aday gösterilince Mann’ın kariyerinin önünü açan film. Bu filmden sonra onlarca film için yönetmenlik teklifi almış ve bu süreç de onu ilk başyapıtı The Thief’e (1981) götürmüş. The Jericho Mile, Folsom Eyalet Hapishanesinde, üstelik gerçek mahkûmlarla çekilen bir film, otantikliğini buna borçlu. Larry Murphy’yi oynayan Peter Strauss kariyerinin bence en iyi rolünde; bir tiyatrocudan ziyade, gerçek hayatında bir sporcu olduğu hissini veriyor, öyle oynamış.
Food Inc. (2008): Eğer kapitalizm insanlığın ilk gününden itibaren dünyaya egemen olsaydı herkes sadece hamburger yer ve kola içerdi. Kapitalizmin endüstriyel hale getirdiği gıdanın, beslenme ile hiçbir ilgisi olmadığını ortaya koyan bir belgesel.
To Love or Kill: Man vs Animal (1995): İnsan-hayvan ilişkisini anlatmaya çalışan, bunu yaparken de insanın hayvana bakışının ne kadar tutarsız olduğunu ortaya koyan, izlemesi hayli zorlu ama izlenmesi gereken bir yapım.
The Madness of King George (1994): Yaklaşık 25 yıl önce izlediğim bu muhteşem filmi, bu yıl yeniden izledim. İyi ki izlemişim. “Körün gözü açıldığında kırdığı ilk şey bastonudur” sözünün ne kadar doğru bir tespit olduğunu göreceksiniz.
Antonia (1995): Antonia ve ailesinin hikayesine de 25 yıl önce tanık olmuştum. Hiç unutamadığım filmlerden. Çöp filmlerin her yanı sardığı günümüzde, izleyecek bir şey bulamayınca yeniden izledim. Birçok sahnesiyle, insana “keşke” dedirten filmlerden.
Yün Bebek (2012): Kadının kadına şiddetini ele alan, “Ummadık taş, baş yarar” diyebileceğimiz bir film. Çok şey yazdım, sildim. Hani, Nazım Hikmet “Bir avuç hergeleden” söz ediyor ya, ülkemiz sinemasının, kendi hastalıklı fantazilerini anlatan bir avuç hergelenin elinde olduğunun kanıtıdır bu sade ama çok değerli film. Emeği geçenlerin elleri dert görmesin.
Biking Borders (2019): Eğer benim gibi bir bisiklet tutkunuysanız, bu film hayallerinizin baş köşesine oturabilir! İki çılgın bisikletçinin, Avrupa’dan Asya’ya uzanan öyküsünü ele alan belgesel, aynı zamanda hayata geçen dokunaklı bir projeyi de izleyicisine aktarıyor. Yolu Türkiye’den de geçen ve ilginç enstantanelere sahne olan bu belgesel, son yıllarda keşfetmekten en keyif aldığım filmlerin başında geliyor. Çünkü yaşasın pedal çevirmek!
Gazap Rüzgarı (1983): Her yıl keşif listeme Yeşilçam’dan es geçtiğim bir filmi muhakkak eklemeye çalışırım. Bu yılın Yeşilçam kontenjanından gelen film ise Hülya Koçyiğit ve Cihan Ünal’ı buluşturan Gazap Rüzgarı. Modern bir Yeşilçam masalı olarak nitelendirebilecek olan film, yeni yeni sivrilen bir siyasetçi ile genç bir avukatın aşkı olarak başlasa da göndermeleri ile döneme ayna tutan bir yapıt. Özellikle realist üslubuyla dikkat çeken film, sert finaliyle de izlenmeyi ziyadesiyle hak ediyor.
Viva la liberta (Long Live Freedom, 2013): “Yıllardır bu filmi nasıl göz ardı etmişim” dedirtecek derecede enfes bir taşlama. Son yılların gözde oyuncusu Toni Servillo’nun başrolüyle yükselen anlatı, muhalefet parti liderinin bir anda ortadan kaybolmasıyla çığırından çıkan olaylar silsilesini merkezine alıyor. Hem de ne almak! “Politika deli işi midir” sorusunu anbean gündemde tutan film, siyasetin karanlık yüzünü şakayla karışık ortaya koyarak da enfes bir seyirliğe dönüşüyor. Ben izlemek için çok geç kaldım, siz siz olun, hala izlemdiyseniz geç kalmayın!
Enrico Piaggio: Vespa (2019): Motorseverler burada mı? Efsanevi Vespa’nın ortaya çıkış sürecini motorun mucidi Enrico Piaggio’nun gözünden anlatan film, tarihsel bir olayı ele almasının yanı sıra sımsıcak atmosferiyle de enfes bir “feel-good movie” örneğine dönüşüyor. Bu yılki en tatlı keşiflerimden biri olan bu biyografik anlatı, samimi yapısıyla benim gönlümü fethetti.
Who You Think I Am (2019): Sosyal medya, insanı ne denli şizofrenik hale getirebilir? Cevabı tam olarak bu filmde gizli! Çok sevgili Juliette Binoche’un başrolünde yer aldığı film, sevgilisinden ayrılan akademisyen Claire’in, sahte bir Facebook hesabı açmasıyla başlayan macerasını merkezine yerleştirerek modern çağın çıkmazlarına odaklanıyor. Son yıllarda izlediğim en özgün filmlerinden biri olmasının yanı sıra Juliette Binoche’a bir kez daha hayran bırakmasıyla da 2021’deki en sıkı keşiflerimden biri bu film!
His House (2020): 2021’in başında, mülteci krizi teması üzerinden ırkçılık karşıtı bir korku filmi olması beklentisiyle izlediğim His House, iltica etmenin yol açabileceği travmalar üzerine kompleks ve sarsıcı bir “musallat olma” hikayesi sunarak beni ters köşe etti. Her şeyin “siyah” ve “beyaz” olduğu bir dünya değil bu ve ödenecek bedeller var.
Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020): Uzun zamandır merakla beklediğim bir belgeseldi; beklediğime değdi. Elektronik müziğin öncü ismi İlhan Mimaroğlu ve eşi Güngör Mimaroğlu’nun hayat hikayesini, “konuşan kafalar” tarzı belgesel yapısını ters yüz ederek ve işlediği konuya uygun bir biçimde avangart bir stille anlatan bir film. Underground kültür sevenlerin izleme listelerinde mutlaka yer almalı.
Scream Blacula Scream (1973): İlk Blacula filmini neredeyse yirmi yıl önce izlemiş ve Geceyarısı Sineması’nda hakkında bir yazı yazmıştım. Devam filmini izlemek 2021’e kısmetmiş. İlkinin başarısından istifade etmek üzere hızla ve düşük bir bütçeyle çekilmiş vasat bir yapım. Blaxploitation sinemasının yıldız ismi Pam Grier’in varlığı bile filmi kurtarmaya yetmiyor.
La Casa (The House, 2019): Düşük bütçeli, “found footage” tarzı bir perili ev filmi. Normal şartlar altında bayık bulabileceğim bir hikayesi olsa da, 1986’da, Pinochet iktidarı altındaki Şili’de geçmesi ve askeri cunta rejimini eleştiren bir politik alt metin sunmasıyla bu pörsümüş alt türe bir yenilik katmış olduğunu söyleyebilirim. Yönetmen Jorge Olguin, John Carpenter ekolünden olsa gerek, synth ile yazdığı film müzikleri de akılda kalıcı olmuş.
Stranger (2019): Bu senenin Sydney Undeground Film Festivali’nde izlediğim adı gibi tuhaf, Ukrayna yapımı bir film. İlhamını Lovecraft’tan alan, bir hidroterapi merkezinde vuku bulan kayıp vakalarını araştıran bir dedektifi izlerken korkudan çok sürreal ve absürt “sularda” gezen bir gizem öyküsü.
2021 yılınız nasıl geçti bilmiyorum ama 2022 en azından sinema açısından daha güzel olsun. Ben bu sene sinemada üç film izleyebildim. Açıkçası bunlardan biri de Paw Patrol!! Listeye almak isterdim?! ama uyuduğum için alamıyorum. Gelelim listemize; yine geçen seneki gibi kısa diziler ve filmlerle karışık olsun istedim. Baktım tüm işler 2021 olmuş bu yıl. Güncel bir liste oldu anlayacağınız. Seneye görüşmek üzere.
Dune (2021): Olmasaydın olmazdık! Bu sene listeleri yaparken önce Dune’u başa koyacağız sonra gerisine bakacağız. Bir kere uzun bir aradan sonra ilk defa sinema perdesini hak edecek kalitede bir film gördüm. Çok tatmin edici bir deneyimdi. Denis Villeneuve bütün enerjisini harcamış sanki film için. Herbert’in fantazisi daha iyi çevrilemezdi diye düşünüyorum.
Midnight Mass (2021): Vampir edebiyatı açısından daha anlatılmamış bir hikaye kalmış mıdır sorusuna güzel bir cevap Midnight Mass. Çok fazla şey söyleyip sürprizini bozmayalım, Mike Flanagan’ın senelik korku dizisi repertuarına on numara bir halka katılıyor. Bazı monologlar çok uzun, tek sıkıcı tarafı o idi, bu kadar edebiyat yapmaya gerek yok diyorum. Keşke 3-4 saate inseymiş tadından yenmezmiş.
Fear Street (2021): Leigh Janiak‘ın yönettiği film üçlemesini mini dizi olarak gördüğüm için tek bir isimde listeye alıyorum ama birini seç derseniz oyum 1994’e olur. Teen slasher sevenler için doyurucu bir hikaye. Pek çok alt janr ile birleşerek ilerliyor. 80’ler çocuklarını mutlu edeceğini düşünüyorum.
Mortal Kombat (2021): Mortal Kombat ile büyümüş bir jenerasyonun bu filmi es geçeceğini düşünmek bile istemiyorum. Eski serinin özellikle ilk filmin de hayranı olarak büyük zevkle izledim. O ünlü müzik kulağıma çalınırken kalkıp alkışlamamak için kendimi zor tuttum. Yönetmen Simon McQuoid efsaneyi çok iyi bir şekilde yeni nesle aktarmış. Umarım en az 50 sene boyunca her sene yeni bir film ile coşarız.
Nobody (2021): John Wick’in yokluğunda ilaç gibi gelen film, Bob Odenkirk’ü inanılmaz bir şekilde aksiyon yıldızı olarak karşımıza çıkarıyor. Pandemi gerçekten herkesi farklı etkiledi. Bob abimiz de kendini spora, dövüş sanatlarına vermiş bu dönemde. Konu yok, dayak var.
Netflix’in sinema belgesellerini seviyorum. Yakınlarda yayınlanan Voir’i izlerken şunu düşündüm; yeni filmler izlemek için eskisi kadar hevesli değilim. Evet, günümüzde çok fazla film çekiliyor ama çok az iyi film var. Belki de bu yüzden izlediğim iyi filmler hakkındaki yazılar-belgeseller vs. yeni filmlerden daha çok ilgimi çekiyor. 2021’i çocukluğumda izleyip çok sevdiğim filmlerle yeniden buluşarak ya da o dönemde ıskaladıklarımı yakalayarak geçirdim. Yeşilçam sinemacılarının 80’ler video furyasında ürettiği çöp işlere bayılırım. Pek çok örneğini Öteki Sinema’da yazdım ama benim de kaçırdıklarım vardı. Onlardan yakalayıp sizlerle paylaşmak istediklerim aşağıda…
Cinayetin Sırrı: Filmlerine bayıldığım Kadir Akgün’ün, oradan buradan araklama fikirlerle kotardığı bir cinayet gerilimi. Bu kez Engin Çağlar gibi görece ünlü oyuncularla çalışmayı da başarmış. Bir Kadir Akgün trash’inden bekleyebileceğiniz her şey var; Casio orgla yapılmış tema müziği, güzel ama odun kızlar, 80’ler seksisi uzun permalı saçlı asi gençler. Aşk-seks-hırs-cinayet!
Seyyar Kamil (1987): Sitemiz okurları için müthiş yazılar yazan Osman Cavcı’nın filmografisini takip ederken karşıma çıkan bir film. Türlü cinlikler ve sakarlıklar içeren klasik bir Aydemir Akbaş komedisi ancak dublajını kendisi yapmadığı için karakteri komik durmuyor. Cinayetin Sırrı’nda karşıma çıkan Recep Bülbülses bu filmde de var. O dönem çekilmiş bütün ucuz filmlerde bir şekilde gözüküyor zaten. Arabesk furyasının ortasında çekilmiş olan Seyyar Kamil’in ses kuşağı kulak kanatan dolmuş müziğiyle döşeli. Film olarak övülecek bir tarafı yok ancak 80’ler Türkiyesi’ni gözlemlemek isteyenler belgesel niyetine bile izleyebilir.
Bir Kadın Tuzağı (1987): Bir zehirli sarmaşık hikayesi. Bu kez, 80’ler jönü Kenan Kalav’ın yakışıklılığı yüzünden başına gelmeyen kalmıyor. Kalav bu filmde komşu kızı tarafından takıntı haline getirilen bu yüzden de hayatı kayan bir genci oynuyor. Aynı yıl çekilen Öldüren Cazibe (Fatal Attraction) filminden araklanmış çok fazla şey var ancak film kendini izletme konusunda oldukça başarılı.
Kilyos Cinayeti (1989): Kenan Kalav filmlerinin peşinden giderken rastladığım polisiye gerilim. Yönetmen koltuğunda Yeşilçam ustalarından Artun Yeres var ki kendisinin çektiği Bir Günlük Aşk filmine bayılırım. Filmde kendisini aldatan karısına tuzak kuran bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Oyuncuları; Kenan Kalav, Arzu Aydın, Bülent Bilgiç ve Fulden Uras. Youtube’da var, izleyin. Şimdi çekilen bir sürü gişe filminden daha iyi bir hikayeye ve rejiye sahip.
Hamam Böcekleri Film Çekiyor (1985): Bu aralar Youtuber filmleri meşhur ya hani, bu fikrin ne kadar eskilerde uygulaması olduğunu anlamanız için bu filmi buldum, izledim ve yazıyorum. Hamam Böcekleri olarak tanınan iki sahne komiği olan Mimi ve Nejat’ın başına gelen komik (aslında değil) olayları anlatan kaotik bir skeçler topluluğu. Arada bir görünen ama afişte adı yazan Erol Büyükburç falan da var. Köyden kente göç gibi dönemin popüler toplumsal sorununa el atsa da aslında tek derdi para yapmak olan bir film. Yapamamış o ayrı!
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri