Öteki Sinema Yazarlarının 2022 Yılı Keşifleri

27 Aralık 2022

2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir’ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2022 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…

Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.

blank

The Innocents (2021): Joachim Trier filmlerinde senaryolara katkıda bulunan Eskil Vogt’un  ikinci uzun metrajlı filmi. İlk film, kısa metrajdan uzun metraja geçen Norveçli yönetmenlerin yapmayı sevdiği gibi birbirine paralel ilerleyen, birbirine gevşekçe bağlı olan ve bazı noktalarda kesişen birkaç hikayeden oluşan bir filmdi. İyi başlasa da sonlara doğru bir üst kurmaca olduğu anlaşılınca büyüsü bozulan bir işti. The Innocents ise kendine has bir dil ve atmosfer tutturan, özgün bir iş. Korku ve gerilim türlerinde iyi iş çıkaramadığını düşündüğüm Norveç sinemasından çıkan en iyi işlerden biri olmakla kalmayan The Innocents, aynı zamanda bu yıl izlediğim en iyi filmlerden de biri.

The Middle Man (2021): Sakin, hümanist ve pozitif atmosfere sahip filmlerini sevdiğim Bent Hamer’ın 2014’teki 1001 Grams’ı gerek konuyu işleyişindeki yüzeysellik, gerekse finali bağlarken gösterdiği süflilik nedeniyle beni biraz üzmüştü. The Middle Man ise Hamer’ın başka bir noktadan sinemasını raylara geri oturtmasının simgesi olarak yeniden sevgimi kazandı. Hamer, Lars Saabye Christensen’in Sluk isimli romanından uyarladığı filmde her ne kadar bir Amerikan kasabası olan Karmack’i ve oranın donuk yaşamını anlatır gibi gözükse de aslında filmin geçtiği mekan Norveç kırsalındaki bir kasabadan farklı değil. Hikayenin belli noktalarına yerleştirilmiş ipuçlarına dikkat ettiğinizde ve bazı diyalogları can kulağı ile dinlediğinizde sürpriz sonu önceden kestirmeniz olası ama bu durumda bile filmin büyüsü kaçmıyor. Bob Spencer’ın diyolaglarındaki çift anlamlılık iyi düşünülmüş ve icra edilmiş. Bir futbol takımında, ikinci yarıda oyuna girip skoru değiştiren ve oyunu güzelleştiren tecrübeli bir orta saha oyuncusuna benzettiğim Aksel Hennie, filmde pek az gözükse de performansıyla yüz güldürüyor. Pal Sverre Hagen’e olan alerjimi 95 dakikalığına askıya aldırabilen bir yönetmen usta bir yönetmendir.  Bu da iyi bir filmdir efendim!

blank

I Am Yours (2013): Norveç’te yaşayan Pakistan asıllı bir sinemacı olan Iram Haq’ın otobiyografisinden derin izler taşıyan ilk filmi olan What Will People Say’in düştüğü oryantalist çiğlik tuzağına çoğu zaman düşmeyen, dengeli ve eksiklerine rağmen başarılı bir kesit filmi.

Lamb (2021): 2021 yılı, belli alt metinleri olan korku drama filmlerinde İskandinav sineması için altın bir yıl oldu. The Innocents’ınkine benzer bir özgünlüğü ve başarıyı tekrar eden bir İzlanda-İsveç-Polonya ortak yapımı olan Lamb, kaçırılmayacak filmlerden.

Hamlet (1948): Defalarca okumaktan ve izlemekten bıkmayacağım bir klasiğin, en iyi sinema uygulamalarından biri.

Bonus/ Dont Look Up (2021): Pek de uzak sayılmayacak distopik bir gelecekte geçen, bolca sermaye, medya ve devlet aklı eleştirisi içeren ve her şeye rağmen insanın kendi kaderini kendisinin yazdığının altını çizen harika bir kara komedi.

blank

Hobbit Üçlemesi (2012-2014): Normalde uyarlamalar hayal kırıklığı yaratır ama Yüzüklerin Efendisi üçlemesi, sorunsuz olmasa da kitapları okurken kafamda canlandırdıklarıma çok yakındı. Ama Peter Jackson, Hobbit’ten de 3 film çıkarmaya yelteneceğini söyleyince alarm zilleri çalmaya başladı. Gösterime girdiğinde sadece ilk filmi izlemiştim, video oyunu gibi geldiği, hikâye de beklediğim gibi sünek cisme dönüştüğü için devamını izleme gereği duymamıştım. Zor da olsa sonunda hepsini izlemeyi başardım. En iyisi orta film ama Yüzüklerin Efendisi’nin öncülü olma çabası yüzünden hikâye kendi içine çöküyor. Yeni Zelandalı sinema emekçilerinin bu film yüzünden haklarından olması da cabası. Keşke önceden planlandığı gibi Guillermo del Toro tarafından iki film olarak çekilseydi. Legolas’ın havada merdiven tırmandığı sahnede kahkahayı patlattım bu arada. Elf bacakların yerçekimini neden görmüyor Legolas?

Wargames (1983): Ben bu filmi nasıl kaçırmışım? Öyle çocukken TRT’de izleyip unuttuğum filmlerden biri de değil. Başrolünde Matthew Broderick’in olduğu Wargames, liseli bir hacker’ın şans eseri ABD devletinin nükleer füzelerin ateşlenmesini emanet ettiği yapay zekâyla temas kurması üzerine yaşananları anlatıyor. Burada hassas nokta liseli çocuğun bu işi korsan oyun oynamak amacıyla yapması ve yapay zekânın füzeleri nasıl ateşleyeceğini strateji oyunlarıyla öğrenmesi. Gerisini tahmin etmişsinizdir. Wargames teknik olarak iyi yaşlanmamış. Öte yandan filmin, Soğuk Savaş döneminden bu yana pek duymasak da nükleer silahlanma, yapay zekânın tehlikeleri gibi konularda söyleyecek hâlâ geçerli sözleri var. Hollywood filmlerinde sıklıkla izlediğimiz “zeki bilim insanı, laftan anlamayan kıro ordu komutanına karşı” klişesine ise taraf tutmayarak düşmüyor. Çok keyifliydi.

blank

Dune (2021): Bazı yönetmenlerin bilim kurguyla ilgilenmesinin tür için büyük şans olduğunu düşünüyorum. Denis Villeneuve de onlardan biri. Dune’daki tarzı bana çok sevdiğim bir başka yönetmeni, Scott Hicks’i hatırlattı. Özellikle Aşkın Sırları’nı (Snow Falling on Cedars). O da uyarlamaydı ve Hicks’in rejisi, romandaki tüm tasvirleri seyirciye vermeye çalışıyordu. Dune da “söyletme, göster” kuralının bu maksatla kullanıldığı filmlerden biri. Üstelik hareketli sahneler de bu şekilde çekilmiş. Kum solucanının hasat makinesini yutmasından büyük saldırı sahnesine kadar her şey, olan biteni tıpkı roman gibi karakterlerin gözünden tasvir edecek şekilde. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Showgirls (1995): Paul Verhoeven favori yönetmenlerimden biri. Hollywood’dayken çektiği bilim kurguların aptal aksiyon filmi gibi görünmesine rağmen çok daha derin olmasını, hiciv ve seyirciyi ikilemde bırakmak konularındaki maharetini, kamerayı neredeyse tamamen seyirciye bilgi verecek şekilde kullanmasını seviyorum. Bunların hepsi Showgirls’te de var ama anlamsız bir senaryo, yapay karakterler ve kötü oyunculuk da var. Verhoeven’ın Yıldız Gemisi Askerleri’nde faşizm için yaptığı hicvin bir benzerini Amerikan Rüyası için yapmaya çalıştığı çok açık ve en az onun kadar iyi bir filmin iskeleti var burada ama o iskeletin üzerindeki dokular biraz ağırlık yapıyor. Yedi Razzie’yi hak etmediğini, Verhoeven’ın ödülü almaya giden iki kişiden biri olduğunu ve filme olan tepkilerin son dönemde bir hayli yumuşadığını belirtelim ama Verhoeven’ın filmografisinin en zayıf filmi olduğunu da kabul edelim.

Benedetta (2021): “Verhoeven’den Babam Çıksa İzlerim” festivalinin ikinci filmi Benedetta gerçek bir olaydan uyarlanmış olsa da yönetmenin “vahşet-cinsellik-vahşet” döngüsünü bünyesinde barındırıyor. Ama yönetmen konunun önüne geçmemesi için sanki kendini biraz tutmuş bu filmde. İsa’yla ilgili sanrılar gören Benedetta’nın tam da bu yüzden bir manastırın başına geçişini izliyoruz. Tabii bu arada politik düşmanlar da ediniyor ve onları alt ederken ne kadar zeki bir kadın olduğunu da gösterme fırsatı buluyor. Hatta biraz fazla zeki. Gördüğü sanrılar da buradan kaynaklanıyor… mu acaba? Film uzun bir süre Benedetta’nın sanrılarının yükselmek için yazdığı senaryolar mı olduğu, yoksa gerçekten şizofren mi olduğu konusunda seyirciyi muallakta bırakacakmış gibi görünüyor ama Gerçeğe Çağrı’nın aksine bu kez yanıtı vermeyi yeğliyor Verhoeven.

blank

The Mascot (Fetiche, 1933): Moskova’da doğup büyümüş bir Polonyalı olan, ölü böcekleri kullanarak başladığı animasyon çalışmalarını Ekim Devrimi’nden sonra taşındığı Fransa’da sürdüren animasyon film yapımının öncü ismi Wladyslaw Starewicz’in olağanüstü güzellikteki eseri. Türlü çeşit malzemelerle oluşturulmuş harika karakter tasarımları ve çok ustaca canlandırmalarla sizi ekrana esir eden, hele şeytanın verdiği parti sahnesiyle zirveye çıkan bir deli işi. Bir oyuncak köpeğin, kaybolduğu sokaklarda yaşadığı maceraları anlatan yarım saatlik film Wladyslaw Starewicz’in (Fransa’ya taşındıktan sonra adını Ladislas Starevich olarak değiştirmiştir) diğer filmlerini de görmek istemenize neden olacak.

Polowanie na Muchy (1969): Karısı ve çocuğuyla birlikte aile büyükleriyle de bir arada yaşadığı evde iyice bunalmış olan bir adamın hezeyanlarını anlatan, Andrzej Wajda’nın acımasız taşlamalarla dolu kara komedisi çok iyi bir film olmasının yanında bu listedeki yerini biraz da filmin özünü harika bir basitlikle yansıtmayı başaran göz alıcı afişine borçlu.

blank

Manos Torpes (1970): İki genç sevgilinin arasına giren zengin kötü hikayesi olarak başlayan ama sonra melodramdan kanlı intikam filmine dönüşen, içine 150 yaşında Çinli bilge bir silahşor katarak finale doğru koşturan, iyi çekilmiş İspanyol-İtalyan ortak yapımı kovboy filmlerinden biri. Güzel kurgusu senaryodaki ne yazık ki sansüre uğramış kısımları örtmeyi başarıyor.

Clawing! A Journey Through the Spanish Horror (2013): İspanyol korku filmlerinin 50’lerden günümüze yolculuğunu üstün körü anlatan, röportajlardan ve örnek filmlerden seçilmiş sahnelerden oluşan bir belge filmi. Kapsamlı ve doyurucu bir yapım olmasa da belli filmler, yönetmen ve oyuncuları keşfetmenizi sağlayacak, konu hakkında bilgi veren pek yapım olmadığı göz önüne alınınca İspanyol korku sinemasına aşina olmayanlar için de yol gösterici olacaktır. Baştaki, korku filmlerinin neden sevildiğine dair fikirlerin açıklandığı, filmin geri kalanıyla hiçbir ilgisi olmayan sıkıcı ilk yedi dakikayı atlayarak izlemeye başlamanız önerilir.

Pass Thru (2016): Gelecekten gelen bir varlık dünya üzerindeki üç yüz milyon kötü insanı yok etmeye karar vermiştir. Konuyu boş verelim. Eğer siz de izlerken göz ve kulaklarınızdan kan akıtan, ciğerlerinizi cayır cayır yakan, üstünüzü başınızı yırtmanıza rağmen hâlâ üstünüzü başınızı yırtmaya çalışmanıza neden olan kötülükte filmleri seviyor, kendilerine has berbatlıkta filmler çekmeyi sürdüren acınası kişilere hastalıklı bir bağlılık duyarak bir sonraki kendilerine has berbatlıklarını merakla bekliyor, bir süre eğlendirip ara ara öfkelendiren, güldürürken bir yandan kahredip sizi duygudan duyguya savuran birbirinden çöp sahnelerden başınızı kaldırdığınızda, ben şu anda ne yapıyorum diye kendinizi sorgulama deneyimi yaşamaya bayılıyorsanız yalnızca Pass Thru değil Neil Breen’in tüm filmlerinden uzak durmalı ve ruh sağlığınız daha da kötüleşmeden bir an önce tedavi olmalısınız.

blank

The Cube (1969): CBS’in gözde dizisi The Twilight Zone (Alacakaranlık Kuşağı, 1959-1964) ile kazandığı ekran başarısına öykünen NBC, benzer bir antoloji dizisi için kolları sıvar ve ortaya Experiment in Television (1967-1971) çıkar. Bu dizinin 23 Şubat 1969’da yayınlanan bölümü, Jim Henson’ın yönettiği The Cube olur. Henson, televizyon için yaptığı kukla şovlarıyla tanındıktan sonra Sesame Street (Susam Sokağı) ekibine katılmış, sonrasında yaratıcısı olduğu The Muppet Show ile kuklalarıyla yetişkinlerin de ilgisini çekecek şovlar yapabileceğini göstermiştir. Finansal açıdan güçlendikten sonra The Dark Crystal (1982) ve Labyrinth (1986) gibi daha fantastiğe kayan filmler yönetir. Popüler TV işlerinden daha farklı bir yöne giden bu cesur adımlar, kimilerini çok şaşırtır. Fakat Henson, kısa filmi Time Piece (1965) ve keşif listemize konu olan The Cube (1969) ile bunun sinyallerini çok önceden vermiştir. Vincenzo Natali’nin kült filmi Cube’ün (1997) en büyük esin kaynağı olan The Cube, küp şeklinde boş bir odaya hapsedilmiş bir adamın neler olup bittiğini anlama ve esaretten kurtulma çabasını anlatıyor. Odanın çeşitli yerlerinde açılıp kapanan kapılardan içeri girip çıkan insanlar ve aniden odada belirip yok olan eşyalar ile odanın ne olduğunu ve niye orada bulunduğunu anlamaya çalışan isimsiz adam, bir yandan da çıkış yolunu bulmaya çalışıyor. The Matrix (1999) veya The Truman Show (1998) gibi filmlerle benzer mevzuları kurcalayan The Cube, TV tarihinin en tuhaf işlerinden biri olarak anılmayı hak ediyor. “What is the cube?”

Not: Time Piece’i izlemek isteyenleri vimeo.com/483238072, The Cube’ü izlemek isteyenleri facebook.com/watch/?v=1104420940019743 adresine alalım.

World on a Wire (1973): Usta yönetmenlerden Rainer Werner Fassbinder’ın elinden çıkma bilim kurgu dizisi, hangi sinemaseverin ilgisini çekmez ki? Alman ARD kanalı için çekilen ve her biri yaklaşık 100 dakika süren iki bölümden oluşan mini dizi World on a Wire için üç buçuk saati aşkın süreye sahip bir sinema filmi de denebilir rahatlıkla. Simulacron adlı devlet destekli projenin başındaki Profesör Vollmer, şüpheli bir kaza sonucunda ölür. Projenin başına profesörün yardımcısı Dr. Fred Stiller getirilir. Simulacron, içinde günlük hayatlarını insan gibi sürdüren ve bir simülasyonun içinde olduklarının farkında olmayan binlerce birimin yaşadığı yapay dünyayı bir süper bilgisayar aracılığıyla yöneten simülasyon programının adıdır. Stiller, profesörün ölmeden önce bilmemesi gereken bir “şey” keşfettiğinden ve belki de bu yüzden öldürüldüğünden şüphelenmektedir. Amerikalı bilim kurgu yazarı Daniel F. Galouye’nin 1964 tarihli Simulacron-3 adlı romanından uyarlanan öncü dizi, benzer mevzuları kurcalayan Blade Runner (1982) ve The Matrix (1999) gibi filmlerle aynı sulara yıllar öncesinde dalıyor.

blank

Dark Intruder (1965): Alfred Hitchcock’un sahibi olduğu Shamley Productions, Alfred Hitchcock Presents (1955-1962), The Alfred Hitchcock Hour (1962-1965) ve Suspicion (1957-1958) gibi televizyon dizilerinin yapımcılığını üstlenen yapım şirketidir. The Black Cloak adıyla yayınlanması planlanan dizi de şirketin projelerinden biridir ve dizinin pilot bölümü olarak senaryosunu (kaynağı malum Barre Lyndon mahlasını kullanan) Alfred Edgar’ın yazdığı Dark Intruder çekilir. (Süresinin sadece 59 dakika olması bu yüzden.) Harvey Hart’ın yönettiği film, NBC tarafından 60’lı yılların televizyonunda gösterilmek için fazla sert ve korkunç bulunarak reddedilir. Bir şekilde filmin hakları Universal’a geçer ve böylece Dark Intruder’ın arabalı (‘drive-in’) sinema macerası başlamış olur. William Castle’ın yönettiği I Saw What You Did’in (1965) yanına iliştirilerek iki film birden (‘double bill’) olarak yapılan gösterimlerle ülkeyi dolaşır ama -sebebi Castle’ın batık filmiyle beraber gezmesi midir bilinmez- kısa sürede unutulur. Hâlbuki Dark Intruder, hiç de yabana atılacak bir film değil. Lovecraft esintileri taşıyan doğaüstü hikâyesini, sıra dışı bir polisiye vakanın içine başarıyla monte eden film, hem sağlam senaryosu hem de çarpıcı sinematografisi ile izleyeni kolayca avucuna almayı biliyor. Polisin çaresiz kaldığı anda devreye giren ve en az soruşturmanın kendisi kadar sıra dışı Brett Kingsford karakteriyle daha da ilgi çekici hale geliyor. Çapkın, çalışmaya ihtiyaç duymayacak kadar zengin, şahsına ait özel suç laboratuvarı bulunan ve tabii ki okült uzmanı Kingsford’ı merkeze yerleştiren Dark Intruder, sinema/dizi tarihinde doğaüstü olayları araştıran dedektif karakterinin yer aldığı (bulabildiğim kadarıyla) ilk film olarak ayrıca önemli hale geliyor. Edebiyat ve sinema/dizi tarihinin birçok meşhur dedektifi gibi en içinden çıkılmaz görünen vakaları bile kolaylıkla çözme becerisine sahip Kingsford’a can veren oyuncu ise (sıkı durun) yıllar sonra The Naked Gun (Çıplak Silah) serisi gibi birçok komedi filmiyle neredeyse yıldız statüsüne erişen Leslie Nielsen. Dark Intruder, daha sonrasında gelen televizyon filmleri Fear No Evil (1969) ile devam filmi Ritual of Evil (1970), pilot bölümler olarak televizyona çekilen The Night Stalker (1972) ve The Night Strangler (1973) adlı iki harika TV filminden sonra yayına giren dizi Kolchak: The Night Stalker (1974-1975), The X-Files (1993-2018), Angel (1999-2004) ve hatta Supernatural (2005-2020) gibi filmlerin ve dizilerin prototipi sayılabilir.

Not: Sadece bir yıl sonra çekilen ve ne yazık ki Dark Intruder ile hemen hemen aynı akıbete sahip ve ana yapı itibarıyla da oldukça benzeşen Chamber of Horrors’ı (1966) da arada önermiş olayım.

Out of Order (1984): O zamanki adıyla Batı Almanya’dan dört dörtlük bir tek mekân gerilimi. Carl Shenkel’in yazıp yönettiği Out of Order, sadece elindeki ana hikâyeye odaklanarak, herhangi bir yan yola sapmadan, bildiği yolda dümdüz ilerliyor. Filmin konusu, bir Cuma gecesi bozulan asansörün içine hapsolan dört kişinin kurtulma mücadelesi şeklinde tek cümleyle basitçe özetlenebilir. Film de en az konusu kadar basit ve hatta klişe ama türün bütün gereklerini harfiyen yerine getiren filmdeki teknik becerilere hayran olmamak elde değil. Böyle soluksuz izlenen, sımsıkı tür filmlerini çok seviyorum, Out of Order da onlardan biri. Nitekim Carl Shenkel, bu filmden sonra Hollywood’a transfer oldu.

The Borrower (1991): Takdire şayan ilk uzun metrajı Henry: Portrait of a Serial Killer (1986) ile ismini duyuran John McNaughton’ın sonraki projesi The Borrower da en az ilki kadar rahatsız edici ama bu sefer işin içine bir tutam mizah katmayı da ihmal etmemiş. Böcek şeklindeki suçlu bir uzaylı, en ağır cezalardan biri olarak tersine evrim prosesiyle insan formuna dönüştürülüp dünyaya sürülür. Ancak uzaylının yeni bedeninin bir zaafı vardır, belli bir süre geçtikten sonra kafası patlamaktadır. Bu yüzden yaşamını sürdürebilmek için yeni kafaya, hatta kafalara ihtiyacı vardır. İşte filmin adı burada devreye giriyor; karşılaştığı insanların kafalarını kopartarak “ödünç” almaya başlayan uzaylı, filmin ‘splatter’ alt türüne dâhil olması için gerek ve yeter şartların yerine getirildiği birçok “kopuk” sahneye ev sahipliği yapmasını sağlıyor. The Borrower, her haliyle çok garip bir film. Genel yapı itibarıyla The Dark (1979) ve The Hidden (1987) gibi filmlere çok benziyor. Bir yandan şehrin çeşitli yerlerinde bulunan kafasız cesetlerin sırrını çözmek isteyen iki polisin peşine takılıyor. Öte yandan kafasını kopartıp aldığı kurbanlarının hafızasının bir kısmını da miras gibi devralan uzaylının yaşadıklarına odaklanıyor. Böylece ortaya tuhaf bir karışım çıkıyor. Bir tarafıyla polisiye türüne, diğer tarafıyla korku türüne yakınlaşan film, bu ikisini bir arada tutabilmek için oldukça acayip bir mizah anlayışını tutkal gibi kullanmaya niyetleniyor. Çok çalıştığı söylenemez ama ne olursa olsun, sonuçta The Borrower, “kötü film” sevenleri her türlü memnun edecek birçok sahneye sahip. Son bir not olarak filmin bir dolu yapım aşaması ve yapım sonrası sorunla karşılaştığını, (1988 ya da 1989’da gösterime girecekken) yapımcı şirket Atlantic’in geri çekilmesiyle rafa kaldırıldığını ve yaklaşık üç yıl rafta bekledikten sonra (neyse ki) devreye giren Cannon sayesinde ancak 1991’de gösterime girebildiğini de ekleyelim.

blank

Everything Everywhere All at Once (2022): Rengarenk, kaotik, beyin zorlayan ve eğlenceli! Her Şey Her Yerde Aynı Anda, çoklu evrenlerin, farklı boyutların çarpıştığı 2022 yapımları arasında kalbimi çarptıran oldu. Evrenin açıklaması tam da böyle bir şey olabilir. Ama rüya içinde rüya ya da bir kaplumbağa da olabilir. Michelle Yeoh’yu, canım kung fu kraliçemi, böyle bir yapımda görmek ayrıca güzeldi. Yalnız beni rahatsız eden bir şey var: Umarım bana çok iğrenç bir sıçrama tahtası gelmez!

Mouse (Mauseu, 2021): Güney Kore yapımı, korku gerilim türündeki Fare, benim listemin görünmez bir numarası. Hayata bağlılığımı tazelediği için. Her bölümde bana dozaj dozaj hayranlık, şaşkınlık, umut verdi. İçimdeki canavarı sanatla besleyerek insan etti. Çünkü hayatta ölmemek için sanat var. Bu diziyi, belki başka birinin de hayata tutunmasını sağlar diye buraya bırakıyorum. Ayrıca cinayet gizemi çözmeyi seven tüm Sherlock’lara da şiddetle tavsiye ediyorum.

blank

The Night House (2020): İlk dakikasından 107. dakikasına kadar kasvet, gizem ve bilinmezlik… Sonu ister uzaylı bir böceğe ister rüyaya bağlansın hatta sonu hiçbir şeye bağlanmasın fark etmez, merak ve gerilimi freş tutan filmler her daim favorim. Kaldı ki bu film ortaya saçtıklarını toplamayı da iyi başarmış. Rebecca Hall’un güçlü performansı ve yönetmen David Bruckner’in işini iyi yapması sayesinde. Karanlığı huzurlu bulanlar bu filmde katarsis yaşayacak.

The Banshees of Inisherin (2022): O kadar basit, o kadar tuhaf ve o kadar güzel ki… Çok da komik. Hepimizin hayatta en az bir kez başına gelen çok insani bir içgörüden yola çıkıyor ve gittikçe tuhaflaşıyor. Colm gibi net olamadığımız için nelere katlandık, Padraic’lere hep yüzeysel baktık, onlardaki içtenliğin verdiği hazzı anlayamadık. Tanrı eşekleri umursasaydı dünya çok daha farklı bir yer olabilirdi çünkü. Inisherin’in sıkıcı ve kaçık ölüm perilerini izleyin.

Wednesday (2022): Listemde Wednesday olmazsa olmazdı. Çünkü orada, al da at dercesine beni bekleyen bir pastı. Çünkü Tim Burton’ın bebek yüzlü, koca gözlü canavarları; ucu kıvrık dallardan oluşan ormanları; çocuksu korkunçlukları, hüzünlü masalları var. Çünkü yarı kederli yarı neşeli dışlanmışları var. Neden tadını çıkarmayalım ki? Yemeğe oturduğumda unuttuğum çatalı getirecek, ceketimdeki beyaz ipliği alacak, bana manikür yapacak bir elim olsun isterdim.

blank

Bu sene de, her sene olduğu gibi izlediğim bir sürü film içinden beni en çok çarpan, etkileyen filmleri sizlerle paylaşmak istedim. Her zamanki gibi bu Top 5 hiçbir önem sıralamasında değildir, her kademe eşittir.

The Parallel Corpse (Det parallelle lig, 1982): Listeme bomba gibi düşen bu Hollanda filmi, Fatih Akın’ın Golden Glove’ı ile aynı DNA’ya sahip. Neredeyse hiç diyalog olmayan 4 sekanstan oluşan filmde, iki iğrenç adamın birbirleri ile olan muharebesini izliyoruz. Bir tarafta görünüşte saygıdeğer ama aynı zamanda üvey kızı ile olan ilişkisi yüzünden onu öldüren ve bunu saklamaya çalışan Hans, öteki tarafta da cenaze evinde krematoryumda çalışan ve cesetlerden mücevherleri soyan Allan. Bu ikilinin çarpışması yer yer kanlı, yer yer tansiyonun nabzını çok yükselten bir gerilim filmi. Kaçırmayın derim.

Soft & Quiet (2022): SXSW’yu sarsan ama sonrasında dağıtımcının beklemesi yüzünden ne yazık ki daha görücüye çıkamayan, çıktığı zaman çok insanı sarsacak bir ilk film. Bir grup kadının gayet “masum” görünümlü okul sonrası toplantısı ile başlayıp çok ama çok sarsıcı yerlere giden bu film, sizi çoook mutsuz edecek.

blank

Vendhu Thanindhathu Kaadu (2022): Bir hata yüzünden kendini köyünden aforoz edilmiş bulan Muthuveeran, büyük şehirde annesinin bir tanıdığının aracılığı ile bir lokantada iş bulup köle gibi çalışmaya, akşamları da 30 kişi ile beraber aynı odada yatmaya başlar. Lokantanın aslında bir paravan olduğunun ve bazı çalışanların aynı zamanda mafyanın kirli işlerine baktığının ortaya çıkması ile Muthu’nun hayatı olduğu gibi değişecektir. Bilinen mafya klişelerinin dışında, sadece ve sadece en dipte bulunan ayaktakımına bakması ile çok ilginç bir hikaye sunan ve bir iki sekansta teknik olarak kendine hayran bıraktıran bu film, aynı zamanda da iyi bir kadro ile kendine hayran ediyor.

El comisario G. en el caso del cabaret (1975): Her ne kadar düşük bütçe ve şöyle-böyle bir cast ile biraz tökezlese de, bu İspanyol giallo filmi, türe getirdiği yeni bakış açısı ile beni baştan çıkardı. Yıkılacak bir binanın temelinde bulunan bir ceset ile başlayıp çok ilginç yerlere giden ve aynı sekansı tekrar tekrar değişik karakterlerin gözünden göstererek Rashomon’vari bir yaklaşım ile seyirciyi şaşırtan, kaçırılmaması gereken, unutulmuş bir film.

China White (1989): Amsterdam’da geçen bir Hong Kong ‘heroic bloodshed’ filmi! Evet, yanlış duymadınız!.. Ayrıca Freddy vs. Jason’ın (2003) yönetmeni Ronny Yu’nun ilk filmi olan China White, bildiğimiz bütün Hong Kong deliliğini Amsterdam’ın kanallarına taşıyor ve taşırken de bizi mest ediyor.

blank

Titane (2021): Body horror alt türünü bir krallık olarak düşünürsek, Julia Ducournau, ikinci filmi Titane ile krallığın hazine odasından en paha biçilmez cevherleri arakladıktan sonra, toplumsal cinsiyet kalıplarını büken, sürrealist, şiddete tutkun, cool ama ateşli bir hükümdar olarak tahtta hak sahibi olduğunu ilan etmiştir diyebiliriz.

Crimes of the Future (2022): Öte yandan, kral “biz daha ölmedik, herkes sakin olsun” diye bir çıkış yapmış, sanki. Cronenberg’in en görkemli günlerinden yankılar var filmde, ama nostaljik değil. Yer yer kendinin parodisini yapıyor gibi ama bir teşhirci/röntgenci toplum eleştirisi de var, kör göze parmak.

blank

Lamb (2021): Sürprizbozan vermeden bu filmden bahsetmek zor. Folk korku olarak tanımlanan, İzlanda yapımı bir film. İşin folk kısmı filmin sonlarına doğru kendini gösteriyor. Tuhaf ve tekinsiz bir aile draması demek daha doğru belki de.

Pub: The Movie (2022): The Search for Weng Weng belgeseliyle tanıdığımız Avustralyalı yönetmen Andrew Leavold, bu sefer Melbourne’un punk ortamlarının efsane figürlerinden, Pub adlı haftalık çizgi romanın yaratıcısı ve I Spit on your Gravy ve The Fuck Fucks gibi gruplarda vokalistlik ve davulculuk yapmış Fred Negro’nun hayatını anlatan bir yapımla geri dönüyor. Underground kültür ve sanatla ilgilenenler için elzem bir film.

Ablaze (2022): Avustralya’dan bir başka belgesel. Bu sefer, aktivist, oyuncu ve ilk Aborjin film yapımcısı olduğu tahmin edilen Bill Onus’un hayatı hakkında bir yapım. Alec Morgan, bir film arşivinde bulduğu sessiz film makaralarından yola çıkarak Bill Onus’un torunu, opera sanatçısı Tiriki Onus’a ulaşıyor. Beraber, filmdeki görüntülerin hikayesinin izine düşüyorlar ve Aborjin halkların Avustralya toplumu içinde haklarını arayışının tarihini anlatıyorlar.

blank

Bu yıl çeşitli çalışmalar kapsamında çok sayıda (daha önce izlemediğim) film izledim. Shoot (1976) gibi bazı örneklerden yazdığım çeşitli incelemeler içinde faydalandım; Unman, Wittering and Zigo (1971), My Dinner with Andre (1981) ve Auto Focus (2022) gibi filmlerden bahsettiğim yazılar yakında biter, aşağıdaki filmleri de bir şekilde yazılara konu etmeyi düşünüyorum ama henüz hiçbiriyle ilgili bir şey yazmadım, o nedenle şimdiden burada paylaşmak istedim.

Deliver Us from Evil (1973): Bu yıl, oynadığı hemen her filme renk kattığını düşündüğüm bazı oyuncuların (George Kennedy, Ernest Borgnine, Henry Silva, James Coburn vs.) kıyıda köşede kalmış TV filmlerine yoğunlaştım. İtiraf ediyorum, çoğu tırt çıktı ama arada Deliver Us from Evil (1973) gibi güzel filmlerle de karşılaştım. Deliver Us from Evil (1973) Jan-Michael Vincent, Jim Davies ve George Kennedy gibi isimlerin yer aldığı sağlam bir suç draması. Birlikte dağda kamp yapan birkaç adam, bir uçaktan -yanındaki 600.000 dolarla- paraşütle atlayan bir adamı buluyorlar ve olaylar gelişiyor. Aslında olay, 24 Kasım 1971’de gerçekten yaşanmış bir olaya dayanıyor. Dan Cooper adında biri bir Boeing 727’yi kaçırıyor ve uçaktaki 200 bin doları alıp paraşütle atlıyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor; takip eden yılda bu soygun tipini kopyalayan tam 15 uçak kaçırma eylemi yapılıyor. Deliver Us from Evil eylemin kendisine değil de parayı bulan adamların ahlaki tercihlerine odaklanan enteresan bir film.

Szerelem (Aşk/Love, 1971): Fırsat buldukça önemli festivallerde ödül almış eski(meyen) filmleri tarıyorum. Bir filmin bir şekilde piyasaya/dolaşıma (sinema, TV, video vs.) girmesinin üstünden 30-40 yıl geçmeden onu tarihsel bir konuma oturtmak, hakkını vererek değerlendirmek bir hayli güç, o yüzden genellikle 1980 öncesine yoğunlaşmış durumdayım. Szerelem’i (Love) de öyle keşfettim. Szerelem, Cannes Film Festivali’nde yönetmeni Karoly Makk’a Jüri Ödülü kazandırmış bir film, ödülü paylaştığı Joe Hill’i de tavsiye ederim. Neyse, Macar eleştirmenler 2000 yılında Szerelem’i gelmiş geçmiş en iyi 12 Macar filminden biri seçmişler. Politik bir tutuklunun (Janos) annesi yatalaktır ve sağlık durumu son derece kötüdür. Kadın oğluna çok düşkün olduğu için gelini kayınvalidesine oğlu Janos’un hapiste olduğunu söyleyemez, onun yerine New York’ta önemli bir film çekmekte olduğu yalanını söyler ve onun ağzından uydurma mektuplarla bu yalanı büyütür, büyütür… Szerelem sinema tarihinde görüp görebileceğiniz en dokunaklı gelin-kaynana filmi olabilir. Anne oğluna düşkün, oğlu annesine. Karı-koca da birbirlerine âşık. İnsanın boğazını düğümleyen şey ise birbirini deli gibi seven anne ile oğulun film boyunca hiç aynı sahnede görünmemeleri.

blank

Hail, Mafia (1965): Henry Silva araştırmalarımın beni götürdüğü, gelmiş geçmiş en iyi gangster bromance’lerden (iki erkeğin dostluğuna dayanan film) biri kabul edilen saklı bir hazine. Bir saat boyunca pek inandırıcı olmayan müphem olaylar seyrediyoruz. Hele Fransa’daki sahneler iyice manasız. Mafya, bir adamın infaz kararını veriyor ve bu işi halletmeleri için iki tetikçi buluyor. Sonra infaz kararı verilen kişiden ölümüne nefret eden bir başka mafya üyesi kontratı alan iki tetikçiden birinin yerine geçiyor. Bu noktadan sonra iki tetikçi arasında bir dostluk inşa edilmesini bekliyorsunuz ama nafile… Nereye bağlanacak şimdi bu hikâye diye merak ediyorsunuz ama film son 15 dakikasında öyle bir toparlıyor ki ağzım açık kaldı. Son dakikalarında o ana kadar yaşanan saçma şeyleri anlamlandırmayı başaran film sayısı epey azdır. Altıncı His (The Sixth Sense, 1999), Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects, 1995) ve Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999) ayarında bir sürprizden bahsediyorum. Böyle son dakikalarda olağanüstü bir toparlama yapan bir film de Jean-Pierre Melville’in Le doulous’udur (1962). Hem Le doulos’un hem de Hail, Mafia’nın Pierre Lesou’nun romanlarından uyarlandığını öğrendiğimde yüzüme muzip bir gülümseme oturduğunu kabul ediyorum.

Il Peccato (Günah/Sin, 2019): Sanat felsefesiyle ilgilendiğimden olsa gerek, Andrey Konchalovsky’nin Michelangelo’yu anlatan bu filmini çok beğendim. Aslında filmde tam olarak neyi beğendiğimi tam açıklayamıyorum, film de ele aldığı her şeyi tam açıklayamıyor ama sade ve ölçülü bir biçimde ima ediyor. Neyi ima ediyor? Kant-Schopenhauer-Heidegger estetiği bağlamında Yüce (Sublime) olanı.

İz (1994): Yeşim Ustaoğlu’nun İz’i MUBI’ye geldiğinde çok sevindim, çünkü çok duymuş olmama rağmen bir türlü bulup izleyememiştim. Ve film, ilginç bir şekilde, Ustaoğlu’nun en sevdiğim filmi oldu çıktı. Tayfun Pirselimoğlu’nun The Tenant, Angel Heart, Siesta gibi modern klasikleri andıran karanlık senaryosu kendi üstüne kapanan bir daire gibi işliyor. 2000 öncesi Türk Sineması’nda eşi olmayan tarzda bir Neo-Noir izlemek isteyenler kaçırmasın.

Bonus 1/ This Filthy World (2006): Ben John Waters hastasıyım. Yalan yok, filmlerini öyle çok sevdiğimi söyleyemem, çoğunu beğenmem hatta eski filmlerinden bir kısmını iğrenç bulurum ama bir karakter olarak öteden beri ilgimi çeken, çok özgün, kendine has bir sanatçı. Her yıl yayımladığı yılın en iyi filmleri listesini merakla beklerim. Yazdığı kitapların çoğunu okudum, röportajlarını kaçırmam. This Filthy World (2006) onun kendi kariyerini anlattığı, muzip esprilerle örülü harika bir stand-up. Acayip eğlenceli. Tabii söz konusu olan John Waters olunca herhangi bir sınır tanımayan belden aşağı esprilerin de gırla gittiğini söylemem gerek. Hatta stand-up’tan bir “okunacaklar”, bir de “izlenecekler” listesi çıkarttım.

Bonus 2/ The Strange Things About the Johnsons (2011): Hereditary (2018) ve Midsommar (2019) filmleriyle kendine büyük bir hayran kitlesi yaratan Ari Aster’in çektiği tüyler ürpertici bir kısa film. Ama ne kısa film! Ben “cüretkâr” diye nitelendirilebilecek pek çok film seyrettim ama bu kadar pervasız olanı azdır. 1986 doğumlu Aster daha 24 yaşındayken korku, gerilim ve istismar sinemasının harika çocuğu olma potansiyelini ortaya koymuş. The Strange Things About the Johnsons ensest üzerine çekilmiş en tuhaf film.

blank

Men (2022): Bu sene izlediğim en benim rüyalarıma benzeyen film olduğu için Men’i birinci sıraya koyuyorum. Klişe ama çok etkili bir korku filmi olarak başlayıp üzerine asit dökülmüş bir yağlı boya tuval gibi biten bir film.

The Great Silence (1968): Bugüne kadar neden nasıl izlememişim dedirten ultra vahşet dolu bir spaghetti western. Tarantino’nun en sevdiğim yönetmen dediği Sergio Corbucci, adeta western’in Lucio Fulci’si.

blank

Benedetta (2021): Verhoeven yıllar sonra müthiş bir filmle geri dönüş yapmış. İtalyan 70’ler erotik rahibe türü ile Crucible filminin karışımı gibi. Müthiş rahatsız edici ve seksi.

Athena (2022): Müzik kliplerine aşık olduğum Romain Gavras’ın modern bir Yunan trajedisi gibi çektiği film, her ne kadar sakız bir konu ve yüzeysel bir senaryo olsa da, karanlık bir bale gibi görsel ve işitsel bir sanat eseri. Büyük perdede son ses izlenmesi gereken, tüyleri diken diken eden bir tecrübe. Gezi ruhu overdrive.

Smile (2022): Yılın en hamburger filmini listeme aldığıma inanamıyorum. Uzun süredir izlediğim en iyi ve en eğlenceli “aptal korku filmi”ydi. Ama o kadar iyi yapılmıştı ki, haftalar geçti, aklımdan çıkmıyor. Evde gece yalnız izleyiniz.

Bonus/ Iguana Tokyo (2022): Anlaşılmaz bir şekilde dünya galasını Antalya’da yapan film, tuhaf bir 70’ler İtalyan bilimkurgusu ile 90’lar Japon erotik gerilimi karışımı, manyak estetik bir film. Filmde pek bir şey oluyor mu, aslında olmuyor. Ortada anlaşılması zor bir sanal gerçeklik oyunu var. Evin içinde dolaşan kocaman bir pet iguana var. Seksi, donuk ve karmaşık bir anne ile bir o kadar karmaşık küçük bir genç kızın arasında tuhaf bir cinsel gerilim var. Tokyo’nun ortasında bir nehirde sürat motoruyla giden Türk bir anne baba ve kızı var. Sansürden ve otosansürden dibi gören sektörümüzde ünlü ve yetenekli bir oyuncuyu çırılçıplak çok şık bir şekilde bu görsel ve duygusal puzzle’ın içine yerleştirmesi var… Sinemamızda olay yaratması gerekirken neredeyse kimsenin beğenmediği, senaryosu üzerinden sığ bir şekilde okuyarak ıskaladığı film, adeta “bu ülkede daha en az 5-10 yıl özgün bir sinema işte bu yüzden çıkamayacak” dedirten bir Antalya macerası geçirdi. Son senelerde izlediğim dünya çapında parmakla gösterilecek tek Türk filmi diyebileceğim Iguana Tokyo’nun bundan sonraki yolculuğu ne olacak, genel seyirci ile nasıl buluşacak, çok merak ediyorum.

blank

Mariner of the Mountains (Dağların Denizcisi, 2021): Bu yılın ilk öneri filmi Dağların Denizcisi. Duvara Karşı, Geronimo, In the Mood for Love gibi aksanlı sinema filmlerini oldum olası seviyorum. Brezilya, Fransa ve Almanya ortak yapımı Dağların Denizcisi aksanlı sinema kavramı içerisinde analiz edilebilecek deneysel bir belgesel film örneği. Film, Brezilyalı bir anne ile Cezayirli bir babanın çocukları olan Karim Ainouz’in, babasının memleketi Cezayir’e gitme hikayesini anlatıyor. Bu yolculuk sırasında hayali arkadaşı olan annesi Iracema’ya yazdığı mektupları kendi sesi ile okuyan yönetmen, filminde annesine ait arşiv görüntülerinden, kendi bireysel yolculuğundaki kamera kayıtlarından fotoğraflara kadar pek çok unsuru kullanarak, geçmiş, bugün ve gelecek arasında köprü kurmayı başarıyor. Kişisel ve ulusal tarihini (sömürge sonrası Cezayir) filmi aracılığı ile birleştirmeyi başaran yönetmen, filmini de çok dilli (Portekizce, Arapça, Fransızca, Türkçe) olarak çekiyor ve aslında bu “eve dönüş” hikayesi, bir tür kimlik arayış yolculuğunu imliyor. “Iracema hayali yol arkadaşım Saat 07:50, Cezayir’i ilk gördüğüm an” diyaloğu eşliğinde babasının memleketine giriş yapan yönetmenin pasaport kontrolündeki sözleri ise iç burkuyor. “Hayatımda ilk defa adımı hecelemek zorunda kalmadım.” Diyalog, yersiz yurtsuz olmanın ve aidiyet krizi ile birlikte kimlik arayışının da simgesi oluyor.

Never Gonna Snow Again (2020): Yapım yönetim ve senaryo yazarlığını Malgorzata Szumowska ve Michal Englert’ın birlikte üstlendikleri 2020 yılı yapımı Never Gonna Snow Again, festivallerden geçer not alan ancak ülkemizde yeterince dikkat çekmemiş bir yapım bence. Bu yüzden 2022’yi kapatırken Çernobil felaketinden tam yedi yıl önce aynı günde doğan Zhenia (Alec Utgoff) isimli Ukraynalı bir göçmeninin Polonya’daki hayatına odaklanan bu filmi Öteki Sinema okurlarına tavsiye etmek istiyorum. İyi bir karakter filmi olan Never Gonna Snow Again, ana karakterin yaşamını da duygusal derinliğini de incelikli olarak anlatırken aynı zamanda iklim değişimi, sınıf ayrımı, modern yaşamı da eleştirel anlamda anlatısına eklemeyi başarıyor. Pek çok yanı ile American Beauty’yi hatırlatan Never Gonna Snow Again, Polonya’daki üst orta sınıfın mutsuz, sevgisiz ve yabancılaşmış yaşamına şifacı bir elin dokunmasına odaklanıyor, ötekileştirdikleri ve aşağıladıkları bu elin sahibi ise bir süre sonra onlar için bir arzu nesnesine dönüşüyor.

blank

Playground (2021): Akran zorbalığı son sıralarda pek çok filmle sinema gündeminde. Hem oyuncu yönetimi hem de odaklandığı tema anlamında benden tam puan alan Playground üçüncü öneri filmim. Belçikalı yönetmen Laura Wendel’in senaryosunu yaklaşık 4 yılda yazdığı ilk yönetmenlik tecrübesi olan Playground isimli filminde, çocukların yaşamlarının 9-10 saat gibi büyük kısmını okulda geçirdiklerinden hareket edilerek, çocukluğa ait bu erken dönem tecrübesine odaklanılıyor. Filmde yedi yaşındaki Nora (Maya Vanderbeque) kendisinden birkaç yaş büyük ağabeyi Abel’in (Günter Duret) akran zorbalığına uğradığına tanık oluyor. Ancak abisi onu ebeveynlerine bir şey dememesi ve sessiz kalması hususunda uyarıyor. Bu noktadan sonra film küçük bir çocuğun gözünden tanımlanmaya çalışılan adalet duygusuna odaklanıyor. Kardeşine yapılanlara dayanamayan Nora, ona verdiği sözün ağırlığı altında ezilirken, kamerada onun yaşadığı hayal kırıklığını dar alanlarda yakın çekim ile çocuk gözünden aktarmayı tercih ediyor ve böylece aslında biçimsel unsurlar ile çocukların konuşamadıklarını özetliyor. Yönetmenin kendi çocukluğundan da şahit olduğu unsurları da içeren film, aslında evrensel bir meseleyi de anlatısının merkezine alıyor ve ilkokul çağındaki çocuklar üzerinden akran zorbalığını gerçekçi bir dille anlatıyor.

An Elephant Sitting Still (2018): Sevgili Mehmet Çağlar ile sohbetimizde bana önerdiği yönetmenin filmini ben de sizlere önermek istiyorum. Night Runner (2014) kısa filmini yöneten Hu Bo, 2017 yılında Huge Crack ve Bullfrog isimlerinde iki kitap yazar. Man in the Well isimli kısa filmi ile birlikte uzun metrajlı filmi An Elephant Sitting Still’i 2018 yılında çekiyor. 24 saatlik bir zaman diliminde geçen ve kendisini bir trajedi filmi olarak inşa eden An Elephant Sitting Still sindirilmesi zor bir film olarak izleyicisinin karşısına çıkıyor. Film, birbirlerinden farklı ancak hikayeleri girift bir şekilde birleşen Wei Bui, Huang Ling, Wang Jin ve Yu Cheng isimli dört karakterin hayatlarına odaklanıyor. Manzhouli’de dünyadaki zulümlere karşı kayıtsız olan kıpırdamadan oturan bir file dair efsaneyi takıntı haline getiren bu karakterler, Çin ve Rusya arasındaki sınır ticaretinin merkezi olan bu şehirdeki bir sirke fili görmek üzere yola çıkıyorlar, aslında bir anlamda bulundukları kentten de akran zorbalığı nedeniyle kaçıyorlar. Yolda pek çok trajik unsurla karşılaşan karakterlerin ihtiyaç duydukları şey filin umursamazlığı aslında. İnsandan hayvana ve hatta nesnelere kadar her unsura yayılan şiddet öğesi ile film “insan insanın kurdudur” sözünü tartışmaya açarken 28 yaşında yaşamına son veren yönetmenin de ilk ve son uzun metrajlı filmi oluyor.

L’enfer (Torment/Cehennem, 1994): Bu Chabrol filmini geç olsa da yeni izleyebildim. Benim gibi filmler arasında kaybolan ve yönetmenin bu filmini atlayanlar ile psikolojik gerilim türünden hoşlanan Öteki Sinema okurlarına Cehennem isimli filmi önermek isterim. 1994 yapımı Claude Chabrol’un Cehennem’i, genç ve güzel karısı Nelly’yi kıskanan Paul’un hislerinin giderek obsesif paranoyaya dönüşmesini anlatıyor. Paul’un paranoyak iç sesi yavaşça onu ele geçirirken o da karısını manipüle ediyor. Onu çevresindeki herkesten saplantılı bir şekilde kıskanan Paul, olmadık senaryolar kurup, bunlara inanmaya, aşırı saldırgan eğilimler gösterip eşini ve çevresindeki herkesi hırpalamaya başlıyor. Bir süre sonra fobi haline getirdiği ayrılık krizi ile Nelly’nin özel alanını suistimal eden ve hatta eşini kısıtlayan ve hatta fiziksel şiddet uygulayan Paul’un durumu her geçen gün daha da sertleşiyor. Nelly’nin cehennemi olan bu evlilik aslında Paul’un da cehennemine dönüşüyor.

Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:

“Öteki”cilerin 2021 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2009 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2008 Yılı Keşifleri

blank

Öteki Sinema

Öteki Sinema editörleri Prometheus'un David'i gibi... Siz uyurken bile, hoşunuza gidecek yazıları buluyor, itinayla hazırlıyor ve yayına sunuyor. Öteki Sinema çalışıyor!

1 Comment Leave a Reply

  1. Murat tolga şen abinin listesini görmek isterdim, yokluğu hissediliyor. Güzel listeler olmuş. yeşim ustaoğlunın filmi 1999 değil, 1994 yapımı olacak.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Tehlikeli İlişkiler: Aldatma Temalı 21 Film

Öteki Sinema'nın listecibaşı Begüm Özdemir, bu kez aldatma temalı filmlere
blank

İçinden Astronot Geçen Filmler

Neyse ki Hollywood ve NASA ortaklığı yalnızca astronotlarla sınırlı değil.