Öteki Sinema Yazarlarının 2023 Yılı Keşifleri

25 Aralık 2023

2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. “İzlemediğiniz her film, yeni filmdir” sloganımız eşliğinde Öteki Sinema Yazarlarının 2023 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…

Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.

blank

Infinity Pool (2023): Yön: Brandon Cronenberg. Hem biçim, hem içerik olarak iyi Cronenberg filmlerinden biri. Baba oğul ayırmıyorum çünkü aynı zihinsel bulaşıcı hastalığın filmlerini izliyormuşuz gibi. Sinema tarihinde başka bir örneği var mı bilmiyorum. Possessor’ı sevenler ekran başına. Volkan Akaalp’le izledik.

1900 / Novacento (1976): Yön: Bernardo Bertolucci. Bu yaşıma kadar nasıl izlememişim dedirten, bir daha asla bu ölçekte ve böylesine bir cast’la yapılması mümkün olmayan bir epik. Politik alt metni, şimdi yarım asır sonra belki yer yer naif kalıyor tabi -ve dublaj konusu işin büyüsünü epey bozuyor- ama yine de sanat tarihi dersi gibi izlenmesi gereken bir başyapıt. Annem, kardeşim, Elif, Gizem ve Leon ile izledik.

blank

Pusher 3 (2005): Yön: Nicholas Winding Refn. 90’lardan bir Zeki Demirkubuz filmiyle Takashi Kitano filmi karışık, son derece sakin ve başına buyruk bir film. İlk 2 filmi izlemenize gerek yok. Deep Turkish Web Kızgır kardeşlerin ve Cihangir Ceyhan’ın en sevdiği filmlerden biri olduğu notuyla sizi başbaşa bırakıyorum. Can Çerçi ile izledik.

All Quiet On The Western Front (2022): Yön: Edward Berger. Evde yalnız olduğum bir hafta içerisinde, 3 kere izledim. Müziğiyle, atmosferiyle, temposuyla hipnotize edici bir kabus. Tek başıma izledim.

Scanner Cop (1994): Yön: Pierre David. Cronenberg’in Scanner filmi ile resmi olarak aynı evrende geçen, B-movie severlerin kaçırmaması gereken, kült klasik ötesi bir muhteşemlik. Kafa yapıyor. Halil Karasu, Sima Cihangir, Efe Erdal, Emir Ziyalar beraber izledik.

Bonus/ Nemesis (1992): Yön: Albert Pyun. Post-apocalyptic anime gibi bir film. Temposu bir an durmuyor, ucuz efektler muhteşem iyi çalışıyor. Van Damme’ın Cyborg filmini sevenlerin kaçırmaması gereken bir kült b-movie. Halila Karasu, Sima Cihangir ve Ahmet ile izledik.

Extra Bonus/ Kuru Otlar Üstüne (2023): Yön: Biliyorsunuz işte. Her yeni Nuri Bilge Ceylan filmine artık bu sefer kesin sıkılcam ve sevmeyeceğim herhalde diye gidiyorum, sonra yine hayran olarak çıkıyorum sinemadan. Elif ile izledik.

blank

The Brotherhood Of Satan (1971): Envaiçeşit kaygılarla dolu 1970’li yıllarda, kendilerini önceki nesilleri rahatlatan ahlaki değerlerden yoksun hisseden insanların bir kısmı, dine daha sıkı sarılarak tekrar o eski yapay rahatlığa kavuşmayı seçtiler. Fakat iyi ve kötü kavramlarını siyah ile beyaz gibi keskin çizgilerle ayıran din, tüm kavramları sorgulamaya başlayan daha iyi eğitimli kesimin hayal ettiği sığınak olmaktan uzaktı. Böylesi bir şüphe ve kırılganlık döneminde, dini merkezine alan korku filmlerinin ortaya çıkması çok da şaşırtıcı değildi. The Exorcist (1973), Beyond the Door (1975), The Omen (1976) ve The Sentinel (1977) gibi önemli örneklerle iyice güçlenen furyanın hemen öncesinde çekilmiş, Bernard McEveety imzalı, az bilinen, düşük bütçeli bir filmin, en azından aynı furya içinde yer aldığı filmler kadar tanınmayı hak ettiğini düşünüyorum. “Tüm kasabaların sırları vardır.” The Brotherhood of Satan, bu cümleyi başlangıç noktası olarak alıyor ve arabayla seyahat eden bir aileyi, şeytana tapan bir tarikatın neden olduğu korkunç şeylerin yaşandığı bir kasabanın orta yerine bırakıyor. Teknik açıdan iyi bir düşük bütçeli film nasıl olurun mükemmel bir örneği olan The Brotherhood of Satan, dönemin beceriksiz otoritelerine sert bir şekilde saldırıyor ve ülkenin geleceğinden duyulan kaygıyı başarıyla dile getiriyor.

Thirst (1979): Rod Hardy’nin yönettiği Avustralya yapımı vampir filminin harika bir uluslararası oyuncu kadrosu var. Chantal Contouri, David Hemmings, Henry Silva ve Robert Thompson gibi oyuncuları aynı filmde izlemek ayrı bir zevk. Geleneksel vampir filmlerinden oldukça farklı bir zemin üzerine kurulu olan Thirst, Elizabeth Bathory’nin soyundan geldiğine inandıkları Kate isimli bir kadını kaçıran (ve çokuluslu bir şirket gibi işletilen) tarikatın etrafında gelişen sıra dışı bir hikâye anlatıyor. Biraz tıbbi ya da ticari bir simülasyon gibi işlenen bir vampirliğin söz konusu olduğu filmde Kate, kimi işkenceye varan beyin yıkama yöntemleriyle vampir olduğuna inandırılmaya çalışılır. Böylece tarikatın yönetim kurulundaki asil bir soydan gelen biriyle evlendirilecek ve güçlü bir vampir soyundan gelen kan bağı ile tarikat, üstün bir ırk gibi öne çıkacaktır. Bilindik kapitalist eleştirilerin cirit attığı filmde en çok, tarikatın son teknolojiyle çalışan modern tesisleri ilgi çekiyor. Bu tesislerde tarikat üyelerinin kanları, günün belli saatlerinde sağılıyor. Sağılan kanlar da karton süt kutularına doldurularak, tarikatın dünyanın farklı yerlerindeki yönetim kurulu üyelerinin besin ihtiyacını karşılamak üzere gönderiliyor. Kanları sağılanlar benzer bıkkınlıkla her gün işe giden çalışanlar, tesisler de endüstriyel hayvancılığa hizmet eden çiftlikler gibi resmediliyor.

blank

The Sicilian Clan (1969): Başlığa The Sicilian Clan yazdım ama aslında yönetmen Henri Verneuil’den bahsetmek istiyorum. Bu yıl daha önce (Morricone imzalı tema müziğini bir kez duyanın bir daha unutamadığı) The Sicilian Clan hariç hiçbir filmini izlemediğim Verneuil’e zaman ayırmaya karar verdim. Ulaşabildiğim filmlerinden tarih sırasıyla Any Number Can Win (1963), Greed in the Sun (1964), Weekend at Dunkirk (1964), The 25th Hour (1967), Guns for San Sebastian (1968), tabii ki tekrar The Sicilian Clan (1969), Body of My Enemy (1976) ve I… For Icarus’u (1979) izledim ki hepsi belli bir seviyenin üstündeydi. Asıl adı Aşod Malakyan olan Ermeni asıllı Fransız yönetmen, 1920’de Tekirdağ’da doğdu. Yaklaşık 40 yıllık kariyeri boyunca hiç ara vermeden ana akıma yakın duran, gişede başarılı olan, Hollywood yapımı benzerlerinden hiç de aşağı kalmayan ticari filmler çekti. Jean Gabin, Alain Delon, Lino Ventura, Jean-Paul Belmondo ve Yves Montand gibi birçok önemli oyuncuyla çalışma imkânı buldu. En iyi döneminde Yeni Dalga’nın gölgesinde kalan Verneuil’in hakkının, bugün bile yeterince verilmediğini düşünüyorum.

The Sparks Brothers (2021): Keşiflerimiz seçkisinde yakın tarihli bir film paylaştığım pek sık görülen bir şey değildir ama ayıla bayıla izlediğim bu belgeselden bahsetmesem olmazdı. Gönül bağımızın kuvvetli olduğu yönetmenlerden biri olan Edgar Wright çekmeseydi The Sparks Brothers’ı izler miydim, bilmiyorum ama sebep ne olursa olsun iyi ki izlemişim. Ne yalan söyleyeyim, Ron ve Russell Mael kardeşlerin kült grubu Sparks’ı, belgeseli izlemeden önce hiç dinlememiştim. Grubun sıkı bir hayranı olduğunu saklamayan Wright’ın belgeseli, grubu tanımayanlar için bir nevi “Sparks 101”, grubun fanatikleri içinse muhtemelen görsel bir “best of” işlevi görüyor. Grubun müziğini beğenirsiniz beğenmezsiniz ayrı mesele ama The Sparks Brothers, bugüne kadar izlediğim en eğlenceli belgesellerden biri. 2 saat 20 dakika gibi iddialı süresini hiç hissettirmiyor bile.

The Beasts (2022): O da ne? Yine yakın tarihli bir film. (Söz, seneye seçkimdeki bütün filmler eski tarihli olacak.) Rodrigo Sorogoyen’in yönettiği İspanya-Fransa ortak yapımı gerilim filmi The Beasts, toprağı ekip biçmek ve yerel pazarda sebze satarak geçimlerini sağlamak isteyen şehirli bir çiftin başından geçenleri anlatıyor. Büyük planlarını hayata geçiren Antoine ve eşi Olga, Fransa’daki rahat yaşamlarını geride bırakarak Galiçya kırsalındaki ücra bir köyde yeni bir başlangıç yapar. Ancak yabancı düşmanlığı, buram buram maçoluk kokan anlamsız dalaşmalar ve geri adım atmak nedir bilmeyen husumet, Fransız çiftin hayallerini paramparça eder. Şehirli çift ile hemen yan komşuları arasındaki tansiyon arttıkça alevlenen kavga, tam anlamıyla bir kan davasına dönüşür. İlk sahnesinden itibaren tırmanmaya başlayan gerginliği, son ana kadar hız kesmeden korumayı başaran filmin final bölümünde Olga ve daha az süre alsa da kızı Marie başkarakterler haline geliyor. Bu sayede film, Antoine ile komşusu Xan’ın modası geçmiş maçoluğunun çirkinliği kadar, buna karşı çıkan kadınların azmine ve metanetine de dikkat çekiyor.

blank

Out Stealing Horses (2019): Norveç sinemasının türden türe gezinmeyi seven yönetmeni Moland, kalite açısından çok homojen işler çıkarmıyordu. 2019 yılında Per Petterson’un aynı adlı romanından uyarladığı At Çalmaya Gidiyoruz ise Norveçli yönetmenin artık kıvamı tutturmayı başardığı bir film olarak kendini gösteriyor. Karısının ölümünden sonra Norveç’in huş ve çam ağaçları ile kaplı bir sınır köyünde inzivaya çekilen Trond’un (Stellan Skarsgaard) ilk gençlikten gelen anılarla ve onları bırakıp kayıplara karışan babasıyla olan hesaplaşmasının filmi bu. Sık sık geri dönüşler ve geri dönüşler içinde geri dönüşler ile ilerleyen, zihin akışlarıyla bulanıklaşan ve yavaş pişen hikayesi ile olsun, bu içeriği izleyiciyi baymadan akıtan kurgusu ile olsun hayranlığımı kazanan, ikinci izleyişimde daha da çok sevdiğim  bir film.

The Emigrants (2021): 1800’lü yılların ortasında kötü iklim şartları ve kıtlık yüzünden Amerika’ya göç eden İsveçli bir ailenin hikayesini anlatan bir film. 1971 yılında İsveçli yönetmen Jan Troell’in aynı isimli filminin yeniden çevrimi ve yine bir edebiyat uyarlaması. Wilhem Moberg’in -sanırım 7 kitaplık- nehir romanından yola çıkıyor. Filmin ana kahramanı olan gelenekçi Kristina’nın Amerika’ya göç ettikten sonra akılcı eşi Karl-Oskar ile olan zihniyet sürtüşmesi sonucunda kendi yolunu bulmasının hikayesi. Hiçbir duygu değişimi gerekçesiz ve altı boş bir şekilde anlatılmıyor. Filmi Poppe’nin Utoya: 22 July filmi ile birlikte okununca daha bir yerine oturuyor. Norveç’in en usta sinematograf ve yönetmeninin şeref hanesine yazılacak bir sayı daha!

blank

Uno (2004): Usta oyuncu Aksel Hennie’nin ilk ve tek yönetmenlik denemesi. Bir vücut geliştirme salonunda antrenörlük yapan David’in (Aksel Hennie), salonun mafyöz sahibi Jarle’nin (Björn Floberg) oğlunun pis işlerini ihbar etmek zorunda kalması sonucu başına gelenleri anlatan, 90’lı yılları sokak çetelerinin bir üyesi olarak geçiren Hennie’nin anılarından parçalar da içeren ve Foucault’un Antik Yunan ve Roma felsefe metinlerinden ve tragedyalarını inceleyerek ortaya koyduğu “Doğruyu Söylemek” (Parrhesia) kavramı ile anlam kazanan, küçük, güzel bir film. “Baba Jarle” karakterinin yeterince iyi işlenmediğini düşünsem de “Kötücül Jarle”nin oturmuşluğu bu kusuru bir miktar perdeleyebiliyor.

Sick of Myself (2022): Cronenberg’in Sinek (1986) filmini ilk izleyişimi hatırlıyorum. Gözümün önünde eriyip akan, bir böceğe dönüşen adam beni ne kadar rahatsız etmişti anlatamam! Seth’in başına gelen şey bir kaza eseriydi. Ya birisi bunu kendine bile isteye yaparsa ne olur diye kendime sormaya bile cesaret edememiştim. Ama soramadığım bu sorunun cevabını yıllar sonra bir Norveçli yönetmen sayesinde öğrenmiş oldum. Dördüncü güç denen medyanın ve beşinci güç denen internetin nasıl bir ilgi manyaklığı çukuruna dönüştüğü bu kadar güzel anlatılamazdı. İlgi manyakları, ilgi manyaklığını pazarlayıp kazananlar, ilgi manyaklarını takip edip huzur bulanlar… Güçlü bir medya ve internet / sosyal medya eleştirisi.

The Banshees of Inisherin (2022): Fazla yazı kirliliği yapmayayım. İlk izlediğim gün demiştim ki (bu senenin başı falandı); “Daha henüz senenin başı ama bu sene izlediğim en iyi film olabilir”. Öyle de oldu.

Öteki Sinema Yazarlarının 2022 Yılı Keşifleri 4 – coollogo com 9904146

Memories of Murder (2003): Bong Joon Ho’nun bütün filmlerini izlemedim ama izleyip de sevmediğim filmi de olmadı. Memories of Murder (Cinayet Günlüğü), Joon Ho’nun ikinci ve belki de en iyi filmi. En azından Parasite (Parazit) ile yarışır bu konuda. 1986 yılında, Kore’nin küçük bir kentinde tecavüz edilip öldürülen bir kadının katilini bulmaya çalışan biri idealist, biri uyanık iki dedektifin öyküsünü anlatıyor film. İşin polisiye kısmı gayet güzel ama beni asıl etkileyen dedektiflerin ikisinin de soruşturma süresince geçirdikleri değişim oldu. Sonunda ne olduğunu açık etmemek için gerçek olaydan uyarlanan filmi izledikten sonra vakayla ilgili daha detaylı bilgi almak için mutlaka Wikipedia sayfasını ziyaret edin demekle yetineyim.

Rush (2013):
Bazı filmleri merak ediyorum ama nedense uzun süre izlemiyorum. Sıra gelmiyor. Rush da bu filmlerden biriydi. Bu yıl eda ettim çok şükür. Yine gerçek bir olaydan uyarlama olan Rush’da (Zafere Hücum) 1970’lerin Formula 1 pistlerine gidiyor, Niki Lauda’yla James Hunt arasındaki amansız rekabete tanık oluyoruz. Oyuncu kadrosunda aksayan tek bir ismin bile olmaması filmin en büyük artısı. Ama gerçekte yaşananlardan çok uzaklaşması (aynı evde yaşayıp Avrupa’yı birlikte gezmiş iki arkadaşı neredeyse kanlı bıçaklı gösteriyor) ve yarış sahnelerinin Ford v Ferrari’nin bir hayli gerisinde kalması yüzünden biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim.

blank

Birdman (2014): İzlemek isteyip de nedense ertelediğim bir film daha. Favori yönetmenlerimden bir başkası olan, nevi şahsına münhasır Alejandro Innaritu, sıradan bir konuyu sıra dışı bir şekilde işliyor. Özünde Noises Off gibi bir tiyatro eserinin ortaya çıkışını anlatan film hem anlatımı, hem de uzun planları sayesinde taze hissettiriyor. Hatta planlar uzundan da öte, tüm film sanki tek çekimmiş gibi ama aslında değil. Yine de gizlenen geçişlerin arası bir hayli açık. Uzun zamandır “bitmesine ne kadar kaldı” diye kontrol etmediğim ilk film oldu. Oyunculuk muhteşem, final sürprizli. Senaryoda hiçbir yere varmayan mini mini birkaç hususun olması ise filmin kadı kızında da olan kusuru.

The Great Silence (1968): Western maalesef ölü bir tür. 2016’da gelen Yedi Silahşorlar’ın yeniden çevrimi de gişede patlayınca stüdyolar ta TRT döneminden beri favorilerimden biri olan türden iyice uzak durmaya başladı. Ama bu kıyıda köşede kalmış eski tatları bulamadığım anlamına gelmiyor. The Great Silence’ı (Büyük Sessizlik) geçen yılın “keşifler” yazısında Can Evrenol’un listesinde gördükten sonra izledim. Çirkin Adam lakaplı Klaus Kinski’nin şahane oyunculuğu, Sergio Corbucci’nin muhteşem rejisi ve Game of Thrones’un Kızıl Düğün’üyle aynı duyguları uyandıran bütün bir film. Şahaneydi. Bu filmle tanışmama vesile olduğun için teşekkürler Can Evrenol.

Yılın Dizileri (Rings of Power, The Peripheral, Silo, Arcane): Filmlerden şikâyetçiyim sevgili okur. O yüzden kendimi dizilere verdim bu yıl. Bunlardan Rings of Power, Tolkien’ın büyük bir özenle dantel gibi ördüğü koskoca Orta Dünya tarihini tutup inanılmaz bir rastlantıya bağlamasıyla, Galadriel’le Elrond’u tersyüz etmesiyle, dördüncü bölümünde 10 dakika arayla yaptığı iki Deus Ex Machina’yla “çöp suyu” tabirine yeni anlamlar kandırıyor. Vebalıymış gibi kaçın. Zamanda yolculuk yapmadan zamanda yolculuk yaptıran The Peripheral, gelecekten gelip günümüzü etkileyen bir komplonun ortasında kalan iki kardeşin öyküsünü anlatıyor. İlk bölümdeki gizemin yerini zamanla gerilim alıyor. Başta Chloe Grace Moretz’in oyunculuğu olmak üzere başarılı buldum. Kıyamet sonrası bir ortamda, insanların dev dikey yapılara kapandığı Silo ondan da başarılıydı. Silo’nun içinde oluşan yeni kültürü başarıyla vermesi, Rebecca Ferguson’la Tim Robbins’in döktürmesi, entrikası ve gizemi, kısacası her şeyi iyiydi. Ama bir Arcane de değildi. İzlemesi keyifli ilginç karakterler, yıldızlarla dolu seslendirme kadrosu, “video oyunu uyarlaması lanetinden kurtulmak bu kadar kolay işte” dedirten iyi yazılmış, olgun bir hikâye ve muhteşem bir sezon finali. İkinci sezonu iple çekiyorum.blank

The Flying House (1921): 20. yüzyılın başında gazetelerde yayınlanan karikatür serileriyle ünlenen, sonradan animasyona merak sarıp tümünü kendi çizdiği binlerce kare ile filmler üretmeye başlayan, Walt Disney ve Flesicher stüdyolarının çok şey borçlu olduğu Winsor McCay’in belki de en güzel filmi. Evlerinin borcunu ödeyemeyince binaya kanat ve pervane takıp uçurarak kaçıran bir karı kocanın hikayesini anlatan 12 dakikalık filmde McCay fantastiğin acımasız gerçekliğin pençesinden kurtulamadığı bir film ortaya çıkarmış. Sanatçının, I. Dünya Savaşı’nda ABD’den İngiltere’ye gönderilmekte olan 50 tondan fazla cephaneye kalkan edilmiş 1200 sivil yolcu taşıyan Lusitania yolcu gemisinin Alman denizaltısı U-20 tarafından tek bir torpidoyla batırılmasını anlatan Amerikan propagandası etkisinde yaptığı yanlış bilgilerle dolu ama tekniğiyle göz kamaştırıcı The Sinking of the Lusitania (1918) ve sokaktan alınıp eve getirilen bir başıboş köpeğin dinmek bilmez iştahıyla giderek büyüyerek filmin son saniyelerinde King Kong ve Godzilla’ya esin olduğu The Pet (1921) de dikkate değer filmler.

Scorpio Nights (1985): Bir erotik film olarak yansıtılmasına karşın aslında Filipinler’de Ferdinand Marcos iktidarının baskısı altındaki yoksul halkın gettodan farksız yerlerdeki sefil yaşam koşullarını güzel sinemasal anlatımlarla gösteren bir yapım. Sevişme sahnelerinin dinmek bilmeyen komşu kavgaları, sokaklardaki çığlıklar, sarhoş naraları, kedi köpek bağırtıları ve delik deşik damlardan odalara akıp duran yağmur suları gibi pek çok rahatsızlık öğesiyle doldurulduğu, çocukların daracık alanlardaki oyunlarının, ergenlerin ilk aşklarının, yetişkinlerin bezgin yaşamlarının boğucu bir çıkmaz sokakta sıkışıp kalmışlığıyla aktarıldığı filmin çıplaklıkla birlikte özelikle kanlı final sahnesinin hassas seyircilere göre olmadığı uyarısını yapmak gerekir.

blank

Cashman (1997): Yoldan çıkmış kadınlara tecavüz ederek onları düzgün bir yaşama sevk eden süper kahraman Tecavüz Adam (Rapeman, 1994) gibi en aşırı süper kahramanların Japonya’dan çıkması şaşırtıcı değildir. Bunda Ultraman ve Power Rangers gibi özel efektlerle dolu süper kahraman dizilerinin (tokusatsu) çoğunda ve dev robot çizgi filmlerinde her hafta kahramanın dövüp yok edeceği yeni yeni canavarlar ve süper kötüler uydurmak zorunda olmaları da etkilidir. Japon sinemacılar bir süre sonra bu işin cılkını çıkarıp Elektrikli Sandalye Adam’dan Piyano Adam’a, Paten Adam’dan Patlıcan Adam’a kadar türlü çeşit saçma sapan süper kötü tip yaratmışlardır ve tabii bunu süper kahraman parodilerine de yansıtırlar. Cashman “Tasarruf Savaşçısı Nakit Adam” da işte böyle tuhaf süper kahramanlardan biri. Altınla çalışan uzay gemisi arızalanınca dünyada mahsur kalan ve gemisine gereken altını satın alabilmek için para karşılığı süper kahramanlık yapan Chotra adlı uzaylının 15 dakikalık hikayesi çok başarılı animasyonlarla dolu. Spielberg’in E.T.’sindeki gibi kendi gezegenine dönmek için çoluk çocuğun emeğini sömürüp bedavadan yiyip içerek yan gelip yatan bir uzaylı olmayıp namusuyla çalışarak para biriktiren, sevdiği kız için de yapmayacağı fedakarlık olmayan yiğit bir kahraman Nakit Adam.

Toys in the Attic (2009): Çekya’dan bir oyuncak dünyası animasyonu olan film, evin çatı katına atılmış eski eşyalar arasındaki oyuncakların günlük rutinleriyle başlıyor. İçlerinden bir oyuncak bebek kaçırılınca onu kurtarmak üzere harekete geçiyorlar. İlgiyi hep ayakta tutan, karakter, mekan, aksesuar tasarımlarının yaratıcılığı yanında farklı cisim ve materyallerle olan ilginç etkileşimler barındıran, bir çocuk filmi olarak yapılmasına karşın korku öğeleri de eksik olmayan en iyi dur-çek animasyonlarından biri.

Les Vamps Fantastiques (2003): “Bana film keşfetme, film keşfetmeyi göster” köşemizde ise bir Fransız TV yapımı olan “Baştan Çıkaran Fantastik Ölümcül Kadınlar” var. Bir saat süresince vampir, hayalet, yaratık, uzaylı ve canavar kadınların başrolde yer aldıkları korku ve fantastik filmlerden görüntüler, afişler ve karelerin yer aldığı, kategorilere ayrılmış filmlerin ad ve yapım yıllarıyla belirtildiği ve uzman yazar ve bazı filmcilerin bu kategorileri kısaca yorumladığı yapımda konuşmalar Fransızca ama anlamasanız da zevkle izleyebilir ve birbirinden ölümcül kadınların yer aldığı filmler içinde hiç bilmediklerinizi keşfedebilirsiniz. İçerikte birkaç eski Türk filmine de yer verilmiş.

blank

Moving (2023): Moving’i izlemek, aniden dalgalanıp köpüren ve ayaklarınızı ıslatan denizi izlemek gibi. Duygularınız yükseliyor, hayranlığınz taşıyor, heyecan dalgası sizi sarıyor, sonra ayaklarınızın yerden yükseldiğini hissediyorsunuz. Bazı kavgaların romantik, bazı canavarların sıcakkanlı olabileceğini fark ediyorsunuz. Korkutucu bedenlerde meleklerin kalpleri var olabilir. Tıpkı Jang Joo Won gibi. Samimi bir not: Bir dizi misyoneri olup, bu diziyi herkese yaymak istiyorum.

The Killer (2023): Ana karakterin çok yakınında olmayı seviyorum. Ne hissediyor, nasıl yaşıyor, hangi yoga pozu favorisi, fark edilmemek için taktığı şapka tercihi? O da benim gibi basitliği seviyor mu? Peki, intikamı? The Killer; rutinine bağlı, planına sadık bir kiralık katil. Fakat ona biraz daha yakından baktığımızda dikkatsizlikleri, plansızlıkları, aldığı riskler göze çarpıyor. Ortada mükemmel olmayan bir şeyler var ve bu muhteşem.

blank

When Evil Lurks (2023): Gerçek gerilim, biz şok edici bir şey olmasını beklerken zamanın nasıl aktığını anlamamaktır. Bu hipnotize oluş sürecinde, çoktan bizi tedirgin eden sahnelerin etkisi altına girmiş, potansiyel felaket senaryolarının zihnimizi işgal edişine izin vermişizdir. Bir şeytan doğmak üzeredir. When Evil Lurks insanın kalbine yük gibi gelen, kötücül, doğaüstü bir atmosfere sahip. Filmi izleyecek ve ele geçirilmişlerle uğraşacaksanız hayatta kalmanın 7 kuralını bilmelisiniz.

The Boy and the Heron (2023): Hayao Miyazaki’nin kafasının içinde delikli taşlardan oluşmuş, peri bacası gibi bir kule var ve karakterleri oradan çıkıyorlar. Çıkmadan önce de fantastik büyülerle tütsülenip, masallarla marine edilip, gerçeklerle yoğuruluyorlar. Fakat şimdi veda vakti. Çocuk ve balıkçıl, Miyazaki’nin kuleden en son çıkıp kapıları kapatan karekterleri. Ama bu bitiş yeni bir başlangıcı müjdeliyor. Tıpkı yeniden doğan warawaralar gibi.

The Childe (2023): Güney Kore’den pizza ve birayla müthiş gidecek bir aksiyon, bir tansiyon filmi. Öyle eğlenceli ki zaman adeta taksimetre gibi akıyor, dur diyemiyorsunuz. Üstelik konusu da “sadece kavga dövüş izlemek isteseydim boks maçı izlerdim” diyenleri tatmin eder nitelikte zeka parıltılarına sahip. Birtakım çok paralı ve çok tehlikeli insanlar, “The Childe”yi bir türlü paylaşamıyorlar. Keşif özetim: Bu sene karanlıklarda takılırken macera aramaktan vazgeçmedim.

blank

Güneşli bir erken İngiltere sabahında her zamanki gibi son anda bu listeyi yetiştirmeye çalışıyorum -tabii ki her zamanki gibi söylemek gerekir ki bu listedeki hiçbir şey bir hiyerarşiye gore sıralanmadı, her film eşittir.

Zone of Interest (2023): Jonathan Glazer’ın başyapıtı, belki de yaptığı en deneysel film, sinemadan çıktığımda kendimi kendim gibi hissetmemin tek suçlusu, inanılmaz bir film.

Cash on Demand (1961): Bir tiyatro oyunundan uyarlanan bu Hammer Films prodüksiyonu, A Christmas Carol’ın hikayesini bir banka soygununa uyarlıyor; işin içinde Ebenezer Scrooge yerine Peter Cushing’in katı kalpli banka müdürü ve üç melek yerine de bir banka soyguncusu var. Hızlı diyalog ve heyecanlı sekanslar ile çok keyifli bir B filmi.

blank

Jigarthanda Double X (2023): Sinemaya bir aşk mektubu. Karthik Subbaraj’ın şimdiye kadar çektiği en kompleks film. Üç saatlik süreyi tamamıyla hak eden, ilk bir saat boyunca değişik uçları ortaya koyan ve son iki saatinde her şeyi mükemmel bağlayan, iki inanılmaz jönü, sonsuz şarkıları ve akıllara zarar climax’i ile kaçmaz bir film.

Omen (2023): Aslen Kongolu ama Belçika doğumlu rapçi Baloji’nin ilk filmi tamamıyla akıllara zarar bir görsel şölen. Belçikalı bir adamın ailesine eşini tanıtmak için eve gitmesi ile başlayan ama çeteleri, rüya yürüyüşlerini, cadıları, büyüleri ve daha çok ama birçok olayı içine alarak inanılmaz bir evren yaratan, mutlaka sinema ya da büyük ekranda görülmesi gereken bir film.

Femme (2023): Kısa bir filmden uyarlanan ve ilk kez Berlin’de seyirci ile buluşan bu gerilim, belki de senenin en ikircikli ahlaki pusulasına sahip. Homofobik bir saldırı ile başlayan, daha sonra da saldırıya uğrayan kişinin intikam planları ile devam eden bu inanılmaz film, hiç beklemediğimiz köşelere giderek her adımda bizi şaşırtıyor. Nathan Stewart-Jarrett ve George MacKay kariyerlerinin en iyi performanslarını gösteriyor.

All You Need is Death (2023): İrlanda yapımı bu sinir bozucu korku filmi, bilinmeyen halk türkülerini toplayıp zengin bir koleksiyonere satan bir çiftin, hiç kimsenin daha önce duymadığı bir melodi hakkında bir ipucu alması ile başlıyor ve onları çok rahatsız edici bir folk-korku peyzajına sokuyor. Karanlık odaların film sonrası sizi rahatsız etmesi çok normal.

Kill (2023): 2023’te daha eğlenceli bir film izlemedim. Filmi Los Angeles’ta ikinci defa izlediğimde, 45. dakikada filmin adı ekrana düştüğünde 400 kişinin aynı anda “KILL, KILL, KILL” diye tezahürat tuttuğunu duyduğumda onlara hak verdim. Rehin alınan bir tren, o trende bir kız ve kızın sevgilisi Hint komandosu. Olay bu, bundan sonra asrın en vahşi dövüş filmi Raid’den esinlenmiş, nefes kesici bir aksiyon yolculuğu. Kaçırmayın.

blank

Mancunian Man: The Legendary Life of Cliff Twemlow (2023): Cliff Twemlow’u tanımayan herkesin, ben de dahilim bu kategoriye, izledikten sonra Cliff Twemlow hayranı olduğu belgesel. Manchester’ın avantür sinema yönetmeni, müzisyen, yazar ve hayalperest Cliff, hepimizin gıpta ile bakacağı bir sinemacı. 2023 onun senesi olmalı.

Adam Chaplin (2011): Eğer İtalyanlar Story of Ricky-O filmini yapmış olsaydı ne olurdu sorusunun cevabı işte bu film. Los Angeles’ta, Aero Sineması’nda, gece saat 11’de, film başladıktan 5 dakika sonra salonda bir ses şöyle bağırdı: “What the fuck is this film?” İşte bu duygu, Adam Chaplin.

Viduthalai Part 1 (2023): Masum bir polis memurunun bir kacağı yakalamak uğruna yavaş yavaş bütün değerlerini yitirmesini anlatan, polis vahşetini göstermekten kaçınmayan, rahatsız edici, gerekli ve çok güzel çekilmiş bir film. İkinci kısmını Rotterdam 2024’te dünya prömiyerini yaptıktan sonra yayınlayacaklar ve ben kesinlikle çok heyecanla bekliyorum.

blank 

Godzilla Minus One (2023): Universal’ın, Godzilla’yı (ve King Kong’u) evcilleştirerek neredeyse bir bahçe hayvanına çeviren filmlerinden hazzetmeyen canavarsever biri olarak Godzilla Minus One’a bayıldım! Birkaç ay sonra herkes bu filmi konuşacak. Film o kadar iyi, o kadar etkileyici ki, izlerken “sadece Japonlar Godzilla çeksin” dedirtiyor. Güçlü görsel efektler kökene sadık bir hikaye ile birleşince ortaya nefis bir film çıkmış. Filmin bir de siyah beyaz edisyonu var, onu da izlemek şart!

Streets of Fire (1984): 80’ler şimdiki gibi değildi gençler, bir filmi sinemada kaçırdığınızda gerçekten kaçırıyordunuz. Video kulüpler dönemine kadar bu böyleydi ama oralarda bile her filmi bulamazdınız. Bir 80’ler düşkünü hele de Walter Hill sinemasına özel ilgisi olan biri olarak Streets of Fire ıskaladıklarımdan biridir. Herhalde gişede başarısız olup (14,5 milyon dolarlık bütçesine karşılık 8 milyon dolar hasılat elde edebilmiş) yönetmeni dahil herkes gömmeye çalıştığı için böyle oldu. Zaman bu filmi güzelce mayalamış, 2023 yılında evimde iyi bir kopyasını izleme imkanım oldu. Kadro şahane, film de hiç fena değil. Amerikan gangster ve araba kültürüne ait bir sürü şey barındırıyor. Walter Hill her zamanki gibi havalı sahneler çekmiş ama hikaye diğer filmlerindeki kadar iyi akmıyor. Yine de çok sevdim, benim için geçmişten gelen sıkı bir keşif oldu.

blank

Not Quite Hollywood: The Wild, Untold Story of Ozploitation! (2008): Bu nostaljik lezzet bombası belgeseli benim değil Can Yalçınkaya’nın keşfetmesi ve hepimize haber vermesi gerekiyordu ama nerede! Avustralya sineması 1970’lerde Peter Weir’in Picnic At hanging Rock filmi gibi saygın sanat filmleriyle uluslararası izleyici kitlesine ulaşırken; düşük bütçeli sömürücü film yapımcılarından oluşan yeni bir sinemacı topluluğu tüm dünyanın ilgisini çeken acayip filmler çekiyor. Video kulüpler sayesinde dünyayı gezen çoğunu da Hollywood işi sandığımız filmler bunlar! Belgesel film yapımcısı Mark Hartley, bu dizginsiz seks ve şiddet çağını, dönemin en tuhaf filmlerinden bazılarından parçalar ve film yapımcılarıyla yapılan röportajlarla tamamlayarak araştırıyor. Bir sinemasever için gerçek bir hazine sandığı!

Forgotten Scares: An In-depth Look at Flemish Horror Cinema (2016): Uzun metrajlı belgesel Unutulmuş Korkular, 70’lerde Flaman korku sinemasının doğuşuna kadar uzanıyor ve Belçika’da korku sinemasının geleceğine ışık tutuyor. İzleyici, uzun zamandır unutulmuş -ve hatta tamamlanmamış- tür mücevherlerini keşfetme ve yönetmenlerin, yapımcıların, bestecilerin, başrol oyuncularının ve tür uzmanlarının gözünden az bilinen ‘splatter ve gore’ festivalleri, kıyamet sonrası filmler, slasher filmleri, nazisploitation ve diğer fantastik Flaman tür bükücüleri hakkında derinlemesine bilgi edinme şansına sahip oluyor. Unutulmuş Korkular nadir bulunan kamera arkası görüntüleri, klasik film sahneleri, prodüksiyon fotoğrafları, tanıtım resimleri ve hatta film yapımcılarının kasalarından çıkan daha önce hiç görülmemiş videolarla destekleniyor.

Inferno Rosso: Joe D’Amato on the Road of Excess (2021): Joe D’amato… ABD’de bir korku dehası, Fransa’da bir erotizm ustası, İtalya’da pornonun kralı. Aynı anda yapımcı, yönetmen, yazar, görüntü yönetmeni ve hatta kamera operatörü rollerini üstlenirken 200’den fazla film yapabilen ve binlerce takma adı olan bir adam. Kendi deyimiyle, tüm film türleri üzerinde çalışabilen bir sinema zanaatkârı. Spagetti westernden post-atomiğe, dekamerotikten parlak erotizme ve gişe rekortmeni pornodan kanlı korkuya kadar. Aşırılıkların estetiği tarafından yönlendirilen ve inkar edilemez bir teknik yetenekle desteklenen Joe D’Amato, stilistik kodu haline gelen üç katı ilkeyi adanmışlıkla izleyerek kendini ve izleyiciyi tüm sınırların ötesine itiyor: Şaşırtmak, Şok Etmek, Skandal Yaratmak. Bu belgesel de Öteki Sinema takipçilerinin odağındaki sinemacılardan biri olan Joe D’amato hakkında yapılmış en iyi iş sayılabilir. İzleme listenize alın!

blank

Kokuhaku / Confessions (2010): İntikam temalı bir psikolojik gerilim filmi. Aslında Japonya’nın bin yıl başkentlik yapmış Kyoto şehrinde geçen ve bedenlerle süslenen The Pilow Book (Tual Bedenler, 1996) isimli filmi önerecektim, sonra İtiraflar daha ağır bastı. Neyse siz yine de mesajı aldınız, boş geçmeyelim. Japon yönetmen Tetsuya Nakashima’nın çektiği İtiraflar, kanımca öç alma öykülerinin en iyi kotarılmış örneklerinden biri, bu tam bir misilleme ritüeli, resmen sanat. Yıkıcı, soğukkanlı, rahatsız edici, ürpertici bir film bu, öğretmen bir annenin şiirsel intikamı ve adalet arayışı, mutlaka izlenmeli.

The Last Seduction (1994): Erotik soslu saf bir kötülük filmi bu, üstelik alaycı, zeki ve eğlenceli. Aldatmaca, ihanet ve çaresizlik, şayet klasik bir kara film istiyorsanız, bunları kullanmalısınız. Linda Fiorentino’nun resmen dönüştüğü Bridget Gregory, sinema tarihine geçecek kadar esaslı bir karakter, bir kadın bin erkeği pert edebilirse eğer, onu gördükten sonra asla şaşırmam. Ha! Unutmadan bir de devam filmi var, aman düşman başına, ilki ne kadar iyiyse ikincisi o denli kötü, devam etmeyin derim, bırakın tadında kalsın.

blank

More Than Blue (2009): Harbiden insanın içini burkan bir film, Güney Kore işi, sıkı bir kurgusu var, sahiden zehir gibi. Aşk filmlerinde kanırtma opsiyonunu tekellerine alan Korelilerin birçok projesi, tuhaf, komik, trajikomik, ekstra dramatik, uçuk kaçık olsa da kimini başarılı bulur ve hatta bu garip hallerini severim. Ancak Hüzünden Öte, Uzakdoğu’nun ayrıksı aşk öykülerinin en iyilerinden biri ve beni sahiden etkiledi. Karakterleri dövme isteği uyandı misal bende, biraz akıllı olsunlar diye. İşte öyle.

Female Prisoner #701: Scorpion (1972): Japon işi film serisinin bence en akılda kalanı, göze batanı budur. Aşkı ihanetle karşılık bulan ve sadistlerin doldurulduğu kadınlar hapishanesine yollanan Akrep Matsu’nun yaşadıkları, birçok filme esin kaynağı oldu. Gardiyanlardan mahkumlara ve hatta suikastçılara, hemen herkes Matsu’yu hedef alır, ancak onca işkence, sadece Akrep’i diri tutar ve onun kinini beslemeye yarar. Sömürü ve istismar sineması bu, herkesin harcı değil elbet, lakin böylesi anti-kahramanlara da ihtiyaç var.

A Woman Under the Influence (1974): Amerikan bağımsız sinemasının başatlarından John Cassavetes tarafından yönetilen ve aşkın acı verici bedelini hatırlatan, yürek parçalayan bir film. Ünlü aktör Peter Falk rolünün hakkını vermiş, ancak diğer başrol Gena Rowlands, hayatının rolünü oynamış dersek abartmış olmayız, kesinlikle. Duygusal çöküş, zıt çiftler, ailenin sarsılması, delilik, kontrolden çıkma eğilimi. Öyle bir işçilik ki bu, Cassavetes bizi resmen röntgencilere çeviriyor, sanki perde kalkmış aradan ve biz zavallı aileyi izliyoruz gizli gizli, meraklı gözlerimizle camlarını aşıp odalarına konuşlanarak. Ağır ağır ilerleyen bu mavi yakalı travmasını, herkes mutlaka izlemeli ama hepiniz sever mi, işte bundan emin değilim.

blank

The Last Hurrah! (1958): Uzun zamandır bir podcast serisi hazırlığı içindeyim, son aşamaya geldim. Bu seriye John Ford sinemasını anlatan bir bölümle merhaba demeye karar verdiğim için ustanın daha önce izlemediğim bir düzine kadar filmini seyrettim, The Last Hurrah! da buradaki keşiflerimden. Bu bir seçim kampanyası filmi ama daha çok karakter dramasına yoğunlaşıyor. Spencer Tracy, Frank Skeffington rolünde büyüleyici bir performans ortaya koyuyor. Şöyle söyleyeyim, Spencer Tracy aynı yıl oynadığı The Old Man and the Sea (İhtiyar Adam ve Deniz, 1958) ile Oscar’ı evine götürmüştü ama kendi bile “Aslında The Last Hurrah!’da daha iyi oynamıştım” dedi.

The Silent Partner (1978): Christopher Plummer’la ilgili bir yazı kapsamında The Silent Partner’a “tekrar döneyim” deyince Kanada istismar sinemasının bu şahane örneğini aslında izlemediğimi fark ettim. Ne büyük kayıp! Uyarlandığı romanı ve o romandan uyarlanan ilk filmi izlemedim ama bu filmdeki korkunç bir şiddet sahnesinin Curtis Hanson’ın fikri olduğunu okudum. Soygun filmleri tarihinin en nadir örneklerinden birini izlemekle kalmıyoruz, Christopher Plummer ve Elliott Gould da döktürüyorlar. Plummer olağanüstü.

blank

De Vierde Man / The 4th Man (1983): Yılın benim açımdan en büyük sürprizlerinden biri The 4th Man oldu. Paul Verhoeven’in RoboCop ve Total Recall’u üzerine çalışırken filmografisindeki bazı filmleri hiç izlemediğimi fark ettim. The 4th Man bir örümceğin ağına düşen kurbanı gösteren müthiş bir sahneyle başlıyor ve tahmin edebileceğiniz üzere tüm öykü, bu metaforik açılış imgesinin bir tür açılımından ibaret hâle geliyor.

Mord und Totschlag / A Degree of Murder (1967): Volker Schlöndorff’ün Return to Montauk’unu (2017) çok beğenince, ustayı uzun zamandır ihmal ettiğimi düşünüp, daha önce izlemediğim filmlerini izlemeye karar verdim, A Degree of Murder o keşiflerden biri oldu. Sarpa saran bir cinayeti anlatan filme ve içerdiği ’68 ruhuna bayıldım.

The Fire Within: A Requiem for Katia and Maurice Krafft (2022): Gri Volkan (Katil Volkan) uzmanı olan Katia and Maurice Krafft çifti, 1991 yılında Japonya’daki bir yanardağı gözlemlerken feci şekilde can verdiler. Kırklı yaşlarındaki Fransız çiftin yüzlerce saatlik ham görüntü ve 400.000’i aşkın fotoğraftan oluşan arşivi ölümlerinden 30 yıl sonra açıldı ve 2022 yılında bu arşivden iki önemli belgesel üretildi. İlki, geçen sene En İyi Belgesel dalında Oscar’a aday gösterilen Fire of Love’dı (Tehlikeli Ateş). Fakat bu yıl izlediğim diğer belgesel, The Fire Within âdeta beni benden aldı ve belgesel sinemaya bakışımı tümüyle değiştirdi. Werner Herzog tamamen aynı arşiv görüntülerinden yararlanarak çok daha derin ve anlamlı, muhteşem bir belgesel ortaya çıkarmış. Bu belgesel beni o kadar çok etkiledi ki bu yılki 6. Uluslararası Sinema ve Felsefe Sempozyumu’nda bu iki belgeseli karşılaştıran bir bildiri sundum, şimdi makalesini de yazacağım. Hatta oturdum, Werner Herzog’un yirmiye yakın belgeselini izledim, o konuda da başka bir çalışma yürütüyorum.

blank

The Golden Glove (2019): Bu yıl ilk keşif filmim, Fatih Akın’ın yönetmenliğini yaptığı 2019 yapımı Altın Eldiven. Film, 1970’lerin Hamburg’unda yaşayan Fritz Honka isimli bir seri katilin hikayesini kara mizah tarzında anlatıyor. Öldürdüğü dört kadının cesedini dairesinin kilerinde saklayan Honka, tuhaf, deforme bedeni, dengesiz ruh hali ve yaşamda kaybolmuşluğuyla bir ucubeye benziyor. Hieronymus Bosch, James Ensor, Yue Minjun gibi ressamların tablolarındaki tuhaf figürleri anımsatan Honka gibi, filmin diğer karakterleri de karikatürize görünümlere sahip grotesk figürler olarak tasarlanmışlar. Her biri farklı tekinsiz hikayelerin sahibi, köksüz, zavallı, aciz karakterler, bir yandan izleyicinin midesini bulandırıyor diğer yandan da acınılası halleri ile tuhaf bir empati alanı yaratıyorlar. Honka’nın akşamları gittiği Altın Eldiven isimli bar filme ismini verirken, mekan İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın yorgun ruhunu yansıtıyor. Bardaki yaşlı, yoksul, evsiz, sefil ve çirkin görünümlü kadınlara içki ısmarlayan Honka, sonra onları tavan arasındaki evine götürüp katlediyor. Oyuncak bebeklerle duvarlarındaki pornografik kadın posterlerinin tezat oluşturduğu Honka’nın evi de tıpkı insanlar gibi oldukça pis, kokuşmuş ve korkunç görünüyor. Mekandaki ölü kadınların kokusu, toplumun kokuşmuşluğun simgesi olarak izleyicinin burnuna kadar gelen haptik bir unsura dönüşürken, Fatih Akın’ın ayrıksı filmi Altın Eldiven, şiddet sahnelerine ve istismar edilmiş kadın bedenine yapılan vurgu ile epeyce sert bir seyir deneyimi sunuyor.

The Teachers’ Lounge (2023): Bu yıl Adana Film Festivali’ne, kamusal alan ve özel alan üzerine kıymetli sözleri olan iki film; Kuru Otlar Üstüne ve Öğretmenler Odası damgalarını vurdular. Benzer sularda yüzen her iki film, içlerinde bulundukları farklı coğrafyalara ait toplumsal, ekonomik ve kültürel şartların farklı tezahürlerini izleyicilerine sunuyorlar; bu halleri ile de bambaşka dillerle bambaşka hikayelere kapılarını aralıyorlardı. İlker Çatak’ın 2023 yapımı filminin ana karakteri, kendisini mesleğine adamış, iyi niyetli Polonyalı bir göçmen olan Carla Nowak (Leonie Benesch), Almanya’da bir devlet okulunda matematik ve beden eğitimi öğretmeni olarak çalışmaktadır. Çalıştığı okulda bir dizi hırsızlık üzerine, Carla bu durumu kendi yöntemleri ile soruşturmaya ve hırsızı tuzağa düşürmeye karar veriyor. Bu süreçte, her hamlesini incelikle hesaplayan Nowak, tüm dürüstlüğüne rağmen iktidar ilişkilerinin kaygan ve ikiyüzlü yapısının ortasında kendisini buluyor. Kamusal İnsanın Çöküşü adlı kitabında Sennett, kamusal ve özelin toplumun bir molekülü gibi olduğunu, birbirleriyle çelişen şeyler olmaktan çok birbirlerinin alternatifleri olduğunu belirtir. Sennett’e göre; kamusal alan insan yaratımıdır, özel alan ise insanlık durumudur. Sennett kitabında John Locke’un doğal özgürlük fikrini değerlendirirken, bu görüşün hayata geçmesinin kolay olmadığını belirtir. Çünkü Sennett’e göre, böyle bir fikir olağan toplumsal yaşama sokulursa, kamusal ve özel alan molekülü parçalanabilecektir. Sennett, özgürlük isteminin devreye girişinin, doğa ve kültür molekülündeki kopuşun bir gün gerçekleşebileceğinin ve süreç içinde özgürlüğün kendisinin nasıl çürüyüp bozulacağının, buna karşın kişiliğin, yeni tahakküm koşullarında, toplumsal örgütlenmenin bir ilkesi olarak kalacağının habercisi olduğunu belirtir. İşte İlker Çatak’ın filmi de özgürlüğün kendisinin çürüyüp bozulmasını anlatıyor. Film, hakikat ve adalet kavramlarını zekice ve incelikle masaya yatırırken, çifte standartlı bir ifade özgürlüğünü de okul gazetesinden başlayarak eleştiriyor. Carla, her geçen gün kendisini hesaplayamadığı zor durumlar, bir tür kaos ve karmaşa içerisinde bulurken, yaşamı da alt üst oluyor. Çatak inşa ettiği gerilim ve paranoya ile hayranlık uyandırırken, sıradanmış gibi görünen bu hikayeye, film boyunca yeni bir parantez açarak, yeni bir tartışmayı da fitilliyor. Film modern devlet anlayışını, özgürlük kavramını, Batılı akademik sistemi, ırkçılığı, göçmen karşıtlığını eleştirirken, bunların manüpülatif taktiklerini cesurca deşifre ediyor. Sennett, kamusal alanın bir zamanlar hayat dolu olduğunu belirtir ve giderek kendimize, özel hayatımıza kapanarak, yaşamlarımızın güdükleştiğini söyler. İşin acı yanı, her geçen gün başka insanlarla oyun oynama yeteneğimizi kaybediyor oluşumuzdur. Kendilerini evlerine mecburen hapseden iki karakterin hikayesi, üçüncü keşif filmim Haneke’nin Amour’unda bizi tüm dokunaklılığı ile bekliyor.

blank

Amour (2012): George: “Benim imajım nasıl?” Anne: “Bazen bir canavarsın ama naziksin.” Patrick Süskind, Aşk ve Ölüm Üzerine isimli kitabında şöyle der; “Eros, insanlar ile tanrılar arasında bir arabulucu, insanların yoksun oldukları şeyi arzulamasını sağlayan bir güçtür: Güzellik, erdem, mutluluk, mükemmellik ve hatta ölümsüzlük bunların hepsi de aşığın maşukta yansımasını gördüğü ilahî özelliklerdir.” Haneke’nin Altın Palmiye ödüllü filmi Amour, aşığın maşukta görmek istediği bu özelliklerin hepsini alaşağı ediyor ve sarsıcı, incelikli ve zarif bir aşk öyküsünü anlatıyor. Haneke, kendi kişisel yaşamında şahit olduğu otobiyografik bir hikayeden esinlenerek ortaya koyduğu filmini aşk ve ölüm diyalektiğinde inşa ederken, film mekanı olarak anne babasının Viyana’da yaşadıkları evin aynısını oluşturuyor. Haneke, Anne ve Georges’un evlerinin kapısının itfaiye tarafından kırılma sahnesi ile açıyor filmini. Bu sırada, izleyiciyi evin içerisinde tutan ve bu olaya şahit eden yönetmen, izleyicisinin, karakterlerinin ruh hallerini deneyimlemesini, anlamasını, en önemlisi hissetmesini istiyor. Bu yüzden de kamerasını, karakterlerin duygularını hissedebileceği mesafede tutuyor. Kapının kırılıp içeri girilmesi ile evin içerisini saran koku, polis memuru ve itfaiye erlerinin burunlarına ulaşırken, yatağın üzerine özenle yatırılmış yaşlı kadın görülüyor. Geri dönüşle hikayeyi anlatmaya başlayan yönetmen, Champ Elysees sahnesinde, opera dinleyen izleyicileri göstermeyi tercih ediyor, sahnedeki oyuncular yerine. Mekanın, Paris olduğuna dair tek anekdot sanırım bu sahnede yapılan anons. Bundan sonra film tek mekanda geçerken, aslında her yerde ve her zaman yaşanılacak evrensel bir konuya işaret ettiğini söylüyor Haneke. Bu izleyicilerden ikisi; Anne ve Georges evlerine döndüklerinde, evlerinin kapılarının kırıldığını görüyorlar. Kadın; “Gece biz yatarken birinin eve girdiğini düşünsene(…) feci bir şey, herhalde ben korkudan ölürdüm” diyor eşine. İlk sahnede ölü olan kadının evine zorla giren itfaiye ekiplerini işaret ediyor aslında sahne. Filmde, sağlığını her geçen gün yitiren Anne’in, George’la geçirdikleri son dönemleri seyredilirken, yaşlılığın bir tür sürgünde olma haline tekabül ettiğine şahit olunuyor. “Annemin nesi var?” diye soran kızına “Gitgide yardıma muhtaç bir çocuğa dönüşüyor ve bu onur kırıcı. Böyle görülmek istemiyor” diyen George, sevdiği kadının mahrem alanına da bedenine de ruhuna da hep saygılı, incelikli ve özenli davranıyor. “Annenle birlikte çok şey yaşadık biz ama bu yeni” diyen adam, eşine güzel hikayeler anlatırken, eşi her geçen gün daha fazla unutuyor. Unutma ve hatırlama diyalektiği belleğin kişisel yanına odaklanırken, yaşadıkları ev de bir tür bellek mekanına dönüşüyor. Marc Auge, unutma kavramını ölüm, hatırlamayı ise yaşam ile özdeşleştirir. Evin içine giren güvercin bu iki karakterin ruhlarını simgelerken, belki de bir yandan ölüm ile birlikte yeniden başlamayı da işaret ediyor Haneke.

Cahil Periler (2022): “Ölüm tıpkı tüm sonlar gibi, yeni başlangıçlara gebedir. Sonu gelen her bir hikayenin ardından bir başkası başlar. Bu, birbirleriyle hiçbir ortak noktası bulunmadığını düşünse de aslında ne kadar benzediklerini fark edecek iki insanın karşılaşma hikayesi. Michale, bu ikiliden biri. Yakında, derinden bağlanacağı zıt kutbuyla tanışacağından bihaber. Antonia, bu hikayenin diğer kahramanı. İkisi de bir sene sonra tanışacaklarını hayal bile edemezlerdi.” Giderek kötüleşen, inançlarımızı yitirdiğimiz, liyakatın kalmadığı, insanların arsızca birbirlerinin ayaklarını kaydırdıkları bu dünyada, yorulduğum anlarda bana iyi gelen bazı yönetmenler var. Bunlardan biri Ferzan Özpetek. Bazı izleyicilerin yavaş, bazılarının derinliksiz ve belki de çok yaratıcı bulmadıkları Özpetek filmlerinin içimi ısıtan samimi bir yanı var. 2001 yapımı Cahil Periler, Disney+ için 2022 yılında sekiz bölümlük bir dizi olarak yeniden çekildi ve dizi elbette benim gibi Özpetek sineması sevenleri mutlu etti. Dizi, motosiklet kazasında kaybettiği eşinin gizli bir ilişkisi olduğunu öğrenen Antonia’nın bu sevgiliyi merak etmesi ile başlıyor. Kendi acısı ile baş etmeye çalışan kadın bir süre sonra, kocasının sevgilisi ve arkadaşları ile çok da alışıldık olmayan bir şekilde bağ kuruyor; yaşamı, dostluğu, aşkı yeniden keşfederken, bir yandan da ilişkilerin karmaşık yapısına, sevginin dönüştürücü gücüne ve insanların birbirlerinin yaşamlarına dair duydukları hassasiyete, özene ve desteğe şahit oluyor. Dizinin geçmişe ait nostalji duygusuna kapısını araladığı sahnelerdeki eğlenceli yemekler, kutlamalar, partiler izleyiciyi gülümsetirken, Özpetek mutluluğun asıl kaynağı olarak sevgi, saygı, hoşgörü ve güven duygusunu işaret ediyor. Genel olarak hayatları bir anda alt üst olan karakterlerin hikayelerini anlatan Özpetek, filmlerinde farklı kimliklere sahip karakterleri, insancıl ve kapsayıcı bir bakış açısı ile bir araya getiriyor. Sıradanmış gibi görünen hayatın sıra dışı olan yanlarını, bilinmeyenlerini ve sırlarını yavaşça su yüzüne çıkartan Özpetek, tıpkı Cahil Periler’de olduğu gibi, karşılıksız sevebilmenin, neşe ile gülümseyebilmenin, şarkı söyleyip, dans edebilmenin ve hala oyunlar oynayabilmenin mümkün olduğuna dair inancı yeniliyor. Mutlu son ile biten hikayeler, nostaljik bir birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunu izleyicisine sunarken, hayatın, bazen kendimize rağmen, bizimle akışının güzelliğini duyumsatıyor.

The Holiday (2006): Yılbaşı öncesi, içinde yeni yıl olan filmleri izlemekten çok keyif alıyorum. Böylece geride bıraktığım yılla beraber, yeni yıla umutla girmeyi seviyorum. Bu yaz, canım arkadaşım Esra ile ev değişimi (home exchange) hayali kurarken, onun aklına neşe ile The Holiday filmi gelmişti. Yeni yıl ruhu ve neşesini yakalamak için izlenecekler listeme aldığım filmi tekrar izlerken, bu sefer bambaşka bir bakış açısı ile izlediğimi fark ettim. Filmler aynı kalsalar da bizler değişiyor, dönüşüyorduk. O zaman her film izleme deneyiminde, yeni bir film buluyorduk karşımızda ya da yeni bir bizle karşılaşıyorduk. Bu filmi izlerken, tekrar ve tekrar yılmadan uzaklara gitmek isteyen Nuri Bilge Ceylan’ın karakterleri geldi aklıma; “Mutluluğun başka bir yerde olduğu avuntusu çoğumuz için geçerlidir” demişti Ceylan filmle ilgili söyleşisinde. “Keşke kendini bırakıp gidebilse insan” diyordu Can Yücel, şiirinde. Peki mümkünatı yok muydu gidebilmenin? The Holiday, gidebilmenin mümkün olduğunu izleyicisine fısıldayan yanı ile düş kurduruyor. Bu filmde birbirlerinden farklı ülkelerde benzer hayal kırıklıklarını yaşayan iki kadın, Amanda Woods (Cameron Diaz) ile Iris Simpkins (Kate Winslet), karşılıklı olarak evlerini değiştiriyorlar; biri İngiltere’nin bir kırsalında, diğeri ise Güney Kaliforniya’nın epeyce lüks bir mekanında kısa bir süreliğine yaşamaya başlıyorlar. Sıcacık bir taşra ortamı, Amanda’ya bir tür güvenilir sığınak, kucaklayıcı bir neşe ve keyif hali sunarken; Iris, zengin ve gösterişli bir yaşamın içerisindeki insanlara samimiyeti, iyiliği ve güzelliği hatırlatıyor. Filmler elbette ideolojiktir, ancak bu sefer problemlerin çözüleceğine dair bir inancı geçici bir yanılsama olarak sunan, mutlu sonlu bir filmi buraya bırakmayı tercih ediyor, yeni yılda, yeni yollar, yeni keşif ve deneyimlerle yenilenen bizlerle, yeni filmler ve yazılarda, elbette mutlu sonlu hikayelerimizde buluşmayı diliyorum.

blank

Underwater (2020): Underwater; kapalı bir mekanda geçen ve bu mekanda sıkışan bir grup insanın bilinmeyen bir varlıkla mücadelesini, hayatta kalmasını ve onu yok etmesini anlatan bir film. Bu konuda yapılan onlarca başarılı örnek var, hiç şüphesiz Underwater da bunlardan biri olacak. The Abyys ve Alien esintileri taşıyan, uzaydan ya da derinlerden gelen canavarlarla mücadele eden Sigourney Weaver gibi iç çamaşırlı bir kadın karakteri merkeze alan bu filmde yeni bir şeytani şirketle tanışıyoruz. 1982 Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi, uluslararası deniz yataklarını insanlığın ortak mirası olarak kabul eder. Ancak deniz ve okyanusların dibinde varlık gösteren bu şirket, doğanın huzurunu bozacak, gizemini keşfedecek ve insanlığa yeni bir miras bırakacaktır.

The Invitation (2022): Bir miti (ne olduğunu söylemiyorum) ve onun en bilinen örneğini (ne olduğunu yine söylemiyorum) günümüz kalıplarıyla işleyip yeni nesil seyirciye anlatmayı başarırken, mitosun temel arketiplerini iyi yazılmış bir senaryo içine sığdırıyor. Filmi güzel yapan bir diğer özelliği ise korku edebiyatı klasiklerine göndermeler yapması; bu nedenle korku türüne ilgi duyanlar tarafından ayrıca sevilecektir.

blank

Barbarian (2022): Hayatımıza giren yenilikleri (Airbnb, Uber, vb.) kullanarak film yapma fikrini her daim sevmişimdir. Çünkü bu hikâyeler, içeriklere yenilik getirip güncel olmasını, haliyle türlerin hayatta kalmasını sağlar. Barbarian da hikâyesinde bunlardan birini kullanıyor. Ayrıca Hollywood’daki cinsel istismar ve tacizlere değinerek de dikkat çekmeye çalışan film; müziği, kurgusu, sürpriz sonu, iyi oyunculuğu, kısaca her detayıyla son 20 yılın en iyi işlerinden biri.

Hunger (2023): “Yediğin şey sosyal statünü gösterir.”  Bu sözü her sahnesinde hissettiren ve aşçılık kültürü üzerine yapılan bu filmi, eğer The Platform ve Parasite gibi filmleri, bir başka deyişle alt metinler üzerinden hikâyesini anlatan filmleri seviyorsanız, seveceksiniz.

The Pope’s Exorcist (2023): Şeytan temalı filmlerin izinden giden, bu alt türün üzerine katmayı başaran, hikâyesini engizisyon mahkemelerine taşıyarak mekan olarak da manastırı kullanan bu filmin yakaladığı başarının beraberinde devam filmlerini getireceğini düşünüyorum.

Bonus/ We Have a Ghost (2023): Bir çocuğunuz varsa (uygun yaş grubunda), aile kategorisinde bir film arıyorsanız ve klasikleşmiş içeriklerin çoğunu da izlemişseniz Ernest’in hikâyesi tam size göre. Korku, komedi ve gizemi içinde barından bu filmi izlemeden önce değerlendirme ve sınıflandırma işaretlerine bakmanızı, mümkünse önce kendiniz izledikten sonra ailece film gecesi yapıp yapmamaya karar vermenizi tavsiye ederim.

blank

Ribspreader (2022): 2009’da Öteki Sinema için Avustralyalı punk yönetmen Dick Dale’in kısa film retrospektifi hakkında bir yazı yazmıştım. “Murder City” nam Adelaide’de yaşayan ve “kötü filmlerin” üreticisi olmasının yanında Trasharama festivaliyle ulus çapında bu tarz filmlerin üreticilerini de destekleyen Dick’in yıllardır ilk uzun metrajlı filmi, kült bir splatterpunk şaheseri olmaya aday Ribspreader üzerinde çalıştığını biliyordum. Bu sene Pink Flamingos adlı, depodan devşirme bir yeraltı sinemasında filmin Sydney prömiyerine katılıp yönetmenle bira tokuşturma fırsatım oldu. Film, annesini akciğer kanseri yüzünden kaybeden Bryan adlı bir adamın Ribspreader adlı maskeli bir intikamcı/seri katile dönüşerek sigara içenleri öldürmeye başlamasını konu alıyor. Adelaide’in tüm it kopuğunun yanında, Troma’nın babası Lloyd Kaufman, Human Centipede serisinden bildiğimiz Laurence R. Harvey, İngiliz punk grubu The Damned’den Rat Scabies yan rollerde boy gösteriyorlar. Sinemada eski usül kan, vahşet, iğrençlik ve absürdizm sevenler için.

The Golden Glove (2019): Uzun zamandır izlemeyi ertelediğim Fatih Akın filmi. 1970’lerde Hamburg’da yaşanan seri cinayetlere odaklanan film iç karartıcı, umutsuzluk hissiyle dolu, insanı insanlıktan soğutan bir hikaye anlatıyor. Katil Fritz Honka rolünde Jonas Dassler hem pathos hem de tiksinti yaratmayı başaran bir performans sergilemiş.

blank

Infinity Pool (2023): Oğul Cronenberg art arda benzeri filmler çekiyor. Filmin geçtiği mekan, hayali Li Tolqa adası, tuhaf yasaları ve teknolojileri açısından China Mieville romanlarını hatırlatıyor. Tatile gittikleri ülkelerin yasalarının kendileri için geçerli olmadığını düşünen batılıların, klonlar, ölüm ve seks ekseninde dönen maceraları.

Shortcomings (2023): Pek ses getirmese de, bu sene en merakla beklediğim filmlerden biriydi, Shortcomings. Alternatif çizgi romanın en bilinen isimlerinden Adrian Tomine’nin 2007 tarihli grafik romanından uyarlanan film, senaryosunu yine Tomine’nin yazması vesilesiyle aslına bir hayli sadık. Japon-Amerikalı bir çiftin, etnisite, Asyalı kadınlar ve erkekler hakkındaki stereotipler, ırklararası birliktelikler üzerine tartışmaları ve yaşantılarına dayanan bir indie komedi. Marvel ve DC dışında çizgi roman uyarlamaları arayanlar için.

Aşk, Mark ve Ölüm (2022): Fantastik Türk Sineması hakkındaki belgesel Remake, Remix, RipOff’un yönetmeni Cem Kaya’dan, Almanya’ya giden Türk misafir işçileri ve onların ürettiği müzikler hakkında yine nefis bir belgesel. Elektro sazları fişe takın ve gurbet saykodelia’sında bir seyahate çıkın.

+5 Bonus: Men (Alex Garland), In the Earth (Ben Wheatley), Nasipse Adayız (Ercan Kesal), Talk to Me (Danny ve Michael Philippou), Crimes of the Future (David Cronenberg).

Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:

“Öteki”cilerin 2022 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2021 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2009 Yılı Keşifleri

“Öteki”cilerin 2008 Yılı Keşifleri

blank

Öteki Sinema

Öteki Sinema editörleri Prometheus'un David'i gibi... Siz uyurken bile, hoşunuza gidecek yazıları buluyor, itinayla hazırlıyor ve yayına sunuyor. Öteki Sinema çalışıyor!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

2014′ün En Çok Okunan ‘Öteki’ Yazıları!

Öteki Sinema yazarlarının, 2014 yılı içerisinde yazdıkları arasından ‘en çok
blank

Güney Kore Sineması’ndan En İyi 25 Aksiyon Filmi

Başlıkta aksiyon filmleri dedim ama müsaadenizle çerçeveyi biraz daha geniş