2008’den beri her yılın sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak, bizi her seferinde heyecanlandırıyor. “İzlemediğiniz her film, yeni filmdir” sloganımız eşliğinde Öteki Sinema Yazarlarının 2024 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi keşifler…
Not: Listeler, yazarların gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
The Silent Stranger (1968): Vahşi Batı filmlerine yeni soluk getirme çabasıyla öne çıkan yazar, yapımcı ve oyuncu Tony Anthony’nin “Yabancı” serisindeki 3. film bir başka güzelmiş. Sergio Leone, Yojimbo’yu Vahşi Batıya uyarlayarak büyük başarı elde etmişti. Anthony ise yine aynı tarz bir hikaye kuruyor ama yalnızca kovboy filmine uyarlamakla kalmayıp hikayeyi Yojimbo’nun memleketi Japonya’ya geri taşıyor. Önemli bir belgeyi Amerika’dan Japonya’daki sahibine ulaştırma karşılığında alacağı 20 bin doların peşine düşen Yabancı, çatışan iki klanın arasında kalınca sürekli ikili oynayarak işin içinden çıkmaya çabalıyor. Yabancı’nın bazen çok kazanıp beş dakika sonra her şeyini kaybetmesi şeklinde inişli çıkışlı uğraşları hikayeye diğer tüm uyarlamalardan daha güzel uyuyor. Dillerini bilmediği için yaşanan anlaşmazlıklardan şikayet etse de konu para olunca herkesin aynı dilde konuşur hale gelmesi, ana dili aynı olanların ise anlaşamayıp birbirine düşmesi, Japon toplumunun yabancı sermaye ve teknolojik etkisi ile yozlaşması gibi anlatımlar da var. Sessiz Yabancı, yağmur altındaki kılıç dövüşü ve çatışma sahneleri, finaldeki el yapımı silah, usta besteci Stelvio Cipriani’nin hikayenin Japonya’da geçmesine dair bir anıştırma yapmayıp hiç Japon enstrüman ya da ezgileri kullanmaması, genelinde çok az konuşma barındırması, filmin adı Sessiz Yabancı olmasına karşın sonradan eklenen gereksiz anlatıcı iç ses yüzünden en fazla konuşanın Yabancı olması gibi daha pek çok ilginç ayrıntılarla dolu.
The Passing (1983): İkinci Dünya Savaşı’nda birlikte savaşmış iki yaşlı asker arkadaşı aynı evde yaşamaktadırlar. Ama artık birbirlerine bakamayacakları zamanların yaklaştığını görerek intihar etmeye karar verirler. Diğer tarafta ise karısına tecavüz eden kişiyi yakalayıp işkence eden bir adam yakalanıp hapse atılır. Bu iki öykünün beklenmedik şekilde birleştiği, bir drama belgesel gibi başlayıp umulmadık anda bambaşka türlere meyleden, drama izlerken bir anda galiba az sonra gözlerimi kapamam gerekecek dedirten, hemen ardından bir çizgi filmden fırlamış gibi komik anlar barındıran, bütçesizlik içinde zor koşullarda çekilmesine karşın bunu pek belli etmeyen, iki gazi rolündeki başka hiçbir filmde oynamamış amatör oyuncularının başarısıyla şaşırtan harika tuhaflıkta bir film.
Jumping (1984): Japonya’nın en önemli sanatçılarından Osamu Tezuka’nın 6 dakikalık deneysel animasyon çalışması, yalnızca bir çocuğun görüş açısından aktarılıyor. Bir sokakta zıplamaya başlayıp giderek çok yükseklere kadar çıkmaya başlayan çocuk, önce kırsaldaki alanlarda ağaçların ormanların üzerinden zıplarken ardında şehre ulaşıyor, gökdelenleri de zıplayarak aşabildiği yükseklilere çıkıyor, uçaklarla aynı irtifalara ulaşıyor ve artık zıplayamadığı o ana kadar bunu sürdürüyor. Sizi de çocukla birlikte zıplatıp o yüksekliklere çıkaran, küçücük ayrıntılarla çok şey anlatan, uyanıkken bir düş görmenizi sağlayan bir kısa çizgi film.
The Curious Case of Inspector Clouseau (2002): Peter Sellers ve Pembe Panter hayranlarının bayılacakları, Herbert Lom, Burt Kwouk gibi oyuncuların Pembe Panter filmleri, Peter Sellers ve yönetmen Blake Edwards üzerine görüşlerine yer veren, neden sadece bir saat uzunlukta diye isyan ettiren, eksik kalmış gibi olsa da hazine değerinde bir TV belgeseli.
Wishman (1983): Körkütük sarhoşları zınk diye ayıltan, ayıkları dumura uğratıp afallatan, benzeri olmayan bir sinemasal deneyim yaşatarak seyirciyi astral seyahatlere çıkartan unutulmaz eser Homoti’nin dünyanın en özel filmi olduğunu düşünen elit grup içindeyseniz, her türlü ET çakması ilginizi çekiyor demektir. Wishman tabii hiçbir şekilde Homoti etkisine yaklaşamıyor. Aslında devamı gelmemiş 50 dakikalık bir dizi pilot bölümü olan yapımda Wishman bir uzaylı değil, üstün yetenekli işçi projesi için yaratılmış bir prototip canlı ama hikayenin ET’den pek bir farkı yok. Linda Hamilton ve sevgilisinin onu yok etmek isteyen acımasız şirket yetkililerinden Wishman’i kaçırma hikayesi yavan klişelerle dolu. Yine de iyi bütçeli bir ABD yapımındaki yaratık kostümünü ucuz üretim çarpık suratlı Homoti ile karşılaştırıp Homoti’yi bir kez daha takdir etmek için izlenebilir.
Else (2024): Bu yıl gezdiğim festivallerde 4 tane küçük bütçeli psikolojik sürreal bilimkurgu filmine denk geldim. Dördüne de bayıldım. Bu ilki. Biraz fazla yavaş ilerliyor ama genel felsefesi ve finali müthiş. Duygusal bir body-horror.
Smile 2 (2024): En az ilk film kadar eğlenceli, basit ve seyirciyi yerinden sıçratan bir film. Sinemada izlemek keyifli oldu.
Strange Darling (2024): Çok sıradışı ve sürprizli bir anlatıma sahip bir kedi fare oyunu. Piç, seksi ve acımasız.
Black Eyed Susan (2024): Listemdeki 2. garip bilimkurgu filmi. Helsinki’deki NightVisions festivalinde izlerken ben bile bazı sahnelerde utandım, ezilip büzüldüm izlerken. Çok rahatsız edici, çırılçıplak ve psikopat bir yapay zeka seks oyuncağı filmi, diyeyim. Vinegar Syndrome’dan BluRay’i çıktı. Müzikleri Fabio Frizzi yapmış!
Poor Things (2023): Bu filmin ana akımda bu kadar popüler olmasını aklım almıyor. Çünkü bayıldım. Son zamanlarda ana akım iyice çöpe dönmüşken Lanthimos’un bu erotik Pinokyo/Frankenştayn hikayesi müthiş çarpıcı.
Inside Out 2 (2024): Neredeyse ilk film kadar iyi. Başka da bir şey demeye gerek yok bence. 10 yıldız.
Django (1966): Neden bu kadar geç izledim bilmiyorum. Sergio Corbucci’yi geç de olsa keşfettiğime çok mutluyum. Westernin Lucio Fulci’si resmen. Geçen sene en sevdiğim film olan The Great Silence ile beraber izleyebilirsiniz.
She Loved Blossoms More (2024): Listemdeki 3. lo-fi sürreal bilimkurgu filmi. Bir yandan eski usül Cronenberg-vari, bir yandan hafif komedi gibi bir tarzı da var. Sonu çok rahatsız edici. Yunan yönetmen Yannis Veslemez ile Neuchatel Fantastik Film Festivali’nde tanıştık. Sonra Amsterdam’da Imagine Festivali’nde bir daha izledim. Daha çok sevdim.
Cuckoo (2024): Aşırı garip, yer yer David Lynch havası olan, kuşlar ve insanları birleştirerek deneyler yapılan bir gerilim polisiye gibi, gerçekten nasıl anlatacağımı bilemediğim bir film. Başrole Hunter Schaffer çok yakışmış. Film aklımdan çıkmıyor. Hemen bir kere daha izlemem lazım.
Female Prisoner Scorpion: Jailhouse 41 (1972): Bu filmi bugüne kadar nasıl kaçırmışım, inanamıyorum. Aslında bir devam filmi. İlk film de muhteşem ama bu filmde hem karakterler, hem rengarenk sanat yönetimi, hem de beyin yakan kamera harketleri ve kurgu tercihleri daha beyin yakıyor. Kesinlikle bir numaram!
Geçen yıl verdiğim sözü tutarak bu yılki keşif listemin tamamını 2024’te izlediğim 2000 (listeye baktım da, hatta 1990) öncesi filmler arasından seçerek oluşturdum.
Fever (1988): Böylesine tuhaf bir gerilim izlemediğinize eminim. Craig Lahiff’in yönettiği Avustralya yapımı Fever, sadece bir tanesini alıp etrafını renkli karakterlerle süsleyerek filme dönüştürebileceğiniz bir dolu sürpriz (twist) ile örülü. Diyalogları minimumda tutarak tamamen kaç kovala üzerine kurulu aksiyona dayanan film, her biri farklı bir kara filmden (film noir) çıkıp gelmiş gibi duran karakterlerine çok acımasız davranıyor. Yan karakterler de dâhil olmak üzere hiçbirinin tek bir iyi yönü bile gösterilmiyor. Dolayısıyla özdeşleşebilecek karakter arayışındaki izleyici için çok garip bir izleme deneyimi sunuyor. Başta Orson Welles sineması olmak üzere daha birçok önemli filme atıfta bulunan Fever, tür sineması düşkünleri için ilgi çekici bir seyirlik. Tabi Fever’ın 1980’li yılların “hafifliğinden” nasibini fazlasıyla aldığını göz ardı etmemek lazım.
Slipstream (1989): Öyle bir film düşünün ki ilk iki Star Wars filminin yapımcısı Gary Kurtz, efsane Tron filminin yönetmeni Steven Lisberger ve Star Wars serisinin başkahramanı Luke Skywalker’ı canlandıran Mark Hamill’i bir araya getiriyor. Hatta oyuncu kadrosunda Bill Paxton, Bob Peck ve Kitty Aldridge gibi ilgi çekici isimlerin yanında, çok kısa rollerde de olsa Oscar ödüllü Ben Kingsley ve F. Murray Abraham da yer alıyor. Evet, Slipstream, kâğıt üzerinde bir hayli iddialı bir görüntü çiziyor. Ancak kazın ayağı öyle değil. Doğru düzgün gösterime bile giremeyen Slipstream, Kurtz’ün iflas etmesine, Lisberger’in bir daha film çekememesine ve Hamill’in kariyerinin bambaşka bir yöne doğru kaymasına neden oldu ve kaçınılmaz olarak sinema tarihinin en büyük fiyaskolarından biri olarak anılmaya başladı. Mad Max klonları arasında sayılabilecek filme “bu denli yıkıma sebep olacak kadar kötü” diyemiyorum ama eleştirilerin geldiği yerlerin çoğunda gerçeklik payı var. En başta kurulan post-apokaliptik evrenin ikna ediciliği bir hayli su götürür. Filmden keyif alabilmek için; tek ulaşım aracının, ilginç tasarımlara imkân veren, birçok teknolojik destekten yoksun hava taşıtları olduğuna -mantığınızı bir kenara bırakarak- inanmanız gerekiyor. Böylece uçan taşıtlarla gerçekleşen eğlenceli bir yol filmi izleyebilirsiniz. Ben öyle yaptım, işe yarıyor. Dış çekimlerin bir kısmının Türkiye’de (Kapadokya’da) gerçekleştirildiği notunu da ilginç bir detay olarak ekleyelim. Ayrıca filmde Eriş Akman’ın da kısa bir rolü var.
The Stone Tape (1972): Sinemada izlediğim ilk korku filminin yönetmeni olduğu için ayrı bir ilgi duyduğum Peter Sasdy’den ilginç bir TV filmi. BBC’nin 1970’li yıllarda Noel zamanı yayınlanmak üzere birbirinden ilginç korku filmlerini finanse etmek gibi harika bir huyu vardı. 25 Aralık 1972’de BBC Two kanalında gösterilen The Stone Tape de bunlardan biri. Senaryo, kaleminin değdiği her şeyi kendine has dokunuşlarla ilgi çekici hale getirmeyi başaran, benim için TSE damgası gibi bir işlev gören Nigel Kneale’ye ait. The Stone Tape, bilim ile doğaüstünü kafa kafaya tokuşturmak yerine birlikte harmanlayan, temposu biraz düşük ama ana gidişattan farklı yerlere kapı aralamaya müsait fikirlerle bezeli, dönemin TV filmi standardının hayli üzerinde bir korku filmi.
Man on the Roof (1976): Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’nün birlikte yazdıkları ve başkahramanı komiser Martin Beck olan 10 romanlık polisiye seri, bugüne kadar birçok kez sinemaya ve diziye uyarlandı. Bu uyarlamalar arasında rahatlıkla dikkat çeken Bo Widerberg’in yönettiği Man on the Roof, İsveç sinemasının gelmiş geçmiş en iyi polisiyelerinden biri olarak gösteriliyor. 1971 tarihli The Abominable Man adlı romandan uyarlanan film, bir polis memurunun öldürülmesi sonrasında gelişen olayları anlatıyor ve doğru notalara basarak otoritelerin polis şiddetini görmezden gelmesine ve polis teşkilatındaki yolsuzluklara odaklanıyor. Zamanına göre (bir polisiye için) oldukça sert bir cinayet sahnesiyle başlayan film, sıradan bir polis soruşturması gibi ağır tempoyla ilerliyor. Ama tamamı final sekansı olarak nitelendirilebilecek ikinci yarıda, daha gerçekçi olabilmek adına kamerasını halkın en kalabalık olduğu sokaklara, meydanlara sokmaktan çekinmiyor ve aksiyon yüklü bir bombaya dönüşerek nefes kesiyor. Hele İsveç’in en kalabalık meydanlarından birine helikopter düşürdükleri sahneyi muhakkak görmelisiniz.
A Bloodthirsty Killer (1965): Güney Kore’den çılgın bir intikamcı hayalet filmi. Ana konu genel şablonun çok dışında değil: Aile içi entrika sonucu haince öldürülen bir kadın, intikam yemini ediyor ve geri dönen hayaleti, entrikada parmağı olan herkesten sırayla intikamını alıyor. Filmin asıl ilginç tarafı, yönetmen Lee Yong-min’in kimi zaman sürreale kayan tercihleri. Abartılı kamera açıları ve tuhaf set tasarımı, izleyeni umulmadık sahnelerde umulmadık biçimde germeyi başarmasının yanında filmin bütününe de lanetli bir kâbus havası veriyor. Özellikle açılıştaki Alman Dışavurumculuğu’nun izinden giden sergi sahnesini takdir etmemek mümkün değil.
Leviathan (2012): Bu yılın keşif filmlerinden ilki, Lucien Castaing-Taylor ve Verena Paravel’in yönetmenliklerini yaptıkları epik ve aynı zamanda oldukça dramatik filmleri Leviathan. Duyusal etnografik (sensory ethnography) sinemanın bence en iyi örneklerinden biri olan Leviathan, insanlar ve insan olmayanlar, yüzey ve yüzeyin altı, yaşayan ve ölüler arasındaki “eşitliği” izleyicisine muazzam bir görsel ve işitsel dil ile anlatıyor. Yönetmenlerin balıkçıların kafalarına ve kollarına, kendi bedenlerine ve hatta direğin ucuna taktıkları GoPro ile çektikleri görüntüler, izleyiciyi nefessiz bırakırken, Leviathan ismi Tevrat ve İncil’de adı geçen deniz yaratığına gönderme içeriyor. PS 1: Harvard Üniversitesi’nde yapılan yönetmen söyleşisi ve film okumasının kaydını bonus olarak meraklılara bırakıyorum: youtube.com/watch?v=Z-Eyw5sHGBQ
On Body and Soul (2017): İkinci keşif filmim uzun süredir izleme listemde olan, fakat ancak izleyebildiğim, Ildiko Enyedi’nin Altın Ayı ödüllü filmi Beden ve Ruh (2017). Film ormanda karlar altında iki geyiğin (biri dişi, bir erkek) olağanüstü bir şiirsellikte birbirlerine yaklaşmaları ile başlıyor. Bu düşsel sahneden insan gerçekliğinin sertliği ile karşı karşıya kalacağımız bir mezbahaya geçiş yapılıyor ve biraz sonra da kaçış sansı olmayan bir ineğin kesilişinin vahşeti, kan revan içerisinde ekranı kaplıyor. Film bu mezbahada çalışan Maria ve Endre üzerinden anlatısını kuruyor. Maria bedensiz ruhu, Endre ise ruhsuz bedeni temsil ediyor. Mezbaha ise bu öznelerin tutsak oldukları hapishaneyi yani modern dünyayı simgeliyor. Bu yüzden de mezbaha sahnelerinde soğuk renkler tercih ediliyor, karakterleri sıkıştıran kadrajlar seçiliyor ve hatta karakterlerin fiziksel ve ruhsal engelleri gösterilerek modern öznenin tutsaklığına da gönderme yapılıyor. Uygar modern dünyada ruh ve bedenin bir türlü bir araya gelemediğinden hareket eden yönetmen, aynı rüyayı gören bu iki karakteri, bir tamamlanma yolu olarak, doğada birer hayvan olarak bir araya getiriyor ve filmi boyunca da incelikli bir aşkı izleyicisine sunuyor.
Faces Places (2017): Zihinlerde belki de en çok Yersiz- Yurtsuz (1985) ile iz bırakan Agnes Varda’nın fotoğrafçı JR ile birlikte yönettikleri Mekanlar ve Yüzler, üçüncü keşif filmim. Aralarında neredeyse yarım yüzyıl bir yaş farkı olan Varda ve JR, spontane bir şekilde, ellerinde kameraları Fransız kırsallarında yollara düşüyor, yolda denk geldikleri insanların hikayelerini dinliyor, sonra da onları fotoğraflıyorlar. Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine isimli kitabında “Fotoğraf toplamak, dünyayı biriktirmektir” der. Her şeyin anlamını yavaşça yitirdiği bu dünyada fotoğraf aracılığıyla yüzler ve mekanları birleştiren ikili, binaların dış yüzeylerine astıkları devasa büyüklükteki siyah beyaz fotoğraf baskıları ile insan hikayelerinin görünür kılınmasını sağlıyor ve bizler için de bir anlamda dünyayı biriktiriyorlar. Fotoğrafları çekilen bu insanlar kadar fotoğrafları çeken iki insanın hikayesi de filmde kendisine yer bulurken, uçup giden zamana, yok olup giden anılara, ölümlü dünyaya inat fotoğraflar bir hatırlama (iz bırakma) ve var olma biçimi olarak filmde kendisine yer buluyor. PS 2: Sontag ve Varda’nın 1969 yılına ait röportajlarına dair bir link bırakıyorum meraklısına: youtube.com/watch?v=7W03R4MKn0s
The Lion Hunters (1966): Yönetmenliğini, Fransız etnograf ve belgesel sinemacı Jean Rouch’un yaptığı Aslan Avcıları, Nijer, Yatakala’da yasayan Songhaylı avcıların bir ritüele dönüşen aslan avını (hazırlıklardan başlayarak avın parçalanma ve bölüşülmesine kadar her anını) anlatıyor. Filmlerinde tek bir toplumu uzun süre titizlikle inceleyen ve bunu belgeleyen Rouch, babasının işi dolayısıyla daha 11 yaşında tanıştığı topraklarda kendi evinde gibi rahat hareket ediyor ve filmi boyunca kültür ile insan davranışları arasındaki bağı ustalıkla kuruyor. Film önce bizi vahşi hayvanların rahatça dolaştığı tehlikeli bir mekana götürüyor, burada kayalara kazınmış resimlerdeki avcılığa dair inanış, ritüel ve büyüleri gösteriyor, ardından da av için zehirli ok ve yayın hazırlanılışına tanıklık ediyor. Beş avcı üzerinden anlatılan aslan avı ile erkeklik, güç ve cesaret arasında bağ kuran Rouch, filminin anlatısını insan doğasını anlamak üzerine kuruyor ve bu hali ile de filmi bir arayış filmine dönüşüyor.
Ticket to Paradise (2022): Son keşif filmim George Clooney ile Julia Roberts’ı romantik komedi filminde bir araya getiren Ol Parker’ın filmi Cennete Bilet. 90’ların (gençliğimin) iki romantik figürü Clooney ile Roberts’ı bir arada görmek nostaljik bir izi hatırlattı sanırım belleğimde ancak peşin peşin söylemeliyim ki film, ne türe ne de aşka yeni bir yorum getiriyor. Ancak yine de arada romantik komedi izlemeyi sevenler için önerilebilir bence. Filmin konusu şöyle: Yıllar önce ayrılan ve anlaştıkları tek konu kızları Lily olan Georgia ve David, yeni mezun kızlarının hayatının aşkı ile evlenmesine engel olmak için işbirliği içine girişir. Ancak bu sırada “beklenmedik” bir şey olur ve çift aşklarını tekrar tazeler.
Evil Does Not Exist (2023): İnsan, dünyadaki yaşamını doğa ve hayvan olmadan sürdüremeyecek olmasına karşın doğanın ve hayvanın insandan bağımsız olarak var olduğunu ve onların hakları olduğunu kabul etme fikri, tuhaf bir şekilde, henüz çok yeni ve şimdi eleştirdiğimiz birçok şeyi kısa süre öncesine kadar hepimiz yapıyorduk. Büyük çoğunluk hala umursamıyor ancak bir yerden başlamak gerektiğini düşünen ama nasıl olacağını bilmeyenler için.
The Peasants (2023): İnsanın içine işleyen müzikler eşliğinde ilerleyen bir aşk ve mülkiyet masalı. İnsanlığın en eski hikayelerinden olan Kabil ve Habil anlatısının güncellenmiş hali.
See You Up There (2017): “Savaşı başlatanlar, savaşı durdurmayanlar ve savaştan menfaat sağlayanlar…” İnsan, yeryüzünde ölümü paraya çevirebilen tek canlı türü. Savaştan önce, savaş esnasında ve savaştan sonra çıkar peşinde koşan aşağılık insanlar her yerde aynı.
The Salt of the Earth (2014): Elinde kocaman silahıyla ölüm saçan seksi kadınları veya yakışıklı erkekleri görmek isteyenler için sıkıcı gelebilir. İncil’de, insanın “toprağın tuzu” olduğu yazmasına karşın “toprağın kanseri” olmayı seçen insanın durumu üzerine.
Maharaja (2024): Yirmi yıl önce seyretmiş olsam, sıradan bir film der geçerdim ancak merhamet, sevgi ve doğru olanı yapma konusunda her geçen gün daha da kötüye gittiğimiz günümüzde çok değerli.
Moonraker (1979): Bir zamanlar ATV’de falan 75 bin defa gösterilmesine rağmen tamamını izlemeye tenezzül etmediğim filmlerden biriydi Moonraker. Çünkü “Sean Connery olmadan Bond olmaz” şeklinde bir kalın kafalılıktan muzdaribim üzerinize afiyet. O kalın kafalılık henüz geçmiş sayılmaz ama Moonraker’ı yıllar sonra oturup salim kafayla izleyince dünyada başlayıp uzayda biten bu heyecan verici maceranın kıymetini teslim etmek gerektiğini anladım. Uzay istasyonları, mekikle yapılan kurtarma operasyonları, uzaydaki lazerli çatışmalar, John Barry’nin orkestrasyonları falan beni benden aldı.
Inshallah A Boy (2023): Ürdün’de kocasının ölümünden sonra ondan bir erkek çocuğu olmadığı için miras payı alma hakkına sahip olmayan Nawal’ın umuda tek başına mücadelesini anlatan bir film. Oryantalist bir temcit pilavına dönüşme potansiyeli içeren filmi benzerlerinden ayıran ne peki? Öncelikle oyuncu seçimi. Nawal’ı canlandıran Mouna Hawa’nın bu içine kapanık, karamsar ama inatçı kadın rolüne çok iyi girdiğini düşünüyorum. (Aynı Mouna Hawa’yı pek beğenmediğim bir film olan Bar Bahar’da (2016) yırtık ve dışa açık bir kadın olan Leila rolünde de aynı keyifle izlemiştim.) Inshallah A Boy’u öne çıkaran bir diğer etken ise umuda yaptığı coşkusuz ama net vurgu.
The Last Outlaw (1993): Bir ahlaki seçimden yola çıkan ve çoğu kurtarmak için az feda edilebilir mi yoksa tamamını korumaya değer mi ikilemine odaklanan bir western. Birkaç pürüzüne rağmen hikayesine bayıldığım westernlerden biri. Sinema filmi olarak çekilse, üzerine biraz daha kafa ve para yorulsa, mesela ilk soygun sahnesinde Eustis o Derringer cep tabancasını gözümüze soka soka almasa efsane bir western olabilirmiş.
Dark Star (1974): İzlediğim en tuhaf ve en komik bilim kurgu olabilir. Uzayda geçen düşük bütçeli bir Dr. Strangelove veya A Space Odyssey parodisi düşünün, işte öyle bir güzellik.
Pusher III (2005): İlk filmi çok beğenmiştim. İkinci film ilk filmin yancısı Tonny’nin hikayesine odaklanıyordu ama Mads Mikkelsen’e rağmen beni pek sarmadı. Ama her iki filmde de dikkatimi çeken kişi mafya babası Milo olmuştu. Zlatko Buric hem samimi hem mesafeli, hem sevimli hem de kan donduracak derecede acımasız bir adam olan Milo’ya inanılmaz bir başarı ile hayat vermişti. Ne kadar talihliyim ki Refn üçüncü filminde Milo’nun hikayesine odaklanmış. Zlatko Buric’in filmi sürükleyen kişi olduğunu söylemeye gerek yok.
Late Night with the Devil (2023): Araya giren reklamların bile daha gerçekçi olduğu, paçalarından sahtelik akan reality şovları bilirsiniz. Bu şovların Cadılar Bayramı’na özel bir bölüm hazırladıklarını düşünün. İşte Late Night with the Devil; şeytani tarikatların bol, seri katilliğin normal olduğu 70’lerin atmosferinde geçen böyle bir canlı TV yayını. Konuklar da gaipten sesler duyanlar, cinlerden mesajlar alanlar, burçlara inanmayanlar falan. Paravanın arkasında bir de şeytanımız var tabii. Peki, ben bu filmi neden sevdim? Bir kere düşük bütçeyle iyi film yapılabileceğinin kanlı canlı kanıtı. Sonra bir televizyon programı şeklinde bedenlenmiş bir film izliyorsunuz ki bu farklı. Son sahnesine kadar gözlerinizi filmden alamıyorsunuz çünkü her an sadece sizin fark ettiğinizi sandığınız bir şey fark edebilirsiniz. Dekorlar kendi kendine hareket edebilir, arkadan beyaz bir şeyler geçebilir, konuklar durup dururken yanabilir, biri diğerine “Ne dedin sen?” diyerek çat!.. Bir de host olarak David Dastmalchian’ın olağanüstü oyunculuğu var ki şeytan cehennemde talk show sunsaydı ancak bu kadar başarılı olabilirdi.
Oddity (2024): Şüphesiz 2024, korku kültürü için şenlikli bir yıldı. Bunun için tüm korku filmi tanrılarına ve tanrıçalarına teşekkürler… Büyük bir şeyin olacağını beklediğiniz, yavaş yavaş yanan ama fark etmeden sizin de bir yerlerinizi tutuşturan filmlerden biri Oddity. Tamam, bu yıl güzel korku filmleri vardı ama ben tekinsiz obje kullanımında zamanı ve mekanı en iyi şekilde değerlendiren korku filmi olarak bunu seçiyorum. Psişik medyum Darcy, ikiz kız kardeşi Dani’nin şüpheli ölümünü aydınlatmak için, artık eniştesi ve sevgilisinin yaşadığı kır evine ziyarette bulunuyor. Giderken de eli boş gitmiyor, sevimsiz bir hediye götürüyor: Bir nevi muska veya totem olan, insan boyutlarında ahşap bir figür. Yahudi folklöründeki kil manken Golem gibi. Bundan sonra yaşanan olaylar doğayı aşıyor, doğa yasalarıyla açıklanamaz bir hal alıyor. Karşımıza doğaüstü korkuyla terbiye edilmiş bir cinayet gizemi çıkıyor. Oddity, kendine ayrılan süre boyunca huzursuzluk hissi veren ve uğursuz atmosferde ilerleyen filmleri sevenler için ideal. Bir de yılbaşında hala ne hediye alacaklarına karar veremeyenler için.
A Different Man (2024): Bu yıl canavar korkunçluğunda The Substance, en sevdiğim filmlerden biri oldu. Ama ben kendinin daha iyi bir versiyonu olma yolunda beden dehşetini işleyen bir başka kara komediyi A Different Man’i listeme almak istedim. The Substance’ı çoktan keşfetmiş olabilirsiniz, bu filme de bir şans verin. (Bunun 5 keşiften oluşması gereken listeme The Substance’ı sokmanın iyi bir yolu olduğunu düşündüm.) Filmde yüz dismorfik bozukluğuna sahip bir aktör olan Edward, dış görünüşünü değiştirmek için tıbbi deneysel bir uygulamanın parçası oluyor ve katman katman çekici bir adama dönüşüyor. Artık farklı biri olmasına rağmen bu değişim, hayatını beklediği gibi etkilemiyor. Çünkü içindeki garip ve gergin kişilik hala orada. Derken karşısına onun gibi yüz dismorfik bozukluğuna sahip ancak karizmatik, öz güvenli ve sosyal Oswald çıkıyor. Sonrası birtakım kıskançlıklar ve kabuslar. Sebastian Stan güvensizliğini beden diliyle aktarırken, Adam Pearson pozitif enerjisini yansıtırken son derece ikna edici. A Different Man, komik, tuhaf, saçma, ikircikli.
Perfect Days (2023): Bu film listemin mavi boncuğu, azizi ve azizesi. Çünkü insanda yaşama isteği uyandıran; huzurlu, umutlu enerjiler yayıyor ki bu durum, bu listenin ölüm kokan karanlığını ve kötücüllüğünü temizlemeye yeter. Wim Wenders ve Koji Yakusho bizi bazen siyah beyaz fotoğraf kareleriyle, bazen ışık hüzmeleriyle, bazen de tek bir kişiden yansıyan insanlık halleriyle sakinleştiriyor. Sıradan insanın sade ve keyifli bir gününü izlemek, bizim için de her gün yaptığımız küçük şeyleri resitale dönüştürüyor. Hemen ağaçların fotoğraflarını çekmek, yayılıp kitap okumak, arabada Nina Simone dinlemek, fısfısla çiçek sulamak, hamamda yıkanmak, tuvalet temizlemek istiyoruz. Evet, bunu bile isteyebiliyoruz. Temizliğin verdiği omurga karıncalanması, basit zevklerin yarattığı ruh masajıyla birleşiyor. 2024’te keşfettiğim bu film, yaşamla ilgili kişisel keşiflere de vesile oluyor. Günün sonunda fark ediyorum/ediyoruz ki elimizde sadece koca bir şimdi var. “Next time is next time. Now is now.” İşte Wim Wenders rock’n roll!’u, Japon ikigai’si, Koji Yakusho gözyaşları zaten bu.
Death’s Game (2023): Keşif listemin bu yılki Güney Kore yapımı, Lee Wonsik’in yarattığı 8 bölümlük TV dizisi Death’s Game oldu. (Çok az farkla Death to Snow White’ı geçerek listeme girmeye hak kazandı. Alkışlıyorum.) İntihar eden Choi Yi-jae, cehennemin kapılarında Ölüm’le karşı karşıya geliyor. Ölüm hafife alındığı için kızgın ve ona bir ceza veriyor: Farklı bedenlere girerek, ölümü 12 defa daha deneyimleyecek. Hayatta kalmayı başarırsa cehenneme gitmekten kurtulacak. Ha bu arada bu 12 kişi kaçınılmaz olarak ölecek kişiler ve buna rağmen ölmemeyi başarması gerekiyor. Dikkat etmesi gereken birkaç hayati kural daha var. Kullanma kılavuzlarını okumayan, pop-up uyarıları rastgele evet-hayır yapan, her linke tıklayan biriyseniz işiniz biraz zor. Webtoon uyarlaması Death’s Game, baştan sona heyecan, aksiyon, gizem ve sürprizler silsilesi. Ustaca hazırlanmış bir olay örgüsüne, güçlü bir hikayeye, ansambl oyuncu kadrosuna sahip. Kore yapımlarının alametifarikası şu: Tam her şeyi gördüğünüzü düşündüğünüzde farklı ve taze bir şeyle karşınıza çıkıp, “uwa!” demenize sebep oluyorlar.
2024 sinema için gayet keyifli ve doyurucu bir yıldı ama bu da gerektiği kadar keşiflere yer veremedim demek oldu, varsın olsun, yine 5 tane, bana yeni, hiçbir sırası olmayan, çok hoşuma giden, 2024’te gördüğüm filmler.
Code of Honor (1987): Listeye Hong Kong ile başlayalım. Twilight of the Warriors: Walled In gibi bir filmin bize 2024’te Hong Kong sinemasının halen ne kadar zengin olduğunu hatırlattığı bir dönemde, Code of Honor gibi daha ufak ama yine de çok iyi yapılmış bir klasik ‘heroic bloodshed/triad’ filmini keşfetmek keyif verdi. Eski onur/şeref/mertlik/racon vs. kavramlarını halen yaşatmaya çalışan bir triad lideri ve değişen zaman içinde onu yok etmeye çalışan yeni çeteler. Listeye genç bir Chow Yun-Fat ve de gayet kanlı dövüş sahneleri ekleyince ortaya leziz bir reçete çıkıyor. Tavsiye ederim.
Cast a Dark Shadow (1955): Dirk Bogarde ve Margaret Lockwood’un birbirinden ahlaksız iki karakteri oynadığı bu unutulmuş ama inanılmaz Brit-noir, Bogarde’ın yaşlı eşini miras için öldürmesi ile başlıyor ve kimsenin zarar almadan çıkamayacağı bir oyuna dönüşüyor. Kaçırılmayacak bir film.
Bump in the Night (1991): Christopher Reeve’in Superman dışında da inanılmaz karakterler yarattığını hatırlatan filmlerden biri olan Bump in the Night, aslında TV filmi olarak çekilmiş ama yarattığı atmosfer o kadar rahatsız edici ki etkilenmemek mümkün değil. Christopher Reeve okuldan küçük bir çocuğu kandırarak kaçıran pedofil, Meredith Baxter alkolik ve çocuğunu bulabilecek kadar ayık kalmayı becerip beceremeyeceği şüpheli bir New York gazetecisi ve Wings Hauser da onun kadar problemli eski eşi. Daha fazla bir şey söylemek bu filmin tüyleri diken diken eden atmosferinden hırsızlık etmek sayılır, o yüzden en iyisi izlemek.
Fear No More (1961): Yine bir B-film, yine bir film-noir. İşvereni için bir tren yolculuğuna çıkan kadın, kendini cinayet zanlısı olarak bulur. Filmin sanırım en ilginç tarafı çok karanlık olan finali. Noir’larda genel olarak beklenmeyen bir ahlaki çöküşün çok güzel ekrana yansıtıldığı bu film, kesinlikle izlenmeli.
Maharaja (2024): Vijay Sethupathi’nin inanılmaz bir performans çıkardığı ve tam karşısında yönetmen Anurag Kashyap’ın ‘villain’ rolüne büründüğü, ufak bir berberin “lakshmi” dediği kovasının kaybolması ile başlayan ve beklenmeyecek en karanlık noktalara giden, rahatsız edici, insanın huzurunu bozan, ana akım sinemadan olabildiğince uzak bir intikam hikayesi. Kaçırmamalı.
Sinemanın bugününden çok umutlu olduğumu söyleyemeyeceğim. Son zamanlarda “İşte bu!” dediğim filmlerin bile, aslında eski yapımların izinden gidiyor olması biraz can sıkıcı. Bu sene en beğendiğim işlerden biri The Substance oldu ama onun büyüsü bile geçmişin ruhuna yaslanıyor. Bu yüzden, 2024 için hazırladığım keşif listemde tıpkı Murat Kızılca misali geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyorum. Kendinden başka hiçbir şeye benzemeyen ufuk açıcı filmlerle, bazen de arsız taklitlerle karşılaşmaya hazır olun!
Flavia, the Heretic (1974): Bu film benim için tam bir keşif çılgınlığıydı. 70’lerin ortalarına ait, son derece farklı, hatta biraz sarsıcı bir dönem filmi. Hikâyesi bir manastırda geçiyor ama öyle bildiğiniz “sessiz sakin” manastır filmlerinden değil. Flavia karakteri, erkek egemenliğine ve kilise baskısına karşı inanılmaz bir direniş sergiliyor. Kostümler, müzikler ve bütün o dönem atmosferi bambaşka bir dünya kuruyor önümüze. Tavsiye etme sebebim de tam olarak bu: “Ne oluyor yahu?” dedirten, elinizi kolunuzu bağlayan o gerilim hissi. Cesur, farklı ve kolay kolay unutamayacağınız bir deneyim sunuyor.
The Fifth Cord (1971): Adı az duyulmuş ama hayranı çok olan bir İtalyan giallo filmi. Benim için en büyük artısı, tipik giallo motiflerini hiç çekinmeden kullanıp bir yandan da kendi tarzını koruması. Görsel kompozisyonları ve ışık oyunları gerçekten akılda kalıcı. İzlerken gözlerimi ekrandan alamadığım sahneler vardı. Bu filmi listenize almanızın nedeni basit: Karanlık bir dedektif hikâyesi izlemek istiyorsanız, hem de bunu güzel bir sanatsal çerçeveyle deneyimlemek istiyorsanız, aradığınız şey burada.
The Pyjama Girl Case (1978): Türkçeye “Sarı Pijamalı Kız” diye çevrilen bu film, polisiye ve dramın iç içe geçtiği bir Avrupa klasiği bana sorarsanız. Yönetmen Flavio Mogherini, 70’lerin sonlarında Avustralya fonunda geçen bir cinayet hikâyesi anlatıyor. Etrafta çözülmeyi bekleyen bir gizem, acayip karakterler ve genel olarak “Neler dönüyor burada?” dedirten bir atmosfer söz konusu. Filme dair en sevdiğim şey, tam bir yapboz gibi kurgulanması. Her yeni sahnede yeni bir parça açığa çıkıyor. Suç filmlerine meraklıysanız, bu kesinlikle es geçmemeniz gereken bir yapım.
Fascination (1979): Jean Rollin filmi deyince akan sular durur, biliyorsunuz. Gotik korku, sisli manzaralar, kanlı ve rüya gibi sahneler… Hepsi Fascination’da var. Sinema tarihinin en “avangart” korku yönetmenlerinden biri olan Rollin, bu filmde de tüm tuhaf fikirlerini işin içine katmış. Elinizde kadeh, vampir temalarının geçmişle buluştuğu estetik bir resital gibi. Neden tavsiye ediyorum? Çünkü azıcık “farklı” bir korku filmi izlemek, belki de günümüzün pek çok tekdüze korku hikâyesinden sıyrılmak istiyorsanız, bu film size unutulmaz, biraz da çarpıcı bir atmosfer sunuyor. Ha bir de 70’ler porno sinemasının en güzel kadınlarından biri olan Brigitte Lahaie var!
The Possessed (1965): İtalyan sinemasının gölgede kalmış hazinelerinden biri diyebilirim. Giallo severler için kesinlikle hazine değeri taşıyor. Bir yazarın göl kıyısındaki kasabada karşılaştığı esrarengiz olaylar, filmin ana eksenini oluşturuyor. Gölgeler, sisli göller, kasvetli evler… Tipik giallo dokusuna psişik gerilim öğeleri ve kara film esintileri de eklenince ortaya oldukça tekinsiz bir atmosfer çıkıyor. “Bu işin arkasında ne var?” sorusu zihnimden hiç eksik olmadı. Eski usul, karanlık ve psikolojik gerilimlerden hoşlananlara özellikle tavsiye ediyorum.
Butcher, Baker, Nightmare Maker (1981): 80’lerin başlarından bir korku-gerilim klasiği. Dönemin tüm “yanardöner” klişelerini barındırıyor ama aynı zamanda son derece sarsıcı bir psikoloji analizi sunuyor. Anne-çocuk ilişkisi, boğucu aile temaları derken film gittikçe karanlık bir boyuta ulaşıyor. “Nasıl yani, bu kadar ileri gitmişler mi?” diye şaşırabilirsiniz. Korku sinemasının o çiğ ve enerjik dönemiyle ilgileniyorsanız, kesinlikle bir şans verin derim.
Slaughter High (1986): Bu benim video kaset dönemlerinde en çok yeniden kiraladığım filmlerden biri. Kimine göre de beş para etmez bir film ama ben çok seviyorum nedense. Bana gerçekten eğlenceli ve gaddar geliyor. Lise mezunlarının okulda buluşması ve ardından gelişen olaylar… Bir tahmin edin neler olacağını! Tam bir 80’ler B filmi, çılgın ve kanlı sahnelerle dolu. Absürt mizahı ve dehşeti aynı sepete atmış, pişirmiş, önünüze koymuş. O kadar klişe ki bazı sahnelerde güleceksiniz ama aynı zamanda “Ay, bu sahne fena olmuş!” diye de irkileceksiniz. Arkadaşlarla toplu film gecesi yaparken açarsanız eğlencesine diyecek yok.
The Heroes of Telemark (1965): Çocukluğumda TRT’de izleyip unutamadığım ama her yıl listeye almayı unuttuğum bir film, bu yıl da son anda hatırladım. Bu yüzden listedeki diğer filmlerden farklı duruyor. Film, Norveç’in karlı dağlarında, Alman nükleer projesini sabote etmeye çalışan direnişçilerin hikâyesini anlatıyor. Yönetmen Anthony Mann ve oyuncu kadrosundaki Kirk Douglas ile Richard Harris gibi yıldızlar, filmi baştan sona sürükleyici kılıyor. Tam bir “eski usul” macera ve aksiyon karışımı. İzlerken kışın soğuğu iliklerinize işleyecek. Özellikle tarihe ve savaş filmlerine meraklıysanız, bu yapımı es geçmemelisiniz.
Benim 2024 film listem bu şekilde şekillendi. Geçmiş yılların en orijinal, en sıra dışı örneklerine dönmeyi gerçekten seviyorum. Bu filmler size de farklı deneyimler sunar, belki aranızda hiç duymamış olanlar vardır, belki de bir süredir aklınızdaydı ama ertelemiştiniz. Yeni yılda, eski yapımlarla taze bir başlangıç yapmak isteyen herkese iyi seyirler! Keyfinizi yerine getiren filmlerle dolu bir yıl olsun.
Hausu (1977): Adı üzerinde, ev işte. Gayet iyi biliriz ki, ortada bir ev varsa, illa vukuat da var demektir. Yaz tatili birlikte geçirmek isteyen yedi öğrenci kız, gizemli teyzenin evine giderler ve olaylar gelişir (bu olaylar gelişir, çok matrak bir klişe ha, sürekli gelişiyor, durduramıyoruz). Hazır olay demişken, olağan olaylar değil, olağanüstü olaylar bunlar. Doğaüstü şeyler, tastamam alengirli işler. Tuhaf ve güzel bir seyirlik bu, resmen saçmalığın daniskası. Korkutmak da değil bence filmin meselesi, şuursuz bir albeniyle, tastamam kendisi olmak, benzersizliğe ulaşmak. Tatlı ve heyecanlı bir film, belki sen sevmezsin ama ben severim.
Plan 9 from Outer Space (1957): Uzun zamandır izleme listemdeydi, hop diye MUBI Türkiye platformunda karşıma çıktı. Bu beşlik keşif listemdeki en kötü şey kendisidir, tereddütsüz. Yahu ben nereye düştüm, derdim nedir, deli miyim ben gibi usuma üşüşen suallere karşın, seyretmeyi bırakamadım. Bu delidolu vasatlık, beni seçti, beni kendine çekti. “Dünyanın en kötü filmi” diye reklamı yapılıyor, yo dostum yo, çok daha kötüleriyle test edildim, neler neler gördü bu gözler. Bu sadece eğlence, uçuk, kaçık, bol kepçe saçmalık. Uzaylılar, dünyalılarla baş etmek için ölülerden medet umuyor, ilk sekiz planları tutmayınca, ne etsin zavallılar? Hah! Filmin başları, bir on, on beş dakika harbiden seyri zevkli, hatta kült ve klasikse bu yapıt, bu girişin hatırınadır. Sonra mı? Felaketim olurdu, ağlardım!
Shogun Assassin (1980): Bu tam tekmil kan filmi, evet, evet, kan filmi. Sürekli akıyor, fışkırıyor, ortalık kıpkırmızı. Filmin kökeni, 1972-1974 yılları arasında Japonya’da yayımlanan Yalnız Kurt ve Yavrusu adlı manga serisine dayanıyor. Seri, başlarda Amerikalılar ve Avrupalılar için çok vahşi ve sert bulundu, Asya dışında pek tanınamadı. Sonra avangart ve bağımsız sinemacılar, Amerikan hakları için para ödediler ve karmakarışık eseri hayli basitleştirdiler. Adını da Şogun koydular, çünkü Şogun dizisi resmen patlama yapmıştı, uyanıklar, malı satmanın yolunu bir anda buldular. Onlarca can alınan, baba-oğul sevgisini kutsayan bu atraksiyon delisi film, türü sevenler için ideal bir seçim, hiç şüphesiz.
Odishon (1999): Ölüm Provası için bu yıl keşfettiğim film diyemem, 20 sene sonra tekrar izlediğim ve yeniden sevdiğim yapıt derim. Yedi yıllık dul, kendine eş bulmak ister, film şirketinden arkadaşının yardımıyla, kadınlar arasında oyuncu seçmeleri yapılır (eş ve çocuğuna anne bulma yoluna bak hele), elemanımız da gider, sessiz, sakin ama tekinsiz olan Asami’den etkilenir. Sanatsal bir şiddet ve hudutsuz bir zarafet. Yıkıcı gücüne hayran da olunabilir veya tam tersi bu ne kardeşim, iğrenç ve ürkünç de denilebilir. Orası size kalmış. Bu arada yalnızlık, özellikle asri çağımızda, tüketim toplumunda, insanlığı ele geçirmiş durumda. Özellikle Japonlar, yalnız olan, asosyal olan, bir kısmı sapkın veya çıldırasıya tutkun (otaku kültürü) olan bir millet, filmi izleyince haklılarmış diye düşünülebilir, her ilişki, her birliktelik iyi bir şey değildir, besbelli!
Tetsuo: The Iron Man (1989): Listemden de göreceğiniz üzere, Japon sineması denilen dipsiz kuyu, delibozuk halleriyle epey ilgime mazhar olmakta, ısrarla. Tetsuo, 67 dakikalık siyah-beyaz bir film, hayli deneysel ve hatta psikodelik-saykodelik denilebilecek bir iş ve neredeyse diyalogsuz. Süresi kısa olsa da yoğunluk baki, kendi sanrısını yaratabildiği için filmi sevdim, lakin metal fetişinin hunharca gittiği yol, herkese göre değil! Bu çılgın tuhaflıklar ve fetiş manyaklığı çok fazla Nippon (Japonya), yapacak bir şey yok, elemanlar kesinkes bayılıyorlar rahatsızlık yaymaya. Büyük Şair Nazım Hikmet, bundan bir asır önce (1923), Makinalaşmak İstiyorum! diye şiir yazar; “Trrrrum / trrrrum /trrrrum! / trak tiki tak! / makinalaşmak istiyorum! / beynimden, etimden, iskeletimden geliyor / bu! / her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! / tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor / damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri! / trrrrum / trrrrum / trak tiki tak / makinalaşmak istiyorum! / mutlak buna bir çare bulacağım / ve ben ancak bahtiyar olacağım / karnıma bir türbin oturtup / kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! / trrrrum / trrrrum / trak tiki tak! / makinalaşmak istiyorum!” Japonlar, tabi zeki adamlar, ustanın arzusunu abartarak da olsa anlamışlar.
Aşk, Mark ve Ölüm (2022): Göçmenlik, müzik, Türk-Alman sineması gibi konularla ilgilenen biri olarak izlemekte çok geciktiğim bir belgesel oldu. Kaya’nın ilk uzun metraj belgeseli, Remake, Remix ve Rip-off gibi izlemesi keyifli, bilgilendirici ve ilginç karakterlerle dolu bir film.
Longlegs (2024): Ateşli bir rüya tadında, okültist seri katil filmi. Nicolas Cage, alamet-i farikası haline gelmiş olan delilik performansının sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Şeytan kulağına kurşun.
The Stranger (2022): Avustralya yapımı, gerçek olaylara dayanan bir polisiye gerilim filmi. Bir çocuk cinayetini araştıran sivil polislerin, yaptıkları araştırmanın detayları kadar bozulan ruh sağlıklarına da odaklanan ustalıklı bir yapım.
The Coffee Table (2022): İspanyol yapımı. Yeni bebek sahibi olmuş bir çiftin, aldıkları bir kahve sehpasıyla kabusa dönen yaşamları üzerine, rahatsız edici bir film. Trigger warning/sürprizbozan: bebek ölümü ve intihar.
The Substance (2024): Bu senenin iyi body horror filmi. Mesajı kör göze parmak tadında, görsel metaforları biraz klişeye dayanıyor da olsa, yaşlandıkça bize ihanet eden bedenlerimiz üzerine iç gıcıklayan bir öykü anlatıyor.
Exhuma (2024): Folklorik öğeler ile “kötü ruh” temasının birlikte kurgulandığı bu film, yavaş ve diyaloga dayalı anlatımı, sinematografik kareleri, korku motiflerinin özgün kullanımı, müzik ve sahnelerin uyumu gibi hususlar ile öne çıkıyor. Ancak onu asıl farklı yapan, hikâyesini anlatırken kullandığı vatanseverlik temasıdır. Çünkü alt metne tarihsel bir propagandayı yerleştirirken biyografi, savaş, dram ya da belgesel türlerinden değil de korku türünden faydalanmayı tercih ediyor.
What We Do in the Shadows (2014): Her yıl geç keşfedilen ya da bir türlü izlemeye fırsat bulunamayan filmlerle doludur. Benim dünyamda 2024 yılındaki bu rolü, on yıl öncesine ait bir absürt komedi üstleniyor. What We Do in the Shadows, vampirleri ve vampirlik kavramlarını mizahın içine yerleştiren, vampir filmografisindeki en absürt örneklerden biri. Modern dünyada yaşayan vampirlerin günlük yaşantılarının anlatıldığı filmin dizisi de mevcut. Daha fazla geç kalmadan izlemenizi tavsiye edeceğim filmler arasında…
Dune: Part Two (2024): Sarmal Yayınları’nın 90’ların sonundaki baskısıyla tanıştığım Dune efsanesinin gerçekleşmiş (Dune, 1984) ve gerçekleşememiş (Jodorowsky’s Dune) sinema projelerinin bendeki yeri büyüktür. Ancak yeni Dune uyarlamasının yerinin çok başka olduğunu itiraf etmem gerek. Serinin ikinci bölümünün ilkinden çok daha iyi olduğunu da belirtmeliyim. Çünkü izleyiciyi kolayca kazanan senaryolarda karakter dönüşümlerine sıkça yer verilir, ki bu devam filmi Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a dönüşmesi gibi Paul Atreides’in mehdiye dönüşümünü büyük bir görsel şölen içinde anlatmayı hedeflemiş ve bunu da başarıyla gerçekleştirmiş.
Alien: Romulus (2024): Serinin birinci ve ikinci filmi arasındaki bir zaman diliminde geçen bu film, hem Alien serisini sevenlerin, hem de kapalı mekanda geçen yaratık temalı senaryoları sevenlerin kaçırmaması gereken bir film. Yapım, hem yeniyi kazanmak hem de eskiyi elinde tutmak istemiş olsa gerek ki 80’ler hayal gücünün geleceğe dair tasarımsal özelliklerini dekor ve sanat tasarımlarında koruma gayretinde olmaları (eski nesil odaklı) ve karakter yaşlarının küçültülmüş olması (yeni nesil odaklı) bunun göstergesi. Bu yönüyle her yaştan seyirciye hitap ediyor…
Society of the Snow (2023): Nasıl ki 2023 yapımı Nowhere adlı filmde denizde geçen bir hayatta kalma mücadelesi anlatılıyorsa, Kar Kardeşliği filmi de aynı temayı karlar üzerine taşıyor. En büyük farkı hikâyesini distopik bir gelecekten değil de geçmişteki gerçek olaylardan alması. Anlatının sadeliği ve oyuncuların rol yapmaktan öte karakterleri en küçük detaylarına kadar canlandırmaları, izleyeni çaresiz anların içine çekiyor ve tam da bu nedenle filmin etkisini artıyor.
Session 9 (2001): Metruk bir akıl hastanesi binasını temizlemekle görevli işçilerin başına gelen felaketi anlatan bir korku filmi. Nasıl oldu da bu filmi ıskaladım, bilmiyorum, yeni izledim. Karşımızda beden ele geçirme (possession) filmlerinin en dehşet verici örneklerinden biri var. Filmin asıl başarısı bunu anlatma şekli. Yönetmen Brad Anderson öyle ince ayar bir muğlaklık inşa etmiş ki karakterlerle birlikte âdeta biz de deliriyoruz. Son birkaç dakikasına kadar zihnimizde sayısız soru işareti birikiyor ve sürpriz bir finalle son buluyor.
In A Glass Cage (1986): Agusti Villaronga’nın ilk filmi In a Glass Cage (Tras el cristal) hassas bünyelerin uzak durması gereken sert bir film. Koskoca John Waters bu film için “In a Glass Cage harika bir film ama arkadaşlarıma izletmeye korkuyorum” demiş, bu lafı duyar duymaz aynı gün filmi izledim ve şok geçirdim. Bir sonraki sahnesinde neler yaşanacağını bir kez bile doğru tahmin edemeyeceğiniz filmlerden biri. Uyarayım, birçok sahneyi bloklama (blocking), ima ya da sözlü ifade yoluyla geçiştirse de sert bir istismar filmi.
Dear Zachary: A Letter To A Son About His Father (2008): Eskiden bu kadar çok belgesel izlemezdim ama Werner Herzog ve Chris Marker belgesele bakış açımı komple değiştirdiler. Klasikleri seyrederek açıklarımı kapattım, şimdi de çeşitli yönlerden benzersiz örneklere geçtim. Kanada kanunlarının değişmesine vesile olan Dear Zachary: A Letter to a Son About His Father da bu benzersiz örneklerden. Kurt Kuenne bir insanın eline ömrü boyunca tek bir kez geçecek bir fırsatı iyi değerlendirip eşi benzeri olmayan dramatiklikte bir olayı belgelemiş. Masum ve çok sevilen insanların ölümünü içerdiği için belgeselin hayli üzücü bir seyir izlediğini söylemeliyim.
The Secret (1992): Yaşlanıyorum ve bu durum beğeni kriterlerimi değiştirmeye başladı. Eskiden olsa burun kıvıracağım birçok film, zihnimde kalıcı yara izleri açabiliyor. Bu yıl böyle çok sayıda film seyrettim, üç tanesi öne çıktı: Jerry Lewis’in son başrolü Max Rose (2013), The Weather Forecast (Prognoza pogody, 1983) ve Kirk Douglas’ın son dramatik başrollerinden The Secret (Sır, 1992). Yıl sonu listeme Sır adlı filmi alıyorum. Kirk Douglas, Mike Dunmore adında saygın ve varlıklı birini oynuyor ama bu adamın hemen herkesten gizlediği büyük bir sır var, disleksi olduğu. Olaylar gelişiyor ve (öğrenme güçlüğü yaratan hastalığı yüzünden) okuma-yazma öğrenemediği için hayatı boyunca utanç duyan bu adam kendini zor bir kararın arifesinde buluyor.
Demons (1971): Sürekli Japon sineması izliyorum, son film de oradan olsun. Akira Kurosawa’nın at belgeseli Song of the Horse’u (Uma No Uta, 1970) da alabilirdim ama seçkide tek belgeselle yetinelim. Tabii ki Toshio Matsumoto’nun başyapıtı o benzersiz Funeral Parade of Roses (Bara no sôretsu, 1969) ama biri çıkıp da “Bence başyapıtı Shura” dese itirazım olmaz. Bugüne kadar izlediğim aşağı yukarı tüm samuray korkularının, tüm geisha korkularının ve tüm intikam filmlerinin zihnimdeki beğeni sıralamasını değiştiren bir şaheser.
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2023 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2022 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2021 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2020 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2019 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2018 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2017 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2016 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri