2011 bitti, bitiyor. Geleneksel yıl sonu keşifler listemizin de vakti geldi, çattı. Öteki Sinema yazarları yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin en iyileri derlediler, topladılar ve liste haline getirdiler. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir‘ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler yazarların listelerini gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
* Wai dor lei ah yut ho / Dream Home (2010, y. Ho-Cheung Pang): İnsanın cinnet anında ne denli acımasız olabileceğini açık seçik göstermekten imtina etmediği için. Ya da bir yandan ahlaki ders vermeye niyetlenirken, diğer yandan görsel şovdan kısmayıp izleyeni dibine kadar doyurduğu için.
* Fuk sau che chi sei / Revenge: A Love Story (2010, y. Ching-Po Wong): İntikamın hiçkimseye yaramadığını anlatan, CAT III kategorisinin sınırlarını sonuna kadar zorlayan, sanat filmleriyle yarışacak düzeydeki titiz görselliği ile göz dolduran, ucuz değil ama kesinlikle garip bir film olduğu için.
* Kinatay / Butchered (2009, y. Brillante Mendoza): Manila’da geçen sıradan bir günün hikayesini anlatırmış gibi yaparken aslında hayatın ta kendisini anlatan cesur bir film olduğu için.
* Lincz (2010, y. Krzysztof Lukaszewicz): Sistem değiştirmenin yükünü sırtlanmış bir ulusun adalet kavramıyla güreşmesini en fiyakasız şekilde, bütün gerçekliğiyle aktardığı için.
* Hwanghae / The Yellow Sea (2011, y. Hong-jin Na): İntikam filmlerine olan düşkünlüğümü dibine kadar utanmazca –iyi ki de- sömüren ve zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan nefes nefese izlenen kora kor bir intikam hikayesi olduğu için.
* The Woman (2011, y. Lucky McKee): Pek ısınamadığım bir yönetmen olan McKee’nin kendini aşarak kariyerinin en garip filmini çekmesi bile yeterli bir sebep olabilecekken, olağanüstü oyuncu ve müzik seçimleri ile kadın düşmanlığı gibi hassas bir konuya olabildiğince alaycı yaklaşımı ile topladığı takdir için.
* The Hangover Part II (2011, y. Todd Phillips): İlk filmdeki hikayeye çok yakın (hatta tıpkısının aynısı) bir hikaye anlatmasına rağmen engel olamadığım şen kahkahalar ile salonumu ısıtmayı başarabildiği için.
* La morte ha fatto l’uovo / Death Laid an Egg (1968, y. Giulio Questi): Otomasyon harikası, son model bir tavuk çiftliğinin sahibi zengin bir kadın, kadının parasında gözü olan evvelden fakir kocası ve kocanın aşığı genç ve güzel asistan kızdan oluşan aşk üçgeni, aynı çiftlikte kafasız ve kanatsız etine buduna tombul tavuk üreten çılgın bir bilim insanı, boş zamanlarında fahişeleri öldürmek gibi enterasan bir hobiye sahip koca ve (evet bitmedi) bambaşka entrikalar hazırlayan asistanın hırslı ve açgözlü sevgilisi. İnanılmaz ama gerçek, bu donelerin her biri herhangi bir senaryo için yeterli gelebilecekken, bütün bunların hepsi gayet manalı bir biçimde tek bir filmde bir araya gelmiş. Evet, bunun için.
* Gradiva (C’est Gradiva qui vous appelle) (2006, y. Alain Robbe-Grillet): 2008 yılında aramızdan ayrılan, ‘yeni roman’ akımının öncülerinden usta yazar ve bir avuç filmle dahi olsa sinemaya ekstra katkılarda bulunan yönetmen, senarist Robbe-Grillet için.
* Scream Bloody Murder (1973, y. Marc B. Ray): Can sıkmayan bir saçma sapanlığa bulandığı, sanatsal olmakla ‘çöp film’ olmak arasında çok fena sıkışıp kaldığı, dur durak bilmeyen cinayet sahneleri ile dönemine göre birkaç gömlek üstün olduğu ve ‘garip’ kelimesine yepyeni anlamlar kazandırdığı için.
* El espinazo del diablo, 2001: Savaş yıllarında bir yetimhanede sıkışıp kalan çocukların gözüyle, hayaletleri, savaşın gerçekliğini, insanların acımasızlığını anlatan Guillermo del Toro’nun en iyi filmlerinden.
* August Rush, 2007: Modern bir peri masalı olan filmde, müzik yeteneğini keşfeden ufak bir çocuğun fantastik serüveni dramatize ediliyor. Kesinlikle Broadway ya da West End tiyatrolarına uyarlanmalı.
* El orfanato, 2007: Yine yetim bir çocuk, gizemli bir mekan ve keşfedilmeyi bekleyen sırlar. Ancak kesinlikle klişe değil.
* Black Swan, 2010: Natalie Portman’a Oscar kazandıran performansı ve baleyi ötekiye dönüştüren kurgusu ile kesinlikle izlenmesi gerek bir film (2011 yılının en iyi film Oscar’ını sonuna kadar hak eden ‘The King’s Speech’ filmini kategori dışı olduğundan dolayı listeye dahil etmedim ancak parantez arasında değinmek istedim)
* Sanctum, 2011: 2005 yılında gösterime giren ve biri çok başarılı (The Descent) diğer orta karar (The Cave) iki korku filmine 2011 yılının 3D olarak cevabı. Hayatta kalma mücadelesinin verildiği başarılı bir mağara filmi.
* Kill List (2011): Korku sineması adına son 15-20 yılın en kurak senesini geçirdiğimiz 2011’de, tek bir janra filmi diğerlerinin arasından sıyrılarak kült klasik kategorisine 3 gömlek yukarıdan girmeyi başardı. Gerçekçi, çıplak ve yalın bir tetikçi hikayesi olarak başlayan film, yavaş yavaş akıl almaz bir kabusa dönüşüyor…
* Anvil! The Story of Anvil (2008): Anvil grubu, 84 senesinde Scorpions ve Whitesnake ile stadyum konserleri vermiş ve birçokları tarafından Heavy Metal’in kralları arasında gösterilmişlerdir. Ancak bugün 50’li yaşlarına gelmelerine rağmen Anvil’in solisti ve gitaristi, hala hakettikleri şan ve şöhreti yakalayamamışlardır. Bu hayatta esas olanın kazanmak değil, savaşmak olduğuna dair… yaşamaya dair muhteşem bir belgesel…
* La guerre du feu / Quest For Fire (1981,): Kubrick’in Space Odyssey 2001’inin ilk 15 dakikasının bütün bir filme yayıldığını düşünün… Kaynaklarda bir “tersine-bilimkurgu” olarak geçen bu başyapıt için antrpolojistler tarafından özel bir vücut dili ve lisan geliştirilmiş. Bilimsel olarak geleceğin dünyasını tasarlarmış gibi, 65.000 yıl önce ilk insanların hayatı ve davranışlarının betimlendiği filmin yönetmen koltuğunda Ayı’nın (1988) yönetmeni Jean-Jacques Annaud var.
* Through the Looking Glass (1976): Walerian Borowczyk, Alexandro Jodorowsky, ve çizgi dizi Clementine’i hatırlatan sahneleriyle, belkide sinema tarihindeki tek ciddi pornografik fantastik film. Nadide bir parça.
* Aguirre, the Wrath of God (1972): Werner Herzog’un en iyi filmi olarak kabul edilen Aguirre, Coppoloa’nın Apocalypse Now’ına ilham kaynağı olmuş gerilla bir başyapıt. TIME dahil birçok saygın “en iyi 100 film” listesinde ilk 20’de yer alıyor.
* The Alligator People (1959): Komik ve saçma bir b-film kisvesi altında oldukça duygulu ve dehşet bir metamorfoz hikayesi. Benzerlerinden çok üstün.
* Kinatay / Butchered (2009): Quentin Tarantino, Kinatay’in yönetmeni Brillante Mendoza’ya yazdığı mektupta ”vahşeti betimlerken bir an bile duygusallaştırılmaya başvurulmamasından çok etkilendim” diyor. Hayatımda izlediğim en iç karartıcı filmlerden biri… Filipinli yönetmen, Kinatay ile Cannes’da en iyi yönetmen ödülüne layık görülmüştü.
* Best Worst Movie (2009): imdb.com’da yıllarca en kötü film sıralamasında ilk sırada yer alan Troll 2’nin (1990) başrol oyuncusuyla birlikte, yıllar sonra filmin hayranlarının dünyasına bir yolculuk… Kült filmler, kötü filmlerin çekiciliği, bir sanat eserinin değeri ve genel olarak tüketim toplumuna dair harika bir belgesel.
* Kynodontas / Dogtooth (2009): Küçük ailenin yarattığı sosyal klostrofibiye dair hem sürreal, hem aşırı gerçekçi diyebileceğimiz çok ama çok özel bir film… Toplumun temel taşına acımasız ve düşündürücü bir saldırı!
* Tucker & Dale vs. Evil (2010): Doğru kıvamı yakalamanın çok zor olduğu korku komedi türünde uzun süredir izlediğim en eğlenceli film. Ötekisinema ve Korkusitesi full kadro oturup beraber izlemelik…
1. Drive (2011): Açılıştaki yazı karakterinden, film boyunca kulağımızda yer edinen müziklerine kadar buram buram 80’ler koktuğu, Nicolas Winding Refn’in başarılı yönetmenliği ile Ryan Gosling’in “Sıradışı bir kahramanı” en cool haliyle beyazperdeye yansıttığını görmek için. Kesinlikle 2011’in en iyisi.
2. Blue Valentine (2010): Sıradan bir aşk hikayesini bu kadar sarsıcı ve gerçekçi bir biçimde bizlere göstermeyi başardığı ve Ryan Gosling’in eşsiz “You always hurt the one you love” yorumunu duyabilmek için.
3. Never Let Me Go (2010): Gerçekten de kendi istediğimiz hayatları mı yaşıyoruz, yoksa bize dayatılan kurallar çerçevesinde yaşadığımızı mı sanıyoruz sorusunu kendimize sormamızı sağladığı için.
4. When The Wind Blows (1986): Savaşın acı yüzünü yaşlı bir çiftin gözünden trajikomik bir hâlde izleyebilmek, izlediğiniz animasyonların arasına en iyilerinden birini daha katabilmek için.
5. We Need To Talk About Kevin (2011): Lionel Shriver’in Nobel ödüllü romanından uyarlanan We Need To Talk About Kevin, belki de 2011’in en etkileyici ve düşündürücü filmi. Aile, şiddet ve çocuk kavramlarını sarsıcı bir şekilde anlatan film, anne olmayı çok başarılı bir şekilde sorguluyor. Tilda Swinton’un sağlam oyunculuğu, film boyunca yoğun bir biçimde kullanılan kırmızı renkler, kullanılan müzikler bu filmi görmeniz için sadece birkaç neden. Ama unutmayın, bu film herkesin harcı değil…
6. Source Code (2011): Son zamanlardaki paralel evren temalı en iyi bilim-kurgu filmlerinden biri olduğu, sonuna kadar sıkılmadan kendini izlettirmeyi başardığı için.
7. Earthlings (2005): Dünyada canlılara en büyük eziyeti insanların yaptığına bir kez daha tanık olmak ve insanlığımızdan utanmak için.
8. The Tree of Life (2011): Duyguları bugüne kadar en güzel şekilde metaforize edebilen, hayata, varoluşa, çocukluğa bakış açısıyla Terrence Malick’e bir kez daha hayran olmak için.
9. The Ides Of March (2011): Hem yönetmen koltuğunda oturup hem de başrolü Ryan Gosling’le paylaşan George Clooney’nin siyaset namına aslında herkesin bildiği şeyleri iyi oyunculuklar ve iyi bir senaryo sayesinde sıkılmadan izlettirdiği için.
10. The Help (2011): Irkçılık konusunu sulandırmadan anlattığı ve mesajını yerine ulaştırmayı çok iyi başardığı için.
Yılın en büyük hayal kırıklıkları:
1. Conan The Barbarian (2011): Dekorları, mekanları, kostümleri için belki iyimser konuşabiliriz ancak Conan efsanesini, sürükleyiciliği ve esas hikayeyi düşünecek olursak 2011’in en büyük hüsranlarından biri.
2. Super 8 (2011): J.J. Abrams dedik bağrımıza bastık, ancak o yine bildiğinden şaşmadı ve sonu hüsranla biten projelerine bir yenisini daha ekledi. Film bittiğinde “Ee, bu muydu?” demek istemiyorsanız uzak durun.
* The Taqwacores (2010): Michael Muhammed Knight’ın aynı adlı eserinden uyarlanan bu mütevazı film, punk ve İslam’ın birleşmesiyle ortaya çıkan ve 11 Eylül sonrası Batı dünyasında geçerliliği olabilecek yegane altkültür üzerine kurmaca bir öykü – ama kimi öyküler öyle güçlüdür ki, bizim gerçekliğimize de sızarlar.
* William S. Burroughs: A Man Within (2010): Burroughs hakkında yapılmış bir dolu belgesel var. Bu film, daha önce hiç görülmemiş arşiv görüntüleriyle, John Waters’dan Patti Smith’e, Sonic Youth üyelerinden Peter Weller’a, Burroughs’la arkadaşlık kurmuş pek çok ünlüyle yaptığı röportajlarla ve “Dil bir virüstür” diyen yazarın hayatını çeşitli kategoriler altında incelemesiyle ayrılıyor. Meraklısına.
* The Ballad of Genesis and Lady Jaye (2011): Aşkınız için neler yaparsınız? Endüstriyel müziğin efsanevi ismi Genesis Breyer P-orridge ve eşi Lady Jaye Breyer P-orridge, geçirdikleri bir dizi ameliyatla, Breyer-P-orridge adını verdikleri üçüncü, “pandrojen” bir varlığa dönüşerek birbirlerine olan aşklarını ifade etmeye karar verirler. Kimi hayatlar kurmaca olan herhangi bir şeyden daha tuhaf ve daha dokunaklıdır.
* Tucker & Dale vs. Evil (2010): Son dönemin çok konuşulan korku komedi filmlerinden. Türün trüklerini tersyüz eden, gore’u bol, eğlenceli bir film. Fazla söze gerek yok.
* X (2011): Sydney’in gece yaşamının civcivli noktalarından olan Kings Cross’da geçen bir thriller. Biri emekli olmak üzere olan, diğeri yeni başlayan iki fahişe bir cinayete tanık olurlar ve bitmek bilmeyen bir kovalamaca başlar. Biraz da mekanların tanıdıklığından ötürü sevdim bu filmi, itiraf edeyim.
* Howl (2010): Beat şairi Allen Ginsberg’in meşhur şiiri Uluma üzerine yapılmış, James Franco’nun abartısız ve güzel performası ve Eric Drooker’ın animasyon bölümleriyle taçlanan güzel bir bio-film.
* Grant Morrison: Talking with Gods (2010): Gelmiş geçmiş en uçuk çizgi roman yazarlarında biri, süper kahramanlardan, uyuşturucuyla algının kapılarını açmaktan, pratik kaos büyü yapma yöntemlerinden, Tanrılarla sohbet etmenin kolaylığından, delilikten, bir “sigil” olarak çizgi romandan ve saireden bahsediyor.
* Drive (2011): Sessiz sedasız insanı çarpan bir film, müzikleriyle, 80’ler atmosferiyle, Ryan Gosling’in donuk oyunculuğuyla gerçeküstü bir deneyim yaşatıyor izleyenlere.
* Brudermord / Fratricide (2005): Almanya’da yaşayan Kürt yönetmen Yılmaz Arslan’dan iç burkan/dehşete düşüren bir yapım. Almanya’ya iltica etmiş iki Kürt gencinin bir grup Türk’le girdikleri bir münakaşa sonrası olayların trajik boyutlara uzanması. Adından anlaşılacağı üzere, kardeşin kardeşi katli üzerine.
* Çoğunluk (2010): Türkiye’de orta sınıf üzerine bir korku filmi. D@bbe’yi falan bırakıp bunu seyredin, eğer hala seyretmediyseniz.
* Attack The Block (2011): Bu yıl Avrupa iyi uzaylı-canavar yaptı tezini destekleyen bir film Attack the Block. Son birkaç yıldır Amerika’dan sıkılan uzaylılar en sonunda Avrupaya yavaş yavaş açılmaya başladılar. A.T.B güzel bir uzaylı – çete kapışması. Filmde hafif 80’ler tadıda yok değil. Bu yıl izlediğim gerçekten güzel filmlerden.
* Akmareul boatda / I Saw the Devil (2010): Koreliler bu işi biliyor. Bir Oldboy kadar olmasa da hakikatten iyi bir intikam filmi. Film oldukça uzun, sakatatı ve kanı bol. Canınız intikam filmi izlemek istiyorsa bu yılın tartışmasız en iyisi.
* Insidious (2010): Vaad ettiğini yerine getiren gerim gerim geren bir film. Akşam izleyeyim dedim daha başta asabım bozuldu, kapatıp sabah izledim. Tek beğenmediğim yanı sonu. Haricinde gerilmek için iyi bir film.
* Dead Silence (2007): Saw’ın yönetmeni James Wan’ın yine hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği bir korku filmi Dead Silence. Eleştirmenler tarafından pek başarılı bulunmamış ama 2011’de izlediğim birçok filmden daha güzel bir film. Psikopat katil kukla başrolde. Chucky ile karıştırmayın yalnız. Gece ışıkları kapatıp ses sisteminizi açın, ses efektleri oldukça başarılı.
* Hwanghae / The Yellow Sea (2011): Bu yıl “I Saw The Devil” den sonra izlediğim “intikam biz Korelilerden sorulur yeğen!” temalı 2.film. Yönetmen Hong-jin Na’nın ellerine sağlık. Filmin uzun olması sizi korkutmasın kendisini rahat izlettiriyor. Mümkünse “I Saw The Devil” ile beraber 2 film arka arkaya kombo yapın. Şiddete doyacaksınız.
* Rise Of The Planet Of The Apes (2011): Maymunlar haklı arkadaşlar itiraz etmeyin en başta söyleyeyim. Mülayim Caesar’a bile “Yeter Ulan” dedirttiniz ekran karşısında bizle beraber. Caesar’ı canlandıran Andy Serkis King Kong’tan sonra ikinci defa performansının zirvesinde . Ki Gollum’u canlandırırken kesinlikle bu kadar başarılı değildi. Bu sene Oskar’ı alır diye düşünüyorum. Son olarak Tim Burton’ın 2001 yapımı “Planet Of The Apes” ten kat be kat güzel bir film.
* The Thing (2011): Bildiğiniz üzere bir filmin öncesini veya sonrasını anlatan başka bir film yapmak gerçekten zordur. Genelde bir saçmalama bir kopukluk olur ve filmler bağlanamaz sırıtır. Ancak yönetmen Matthijs van Heijningen Jr. bu filmde ortaya gerçekten güzel bir iş çıkarmış. John Carpenter’ın “The Thing”‘inin öncesini güzelce anlatan ve bağlayan gerçekten başarılı bir yapım.
* X-Men: First Class / Thor / Capt.America / Dylan-Dog: Çizgi Roman uyarlamaları çoğaldı ama kalite hala yerlerde sürünüyor. Üçünün içinde en iyisi kesinlikle X-Men:First Class. Avengers gelene kadar bunlarla idare edeceğiz artık. Gerçi Avengers’ta sürpriz felaketle sonuçlanabilir ama umudumuzu kaybetmemek lazım.
* Horrible Bosses / The Hangover II / Just Go With It / Change Up / Bad Teacher / Paul (2011): İzlediğim komedi filmeri içinde en iyileri “Horrible Bosses”, “Paul” ve “Just Go With It” idi. Diğerleri hayal kırıklığından öteye geçemediler maalesef.
* Chillerama (2011): Yılın bu son günlerinin benim için en güzel sürprizi oldu Chillerama. Aksiyon korku-komedi türünde güzel bir yapım. 4 kısa filmden oluşuyor. “Wadzilla” yönetmeni Adam Rifkin, “I Was A Teenage Werebear” yönetmeni Tim Sullivan, “The Diary of Anne Frankenstein” yönetmeni Adam Green ve “Zom-B-Movie” yönetmeni Joe Lynch. Her birisinin konusunu uzunca anlatmayacağım. Amerika’da drive-in sinemalarda oynatılan ucuz korku filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde diyebiliriz Chillerama için.
* Tucker & Dale vs. Evil (2010): Komedi korku türünde olan film göndermelerle dolu orijinal yapısı ile beğenimi kazandı. Favori sahnem Ağa doğrama makinesi ile Fargo’ya yaptığı saygı duruşu.
* Insidious (2010): Tür sineması içinde kendine bir yer edinmeyi başaran film özellikle çocuk oyuncusunun başarısı ile bir üst levela atlıyor.
* Rise Of The Planet Of The Apes (2011): Maymunlar Cehennemi serisine objektif bakmam tabii ki çok zor. Serinin her bölümünü, Tim Burton’ın başarısız 2001 yapımını bile seven biri olarak bu film CGI’a yaslanmış bile olsa seriyi tekrar canlandırmayı ve eski sevenlerini heyecanlandırmayı başardı.
* Attack The Block (2011): Fazla bir beklentim olmadan seyrettiğimden midir nedir bilemiyorum ama ben bu filmi sevdim. Zaten bu sene güzel bir uzaylı istilası filmi eksikliği vardı Attack The Block en azından bu boşluğu kapadı.
* Akmareul boatda / I Saw the Devil (2010): Geçen yıl çok istememe rağmen bu yıla sarktı seyretmem. Kore sinemasının en iyilerinden diyebilirim. Jee-woon Kim iyi ki varsın!
* Source Code (2011): Amerikan aksiyon sinemasının kısır döngüsünden kurtulan orijinal bir yapım. Sonu beni pek tatmin etmedi ise de genel konusu itibari ile izlemeye değer buluyorum.
* X-Men: First Class(2011): X-Men filmleri her zaman çıtası yüksek filmlerdir ama III’de ana serinin bitirilip Wolverine ile geri adım atılmasından sonra ümitlerimiz tükeniyordu. Ancak seriye burun kıvıranlara first class öyle bir tokat attı ki hiç x men kültürü olmayan seyirciye bile kendini kabul ettirdi.
* Henry: Portrait of a Serial Killer (1986): Seri katil filmlerini sevenler için Henry bambaşka bir cevher. Nedense bu zamana kadar seyretmemiştim. Hep ününü duydum ama bir türlü yaklaşamadım filme. Sonunda izleme şansına eriştim ve onsuz geçen yıllarıma acıdım (burada bir Cengiz Kurtoğlu parçası giriyor).
* Kondom des Grauens / Killer Condom (1996): Bu kadar Absürt bir yapım daha yoktur. Yarı plastik yarı canavar kondomlar penislerimizin peşinde. Mutlaka seyredin!
* Hınç (1976): Bu yıl seyrettiğim en iyi Türk filmi kesinlikle Hınç’tı. Cüneyt Arkın’ın en sert rollerinden birini oynadığı film, Natuk Baytan’ın filmografisinde bir altın madeni.
1- Mary and Max (2009): Adam Elliot’ın yönettiği birbirine hiç benzemeyen iki insanın tüm eksikliklerine rağmen sonuna kadar devam ettirdikleri mektup arkadaşlığının içten öyküsü. Onların eksikliklerinde kendi fazlalıklarınızı göreceksiniz.
2- Rise of the Planet of the Apes (2011): Maymunlar cehennemine düştüğümüz günlerin hatırına o noktaya nasıl geldiğimizi başarıyla anlatan, içi dolu bir film. Yönetmen koltuğunda Ruper Wyatt’ı görüyoruz.
3- 11-11-11 (2011): Testere serisinden Saw 2, Saw 3, Saw 4 gibi yapımlara imza atan yönetmen Darren Lynn Bousman’ın ‘’dünyanın sonu geldi ey insanlık, şeytan içimizde!’’ nidalarına cevaben çektiği film… Son dönem filmlerine nazaran başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. İyi seyirler…
4- Harvie Krumpet (2003): Şans yıldızı doğuştan peşini bırakmış olgularla arası pek de iyi olmayan Harvie’nin samimi ve iç sızlatan hayat hikâyesi… Yönetmen koltuğunda Adam Elliot var.
5- The Thing (2011): 1982’de çekilen ve kültler arasına girmeyi bileğinin hakkıyla kazanan The Thing’in ortaya çıkış serüvenini keyifle ve heyecanla seyredebileceğiniz başarılı bir çalışma. Yönetmenliğini Matthijs Van Heijningen Jr. yapıyor.
6- Howl’s Moving Castle (2004): Hayao Miyazaki ustadan sevgi ve büyü üzerine muhteşem bir masal.
7- Black Swan (2010): Kısıtlamalar, olmak isteyip de olamadıklarımız, içimizdeki kara ile beyazın çarpışması… Bariyerlerini yıkmak isteyen genç bir balerinin kendini tanıma çabasıdır bu yapım. Yönetmenliğini Darren Aronofsky üstlenmiş.
8- Psycho (1960): Yönetmenliğini Alfred Hichcock ustanın gerçekleştirdiği yapım ondan sonra çekilen psikolojik gerilim türü adına milat sayılan başarılı kültlerden. Ayrıca en iyi 250 film listesinin 25. Sırasında.
9- The Seventh Seal (1957): Ingmar Bergman efsanesinin en iyi örneklerinden olan yapım ölümü, yaşamı ve hangimizin daha acımasız olduğunu sorguluyor. Azrail mi yoksa insanoğlu mu?
10- Incendies / İçimdeki Yangın (2010): Wajdi Mouawad’ın beğenilen oyunundan beyaz perdeye uyarlanan yapımın yönetmeni Denis Villeneuve. İki gencin köklü bir nefret ve sonu gelmeyen savaşlar arasında kalıcı sevgiyi bulabilmek için çıktıkları yolculuğu anlatan güçlü ve içten bir öykü.
1. Kayıp Türk yapımı Zagor filmleri: Yıllardır aradığımız bu 2 nadide film 2010′da basıldı. Aslında ben uzun süre Onar films’in menülü seçenekli dvdlerini bekledim ancak Vassilis’in sağlık sorunları nedeniyle ertelendi maalesef onu da bu Eylül ayında kaybettik. Onun piyasaya süreceği Zagorlar şüphesiz röportajları ve ekstraları ile değerli birer koleksiyon malzemesi olacaktı. Yine de güzel bir karton kapak ve ekstrasız Horizon basımı ile idare ettik. Filmler için fazla laf söylemeye gerek yok ancak elimizdeki kopyalar gerçekten çok güzel. Eylül ayındaki Levent Çakır ve Fantasturka muhabbeti bu filmlerin manevi değerini daha da arttırdı.
2. Av Mevsimi (2010): Film bazılarının beklentilerini karşılamamış olabilir ancak Türk medyasından uzak olduğum için filmin magazinsel hiçbir noktasıdan etkilenmedim. Bu sebeple bu film 2011′de izlediğim en güzel yeni Türk filmi oldu benim için. Çabuk ye ve tüket ile Cem Yılmaz’ın medyatik kimliğine kurban edildiğini düşünüyorum. Filmde sevmediğim yerler yok mu? Tabi ki var ama genel olarak bu filmin varlığı bile başlı başına bir fark benim için.
3. High Fidelity (2000): Uzun süre doğru zamanı bulsam da izlesem diyerek izlemeyi geciktirdiğim bir film olmuştu. Geçen yıllara yazııık, yazık etmişsin gönül seeeen.
4. Uzaylıların yeniden dünyayı işgal etme filmleri ve dizileri: 2011 yılında izlediğim çoğu aksiyon ve bilimkurgu filmi ve dizinin konusu dünyayı işgal eden uzaylılar üzerineydi. Sanırım bu aralar Hollywood’da moda bu. Skyline ile güzel başlayan ama bir yere varamayan bir film izledim, Battle of LA’yi yarıda bıraktım, sinemada izlesem eğlenebilirdim, Spielberg imzalı Falling Skies dizisinin son 2 bölümünü sevdim, Uzaylılar vs Kovboylar’ı izlemeye başladım ama elde olmayan sebeplerden dolayı yarıda kaldı ama pek bir sıkıcı idi. Super 8 ise bence olduça güzel bir filmdi. Her Spielberg filmi gibi bu film de sonunda birşey vermedi.
5. Rise of the Planet of the Apes (2011): Azılı bir Maymunlar Gezegeni hayranıyımdır. Tim Burton’ın ucubesine 20 dk dayanamadım ancak hikayeyi farklı bir yerden alan bu filmi beğendim. Asla Orijinal filmlerle karşılaştırmıyorum ve ayrı bir film ve bakış açısı olarak ele alıyorum. Ama ne yalan söyliyim orijinal filmlerde ıskalanan birkaç noktayı da düzeltmiş aslında bu film. Tim Burton’ın filminin devamı olmadığını düşünüyorum. Belki de yeni başlayacak bir serinin ilk filmi olarak ele alınırsa farklı bir yerde olur. Dediğim gibi Tim Burton’ın filmini izlemedim. Hiç çekilmemiş sayıyorum. Filmin 2 noktası bence zayıftı o da işin virüse bağlanması ve büyük ayaklanma olan köprü sahnesinde topu topu 200 kişi arasında geçen kapışma, bunlar dışında eli yüzü düzgün bir film.
6. The Adventures of Tintin / Tenten’in Maceraları (2011): Aslında Öteki’ye daha yeni yazdım o yüzden buyrun yazıyı okuyun: https://www.otekisinema.com/the-adventures-of-tintin-tentenin-maceralari-2011/
Hayal kırıklıkları ve 2011′in getirdikleri / götürdükleri:
Sevgili okuyucu aslında bu yıl yaşadığım hayalkırığı dünyamızın giderek daha fazla kirleniyor olması ve sinema sektörünün buna etkileri tabi buna giderek ukalalaşan ve sayıları artan 1 filmle “büyük” yönetmen olanları katmıyorum. O çekilen filmler için harcanan enerji kaynakları ve hammadde israfı nedir beyler! Bir de son 10 yıla yayılan bir konu kabızlığı ve yeniden çekme hastalığı var. Evil Dead’i yeniden çekmek istemek nedir? Bu yeniden çekme durumu 2011′de ayyuka çıktı. Bunun yanı sıra ben oldum olası Marvel ve DC kahramanlarını sevmem (Sevgili dostlar alınmaca yok) Marvel’dan bir Conan severim ki onu da tıfılın birisine harcattılar. Bu yeni kahraman filmleri de fazlasıyla bayma şekline dönüştü gibi.
Kendi doğal gazıyla uçabilen (özellikle fasulye yedikten sonra) ve duygu haline göre renk değiştiren (sıkıntıda olduğunda mavi, aşık olduğunda pembe, zıçarken kahverengi, neşeli iken beyaz ve uyurken mor), kötülüklere uçan, haksızlıklara yürüyen, kötü filmlerde uyuyan ve iyilerin “tostu” bir süper kahraman senaryosu üzerinde çalışıyorum. Son 10 yıl içerisinde izlediğim Türk komedi filmlerinin para kazandırdığını gördükten sonra süper kahraman modasından ben de ekmek kazanayım diyorum. Ey sevgili okuyucu başrolde Memetali olursa film tutar mı?
10-) Bunraku: Aksiyon namına aradıklarımızı bulamadığımız şu naçize günlerde, sadece göz banyosu adına dadandığım Bunraku… Saçma, basit ve keyifli…
9-) Martha Marcy May Marlene: Öncülü iki kısa metrajın ardından Sean Durkin isminin uluslar arası arenada daha sık duyulacağının tellallığını yapan film, kusurlarına rağmen, bu senenin mahsulleri içerisinde, kendisine yer edinme hakkına sahip bir yapımdı…
8-) Arirang: Bu listeye girmeyi hak etmesinin sebebi, sanıyorum biraz da duygusal diyebilirim. Kabul etmem gerekir ki, hiçbir zaman Duk’un sıkı bir takipçisi olmadım. Fakat bu tip bir yüzleşmenin de yabana atılmaması gerektiğine inananlardanım işin aslı! Bu sebeple Arirang’ı bu listeye sokarken, sinemasal beklentilerimi bir kenara bırakmak zorunda kaldım. Pişman mıyım? Elbette Hayır!
7-) The Artist: Bir nevi kulaktan kulağa efsanesi gibi görebiliriz The Artist’i. Alabildiğine itici bulduğum fakat içinde yer aldığı her projeyi bir şekilde beğendiğim (ki bunlara yerlerde sürünen son model Lucky Luke’ı da dahil edebiliriz) Jean Dujardin’e farklı gözle bakmamı sağlaması bile, şahsi listeme girmesi için yeterli. Kimilerinin yere göğe sığdıramadığı, kimilerinin ise abartılı bulduğu The artist, bir şekilde senenin filmleri arasında yer alabilecek mevcut tepkilerin tamamına nail oldu. Ama işin sansasyonel boyutu, The Artist’in kalitesini düşürmüyor elbette!
6-) The Woman: Mckee’yi daha önce Red ile keşfetmiştim. Fakat The Woman, McKee’nin bir şaka olarak kalmayacağını, cümle aleme davullu zurnalı ilan eden bir film olarak anılacak hiç kuşkusuz! Bu bağlamda varsın Masters Of Horror handikabını seve seve unutalım derim!
5-) Red State: Kevin Smith’in uçarılığından ve filmin dağıtım yöntemi konusundaki tercihlerinden dolayı, ülkemiz sinemalarında gösterim şansı elde edemeyeceğine inanarak iç kararttığım fakat bu korkularımın tamamını boşa çıkartan son filmi, hem Dogma’ya gelen yersiz eleştirileri sağlam kılıç darbeleri ile parçalara ayıran hem de Smith’in yüzmediği suları kulaçlamasının verdiği keyif sebebi ile listemde kendisine haklı bir yer buluyor!
4-) Tucker & Dale vs. Evil: Senenin en keyifli muzipliğiydi hiç kuşkusuz! Parodi sularında yüzmesine rağmen hiçbir şekilde cıvıklaşmayan, nitelikli korku filmlerinden uzaklaştığımız şu günlerde, bu kulvardaki açığı da sağlam bir biçimde sıvayan; benzerinin kolay kolay gelmeyeceğine yürekten inansam da, suyu çıkarılacak bir konsept olmasını istemediğim lezzetli bir yapımdır kendisi…
3-) Kill The Irishman: Hem Ray Stevenson’ın potansiyelinin doruklarını görmek hem de Jonathan Hensleigh’ın kısa filmografisinin geleceği hakkında ön görü sahibi olabilmek açısından Kill The Irıshman, senenin en iyilerinden biri olarak anılmayı sonuna kadar hak ediyor!
2-) Hugo: Sanıyorum ki Scorsese olmasa, Hollywood bağrından kopup gelen yüksek bütçeli filmlere otomatikman burun kıvırma davranışımız acıklı bir tik olarak sinemasal sağlık problemlerimiz arasında ilelebet yerini alacak! Sözün özü Hugo, hem sinemanın hem de sinemaseverin dostu olan bir film diyebiliriz!
1-) Drive: Kendi adıma bu yıl yollarını dört gözle beklediğim Drive, etraflı reklamına rağmen beklentileri boşa çıkartmayan bir film! Tabi klasik bir geyikle noktalamamın sakıncası olmayacağına inanarak; jenerasyonunun en başarılı oyuncularından biri olan Gosling’in, mimik israfına gitmediği performansı, bu sene içinde kendisini izlediğimiz bin bir çeşit projeye rağmen sanırım ki en akılda kalıcı olanıydı!
* En La Puta Vida / In This Tricky Life (2001): Komedi, dram ve hayatın tüm gerçekleri. Hareketli, şaşırtıcı ve samimi bir film.
* Deathstalker (1983): Uzun süredir evin bir köşesinden öbür köşesine atılan, bir türlü izleyemediğim Deathstalker’ı sonunda arkadaşlarla yaptığımız bir film gecesinde izledim. İçilen vodkaların, biraların da etkisiyle çok sevdim. Bir yönüyle nedense çok doğaldı herşey.
* The Shrine (2010): Doğrusu senaryosu ve konunun gelişimi ile beni şaşırtan, gerçekten etkileyici ve ürkütücü bulduğum, son yılların en iyi korku filmlerinden.
* Contagion (2011): Yılın bol yıldızlı filmlerinden en beğendiğim Contagion oldu. Steven Soderbergh sinemasını oldum olası severim zaten. Bu filmiyle de neden bir yığın Amerikalı yönetmen arasından sıyrıldığını gösterdiğini düşünüyorum.
* Incendies (2010): Türkiye’de Nisan 2011’de gösterilen, Lubna Azabal’ın dillere destan bir oyunculuk sergilediği film Incendies, belki de bu yılın en sevdiğim filmi oldu. Sadece ele aldığı konu olarak değil; konuyu işleyişi, kurgusu, ruhu ve tüm o sessizce, ilmek ilmek işleye işleye söylediği kocaman söz ile tek kelimeyle muhteşemdi. Sadece bu yılın değil, ileride 2010’lu yılların en iyi filmleri düşünüldüğünde de adı geçecek, uzun süre akıllardan silinmeyecek bir film Incendies. Yönetmen Amat Escalante, geçen ay yaptığımız röportajda “iyi film, insanı az da olsa değiştiren filmdir” demişti. İşte Incendies, öyle bir film.
* Nostalgia de La Luz / Nostalgia for the Light (2010): Patricio Guzman üstadın son şaheseri Işığa Özlem. Evrenin sonsuzluğunda yaşam pırıltısı arayan bilim adamları ile, çölde yürek izi arayan kayıp yakınlarının hikayesini kozmik bir düzlemde aktarıyor Guzman. Hayatın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine, evrende bir iğne başı kadar ancak yer tutacak kadar önemli bir film Nostalgia de La Luz.
* Eyvah Eyvah 2 (2011): Tamamiyle bir karikatür karakter olan Klarnetçi Hüseyin’in bu ayarda daha on tane filmi çekilse onunu da izler, beğenir ve en iyiler listeme alırım. Sinemada böyle absürt karikatürler yaratmak sanılandan çok daha zor.
* On The Beach (1959): 50’li yılların son çeyreğinde Hollywood’dan gelen bir distopya On The Beach. Soğuk Savaş yıllarının atom bombası korkusunu son derece başarılı yansıtıyor. Soğuk savaş ve atom bombası meselesine Amerika ayağından gerçekçi bir bakış atıyor. Çok ayıp daha yeni izliyorum.
* Pina (2011): Tek kelimeyle rüya gibi bir film.
* El Grito de La Muerte (1959): Meksika’da 60’ların başından neredeyse 80’lere kadar bolca çevrilen western korku kırması filmleren bir tanesi Ölümün Çığlığı (aka The Living Coffin). Llorona efsanesini westernle buluşturan film, sıkmadan ve aslında beklentinin üzerinde bir seyirlik sunan karakteristik bir B-film, ranchera.
Hüsran Olan Filmler:
* Transformer serisi: İzlesem mi izlemesem mi diyerek bir türlü izlemeye cesaret edemediğim seriyi geçen ayların birinde oturdum başından sonuna izledim. Aslında zaten hüsrana uğramayı bekliyordum. Ama bu kadar da değil yani… Hollywood’un çok paralı yapım şirketlerinin film çekmesi yasaklansın, nooluuurr…
* Don’t Be Afraid of The Dark: 2000’li yılların başlarında gösterime girseydi, dönemin başyapıtlarından biri olabilecek bir film Don’t Be Afraid of The Dark. Ancak 2011’in sonlarında, ancak sıradan bir Del Torro prodüksüyonu olabiliyor. Yanlış anlaşılmasın; filmi sevmedim değil. Hatta oldukça severek izledim. Ancak ne yazık ki hiçbir orijinalliği olmayan, bu yüzden de gerçek bir heyecan sunamayan bir film olarak kaldı Don’t Be Afraid of The Dark.
* Hür Adam: Tarihi filmler beni her zaman heyecanlandırır. Hele de bu toprakların hikayesi olunca daha da heyecanlanıyorum. Lakin ortaya çıkan iş Hür Adam kadar ruhsuz ve propaganda düşkünü olunca tüm tadım kaçıyor.
* Mahpeyker Kösem Sultan: En azından Hür Adam yaşandığı tarihin atmosferine bürünebilen bir filmdi. Fakat bu Mahpeyker… Koskoca yıldızlar, Komiser Şekspir’in tiyatro klübünden az hallice oyunculukları ile beni benden aldılar. Bu kadar kötü bir film beklemiyordum, çok yanılmışım.
Kimsenin listesinde The Last Circus yok mu. Bu yıl karşılaştığım anomaliler içindeydi.
Haha Ezgi Aksoy’un listesi muhteşem olmuş! Deathstalker’ı izlemiştim galiba ama hatırlayamıyorum, tekrar bakıcam. Shrine evde aylardır duruyo, ona da bi bakim. On The Beach’i ise hemen internetten ısmarlıyorum.
Normalde 10 filmin en az 6’sını Transformers-vari filmlerle doldurmaya acımayan Masis’ten bu sefer bombastik bir öteki film listesi gelmiş!
Yalçınkaya ve Kızılca’nın listesindeki izlemediğim bütün filmleri izlemeye başlıyorum! (Yalçınkaya ve Kızılkaya yazacaktım az kalsın)
Onun dışında listesine Insidious’ı alan herkese yazıklar olsun diyerek, herkese iyi seneler diliyorum!!!
sanctum, 11-11-11 nası listeye girer ya .)
quest for fire tek kelimeyle muhteşem bir film.
murat kızılca ve can yalçınkaya’nın listenin yüzde 80’ini bilmiyorum .)
Benim listem keşiften çok izleyip beğendiklerim oldu :)
Listede 1960 Psycho olması şaşılacak şey. gus van sant remake olsa hadi neyse diyeceğim, oldu olacak citizen kane’ide alın listeye.
Melahat yaktın bizi : )
Aslında benim iki listem vardı biri 2011 yılındaki keşifler diğeri de 2011 yılında keşfettiğim önceki senelerin yapımlarıydı…O listede Last Circus vardı ama 20 film bünyeye fazla geleceğinden dolayı seçkiyi sadece 2011 yılındakiler ile sınırlı tuttum (Last Circus 2010 mahsuli olduğu için listede yok o sebeple) :)
Bir de seçkiye 2011 öncesi dahil olunca mesele çok karışabiliyor o sebeple kendi listeme almama taraftarıyım :) Bir de DVD de izlediğim filmi 2010’da mı 2011’de mi izlediğimin ayrımına varamıyorum çoğu zaman :)
Bu arada Murat Kızılca ve Ezgi Aksoy’un listesi izleme şansı bulamadığım ve görmek istediğim filmler konusunda epey yol gösterici ayrıca teşekkürler :)
Şu bir gerçek ki, Öteki yazarları olarak bayağı eklektik zevklere sahibiz. Ben de hangover 2 ve eyvah eyvah 2’yi gordugume sasirdim acikcasi :). Neyse ki kimse John Waters gibi Justin Bieber belgeselini koymamis listesine.
Ben son zamanlarda bayağı belgesel seyreder oldum, bu durum da listeme yansıdı haliyle.
Herkesin listesinde ilgilmi çeken birkaç film var bu arada, seyredeceğim ilk fırsatta. Bilhassa hangover 2 ve eyvah eyvah 2’yi muhakkak izleyeceğim – iyi bir gülmeye ihtiyacım var bu aralar! :)
Eğer bir seçim olacaksa sanırım çoğumuz Maymunlar gezegeninin yükselişini sevmişiz.
tüm öteki sinema yazarlarının ellerine sağlık ve şimdiden iyi yıllar :):)
Maymunlar Gezegeni’ni ben de çok sevdim…Aslında Insidius’u da fazlasıyla sevdim…X Men First Class’ın da listelerde kendisine yer bulmasına ayrıca sevindim diyebilirim…Bu arada The Yellow Sea’yi dün itibarı ile izledim…Kesinlikle listemde üst sıralarda olması gereken bir filmdi! Sound Of Noise’i de listemden çıkardığım için bir miktar pişmanlık duyduğumu söylemeden geçemeyecem :) Sağlık olsun :)
Listelerdeki filmlerden Öteki Sinema’da incelemesi bulunanlara filmin üzerine tıklayarak gidebilirsiniz. Evet, böyle de bir güzellik yaptık…
The last circus gerçekten aklımdaki sevimsiz palyaço imajı olan “It” filmindeki karakteri kaldırdı yerini bu filme bıraktı.
Herkese teşekkürler. Sayenizde bu gün ne izleyim diyip ilk baktığım yer bu site oluyor.
Can Çin’den bile laf sokmayı başarmışsın:) Listelerin hepsi ayrı güzel tabii ama Ezgi, Can ve Kızılca her zamanki gibi izlemem gereken filmleri yazmışlar. Not aldım hepsini:)
ötekiciler bu yıl pek fazla iyi film izlememiş gibi geldi bana. “kötü filmlerin nasıl seyredilmesi gerektiğini öğrenin, onlar genelde çok iyidir” kafasını da yaşayamadım bu listelerde.. (bazı filmler hariç)
bahsedilen keşiften kasıt nedir, bunu da merak ettim. çünkü, listelere düşülen çoğu film bir keşiften uzak.
elbette kişi özelinde en iyiler belirlenmiş olabilir ama öteki sinema sitesinin anlayışı ile pek bağdaştıramadım bu listeleri.
yine de herkesin ellerine sağlık.
@ahmet sana katılıyorum. Bu sene çok fazla b movie izlemedim ve keşfettiğimiz listesine eklediğim filmlerin çoğu aslında büyük produksiyonlar.
Öte yandan gerçekten de bazı ucuz bütçeli filmleri izlerken sıkıldığım bir yıl oldu. Hani bazen olur ya üst üste kötü film izlersin ve gerçekten de kötü çıkarlar, benim için öyle bir yıldı. O kadar çok filmi yarıda bıraktım ki hayret edersin. Bu yıl hiç korku filmi izleyesim yoktu mesela.
Listeme eklemediğim ve bu sene hiç beğenmediğim bir diğer film de kaybedenler kulübüydü mesela. Bir olay nasıl çarpıtılıp kült haline getirilir ve kaybeden ayağına reklamdan nasıl kazanılır diye yazacaktım… Dur şimdi polemik yaratma diye durdurdum kendimi :)
Herşey bir kenara galiba bu alternatiflik veya ötekilik bir bakış açısı olmalı. Her alternatifi bir anda kendi çarkına sokabilen bir sistem var karşımızda. Hani müzik resim, sinema, çok farklı kafayla yapılmış bir eser bir anda popüler kültürün ilgi odağı olabilir…
Bu bizleri tatminsizleştiriyor. Tüketim toplumu ya b film, alternatif, kült yani devran çok hızlı dönüyor.
Hani ben listeye hiç izlemediğim bir Kurosawa filmini izleyip yeni keşfettim diye de ekleyebilirdim.
Bu yıl olmadı onun dışında ben genellikle felaket filmleri, bilimkurgu filmleri seviyorum. Uzak doğu filmleri ile hiç anlaşamıyoruz.
Şu öteki olayına biraz daha koleksiyoncu, arşivci ve hayran kafasıyla bakıyorum, dediğim gibi olay artık hangi filmin öteki olduğu değil, izleyenin dürüst, içten ve sistemin pompaladığı yönlendirilmelerden arınabildiği ile ilgili bir durum.
Listeler geçici muhabbet kalıcı olsun