2012 bitti, bitiyor. Geleneksel yıl sonu keşifler listemizin de vakti geldi, çattı. Öteki Sinema yazarları yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin en iyileri derlediler, topladılar ve liste haline getirdiler. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir‘ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler yazarların listelerini gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
Beasts of The Southern Wild (2012): Henüz altı yaşında olan bir kız çocuğunun masum fikirlerine ve hayalgücüne sığınarak ölüm olgusunu mükemmel bir biçimde yansıtırken, başkaldırışı, doğaya yaptığımız tahribatı, belki de en önemlisi “insan”ların hepsinin aslında birer hayvan olduğunu tokat gibi yüzümüze çarpıyor Beasts of The Southern Wild. Benh Zeitlin’in bu büyüleyici ilk uzun metraj filmi müzikleriyle de dikkat çekiyor. 2012’nin yüz akı filmlerinden biri, belki de en özeli.
Looper (2012): 12 Maymun’dan sonra Bruce Willis’i yeniden bir zaman yolculuğu temalı filmde görmek oldukça keyifliydi. Son zamanlarda merkezine zaman yolculuğunu koyan bir sürü film çekildi ama Looper’ı onlardan ayıran en önemli özelliği hiç kuşkusuz farklı ve sizi içine çeken senaryosu. Öyle ki film üzerinden uzun zaman geçse bile kendini unutturacağa hiç benzemiyor ve başarılı bilim-kurgular arasına girmeye göz kırpıyor.
Waltz With Bashir (2008): Eski bir İsrail askerinin gözünden İsrail’in Beyrut’a girişini ve ardından gelen Sabra ve Şatilla katliamını anlatan oldukça etkileyici ve sarsıcı bir animasyon Beşir’le Vals. Zaten gösterildiği tarihte dikkatlerden kaçmamış ve Cannes Film Festivali’nde en ’da Altın Palmiye için yarışmış ve 66. Altın Küre’de En İyi Yabancı Film Ödülünü almıştır. İnsana kısa süreli bir şok gibi gelen bu animasyon, kanınızı donduracak finaliyle ise es geçilmemesi gereken yapımlardan biri.
Beginners (2010): Kendi hâlinde sıradan bir film gibi görünse de beni çok etkileyen Beginners, odak noktasına eşcinsellik ve eşcinselliğe bakış açısını koyuyormuş gibi görünse de aslında zamane insanının yalnızlığını ve bu yalnızlığın beraberinde getirdiklerini naif bir yolla anlatıyor.
A Seperation (2011): Asghar Farhadi’nin beşinci uzun metraj filmi olan A Seperation, bir karı kocanın boşanma sürecini öylesine gerçekçi anlatıyor ki, izlerken kendinizi mahkeme salonunda ya da onların hayatlarında hissetmemeniz imkansız. Olayların sonucuyla değil, gelişme süreciyle ilgilenen filmin belki de en büyük başarısı size film izlediğinizi unutturması. Korkularıyla, zaaflarıyla, hataları ve doğrularıyla “insan” hayatına en yakından tanık olmak, duygu sömürüsüne kaçmadan da hüzünlü filmler yapılabileceğini görmek ve bittiğinde “arada kalma” duygusunu tadabilmek için A Seperation’ı kaçırmayın.
Serbuan maut / The Raid (2011, y. Gareth Evans): Son yıllarda çekilmiş en gerçekçi dövüş filmi olduğu için. Ama daha da önemlisi, 31. İstanbul Film Festivali dahilinde gerçekleşen Kadıköy Rexx gösterimindeki seyircilerin de katkısıyla, beni çocukluk günlerime, Üsküdar Sunar’da ‘Bruş Li’ ya da ‘Kolsuz Kahraman Vankü’ izlerken yaşadığım coşku dolu sinema günlerine geri götürmeyi başardığı için.
Michael (2011, y. Markus Schleinzer): Herkesin hassas olduğu pedofili mevzusunu sömürüye girmeden anlatmayı ve iki taraf (kurban ve sapkın) açısından objektif olarak ele almayı başarabildiği için.
Tsumetai nettaigyo / Cold Fish (2010, y. Sion Sono): Sosyal yozlaşmanın, aileden başlayarak toplumun bütününe nüfuz etmesini, ‘gore’ seviyesi yüksek kanlı sahneler ve karikatür karakterler eşliğinde, sıra dışı bir yöntem ve etkileyici bir dil ile anlatarak, izleyenin yüzüne tokat gibi çarptığı için.
Perth (2004, y. Djinn): Harry Lee adındaki kaybedenin emekliye ayrılıp ‘cennet’ diye tanımladığı Perth isimli şehre gitme hayaliyle yaşadığı sıradan ve basit hayatının nasıl karmakarışık bir hale geldiğini, şiddet dozu gittikçe yükselen bir tempoda başarıyla aktardığı için. Kinatay’ı (2009) seven, bunu da sever.
Looper (2012, y. Rian Johnson): Eski usul aksiyonlar ile pek sık karşılaşmaya fırsat bulamadığımız zekice kurgulanmış bilim kurguyu başarıyla harmanladığı için. Aksiyon, gerilim, yeteri kadar mizah (özellikle kibrit çöpü esprisine bayıldım) ve az buçuk romantizmden fazlasıyla nasibini alan Looper, 2012’nin en iyi filmlerinden biri olmaya aday.
Prometheus (2012) Klasikleşmiş bazı korku/bilimkurgu filmlerine başlangıç eklemek son yıllarda sıklıkla uygulanan bir formül. “Prometheus” ise bu furyadaki en iyi örneklerden biri. Film, Ridley Scott’ın Alien serisinin ilk filmlerindeki mekan atmosferini, olay örgüsünü yakalarken, kanımca aynı başarıyı karakter kurgusunda yakalayamıyor. Ancak Doktor Shaw karakterinin merakı uğruna başlangıcı araması, başlangıcın aslında hiçlikten ibaret olduğu vurgusu ile paradoks oluştururken sonsuz bir döngüyü, yani arayışı da beraberinde getiriyor. Bundan başka birçok felsefi söylemi alt metinlerine gizleyen filmin ileriki yıllarda kült bir film olacağını öngörmek şimdiden mümkün.
Hugo (2011) Martin Scorsese’in Oscar ödüllü filmi, sinemaya bir saygı niteliği taşımasının yanında sinemanın büyülü dilini izleyenlere göstermeye çalışıyor; bir yandan da kendisi büyülü bir yapıma dönüşüyor. Bunu yaparken en doğru kişilerden biri, belki de en doğru isimden, yani George Melies’ten yola çıkıyor. Sinema ve edebiyatın dünyasına küçük bir çocuğun gözlerinden bakarak sevimli bir macerayı konu alırken; sinemanın maceraları anlattığını, hayatın da maceralardan oluştuğunu, işte bu yüzden sinemanın hayatın bir yansıması olduğunu görmemizi sağlıyor.
La piel que habito (2011) Pedro Almodovar tahmin edilmesi zor senaryosu ile Frankenstein öyküsüne farklı bir bakış sergilerken, bir bilim adamının ahlaki değerleri zorlayan bir kararını, ve bu karar neticesinde gelişen olayları anlatıyor. İntikam duygusu ve nefretini bilimle birleştiren bir babanın dramatik hikayesi ise aykırı bir filmde, farklı bir dille işleniyor.
The Cabin in the Woods (2011) Korku ve mizah arasındaki ince çizgiyi koruyan, başta kült film “Evil Dead” olmak üzere, çoğu korku filmine bir saygı duruşu sergileyen, ilginç ve farklı konusuyla korku filmlerinin antagonistlerini kullanarak senaryosunu Cthulu mitosuna bağlayan; tüm bunlardan başka korku filmlerindeki klişelere değinen ve korku sineması-gerçek yaşam arasında bir denklem kuran sıra dışı bir film.
The Objective (2008) Korku sineması içinde gizli askeri deneyler sıklıkla kullanılırken, “The Objective” filmi bu öğeyi harmanlamasını becerebiliyor. Amerika’nın Afganistan’daki savaş koşullarını gerçekçi bir şekilde yansıtmasa da özel bir timin yaşadıklarını anlatıyor. Bu esnada hayatta kalma mücadelesi işlenirken film karakterleri metafizik bir araştırmanın içine dahil ediliyor. Bir asker, bilinmeyen bir durumla karşılaşsa dahi hayatta kalma mücadelesi içindeyken gördüklerini unutur ve yargılamaz, hatta yadırgamaz. Bunlar, her şey geride kaldığında tekrar sorgulanır. Film bu sorguyu da işlerken, bir yandan Amerikan savaş politikasını eleştiriyor. Bir sahnede ülkeler kahramanlarını unutmaz deniyor, hemen ardından ise ülkelerin kahramanlarını dahi tanımadığı ekleniyor. Bir anlık da olsa spektral bağlamda vukuu bulan olayların mı, yoksa hayatın acı gerçeklerinin mi daha korkunç olduğunu akıllara getiriyor.
My Name Is Khan (2010) Otistik bir adamın gözünden iyi ve kötünün ayrımını, 11 Eylül sonrası dünyanın Müslümanlara bakışını çok iyi anlatan, bir yere kadar güldüren sonra çok ağlatan harika bir film.
War Horse (2011) 2012’nin başında izlediğim, bütün oyuncular bir yana atın Oscarlık bir oyun sergilediği, savaşın aslında ne saçma bir şey olduğunu çok iyi anlatan filmlerden biri.
The Music Never Stopped (2011) Zamanında despot bir babayken yıllar sonra oğlunu hasta ve hafızasını yitirmiş olarak bulan bir adamı anlatan gerçek hayat hikâyesi. 60’lara 70’lere çok hoş dönüşler yapan, hüzünlü ama sıcacık bir film.
Intouchables (2011) Bir gerçek hayat hikâyesi daha. Boyundan aşağısı felç ama inadına hayat dolu bir adamla, ona tamamen aykırı bir dünyadan gelen siyahi bakıcısının enfes hikâyesi.
La Chispa De La Vida / As Luck Would Have It (2011) Aslında durağan, tek mekanda geçen bir film. Ama filmde, özellikle son sahnelerinde kendimi akışa kaptırmış, kahramanlarla aynı duyguları birebir hissettiğimi fark etmişsem, izlemeye değer diyorum.
Hayal Kırıklıkları…
Prometheus (2012) Klişe bir yorum olacak ama bu filmi anlatacak en iyi cümle: The Ailen’ın kötü bir kopyası. Bilim kurgu filminde mantık aranmasına karşıyım ama bu filmdeki mantıksızlıklar öyle yenilir yutulur gibi değildi.
[REC]³ Génesis (2012) Bir korku filminin 3. devam filminden fazla bir şey beklenmezdi zaten ama bu kadar kötü, bu kadar anlamsız olmasını da beklemiyordum. Korkmak şöyle dursun, filmdeki absürtlükler karşısında sinirden bol bol gülebilirsiniz.
The Five-Year Engagement (2012) 2 saatlik romantik komedi. Ama filmde ne gülüyorsunuz ne de bir romantizm hissediyorsunuz. Gereksiz yere uzatılan, olan biten hiçbir şeye anlam veremediğiniz bir film.
The Descendants (2011) Ağır ilerleyen, değişik bir konusu olsa da o konudan ilginç bir hikâye çıkarıp işleyemeyen, dolayısıyla izleyiciyi sıkan bir film. George Clooney’nin oyunculuğu dışında fazla abartıldığını düşünüyorum.
Take Shelter (2011) Geçim derdinde inşaat işçisi yeni bir baba, kabuslarında mahşeri boyutlarda bir fırtınanın yaklaştığını görmektedir. Şizofreni ve mahşer arasında gidip gelen, sebebini tam kelimelere dökemesem de aramda güçlü bir duygusal bağ kurduğum bir film.
Melancholia (2011) Apocalypse (mahşer) filmlerine yepyeni bir soluk. Her seferinde artık bu defa tutturamayacak dediğim Von Trier her filmiyle beni 12’den vuruyor. B-film senaryolarını avrupa sanat/festival filmi ağırbaşlılığıyla çekiyor sanki…
Michael (2011) Pedofili kadar tabu bir konuyu adeta belgesel objektifliğiyle sunan, Ulrich Seidel ekolünde inanılmaz çarpıcı bir film. ‘Sunny’…
Maniac (2012) Bir exploitaion remake’i nasıi yapılır dersi adeta. İlk filmden aşağı kalır yanı yok. Yenilikçi, acımasız, stilize… Hem yeni bir yorum, hem de ilk filme harika bir saygı duruşu… Elijah Wood’a inanamayacaksınız!
Snowtown (2011) Irreversible’dan beri bu kadar asap bozucu ve bu kadar gerçekçi bir şiddet anlatımı izlememiştim. Avustralya’dan Animal Kingdom ayarında bir başyapıt daha. Hikayenin gerçek olması da ayrı vurucu…
Abraham Lincoln: Vampire Hunter Yılın en ilginç filmi kesinlikle budur. Kim Vatan kahramanlarını bir vampir avcısı olarak gösterecek kadar uçabilir ki? Timur Bekmambetov aksiyon/gerilim sineması için el üstünde tutulması gereken bir yönetmen. Kendisine olan sevgimden filmlerine de objektif yaklaşamıyorum. Ancak bu film gerçekten çok acayip. Ya seversiniz ya da nefret edersiniz.
The Grey Liam Neeson’un döktürdüğü bu filmde kurtların saldırdığı bir grup kazazedenin başından geçenleri izliyoruz. İyi bir gerilim filmi izlemek istiyorsanız The Grey tam size göre. Kurt ve kar gördükçe aklıma sürekli Game of Thrones gelmese iyiydi ya neyse.
Beyond the Black Rainbow Pek bilinen bir film olmasa da bir başyapıttan beklenecek her şey bu filmde var. Panos Cosmatos’un ilk yönetmenlik denemesi seksenler tarzı futuristik filmlerin bir devamı niteliğinde. Cosmatos ileride büyük bir yönetmen olacak potansiyele sahip. Bu film de yıllar sonra değeri anlaşılıp, kült statüsüne girebilir. Ya da film çöplüklerinde yok da olabilir. Geniş bir eleştirisini daha sonra yapacağım için şimdilik fazla yazmıyorum.
The Raven Edgar Allan Poe’yu ne kadar sevsek az. Kendisinin bir filmde başrol oynaması tabii ki merak uyandırıyor. Bu polisiye macera da daha fazla bir şey sunmasa da Poe’yu izlemek için bile listeme girer.
The Cabin in the Woods Yılın en iyi korku filmi slasher kökleri ile gizemi birleştirmeyi başaran The Cabin in the Woods oldu. Baştan sona olay örgüsünü güzel kuran, eli yüzü düzgün bir korku filmi.
The Avengers Bunca süper kahraman filmi arasında sıyrılmayı başaran The Avengers gişe bombası olarak çekilmiş olsa da sevdiğimiz kahramanların birbirleri ile olan güç mücadelerini ve dostluklarını iyi bir senaryo ile kurarak ve Hulk’un tanrıları yerden yere vurmasını göstererek sevgimi kazandı.
Moonrise Kingdom Sanki Wes Anderson’un yıllardır çekmesi gereken filmdi de şimdi bütün taşlar yerine oturdu. Senenin en iyi en güzel sinemasal yapımı oldu. Ödüller aldı, seyirciye de beğendirdi kendini. Daha ne olsun?
The Dark Knight Rises Uzun zamandır bunu bekliyorduk. Sonunda yeni üçleme de bitti ve Batman hikayesi şimdilik sona erdi. Ne kadar verdiği mesajlardan iğrensek de Christopher Nolan yanına yaklaşılması zor bir işi başarıyla sona erdirdi.
Prometheus Ridley Scott’ın yeri ayrıdır gönlümde. Rahmetli kardeşi Tony’i bile sadece Scott soyadı yüzünden sevmişimdir. Sinema tarihinde aksiyon/bilim kurgu sinemasının en büyük yönetmeni benim için Ridley Scott’tır. PROMETHEUS yönetmenin gençlik dönemi işlerinden ne eksik ne fazla. Alien’ını sevip de Prometheus’a laf edenleri anlamakta inanın güçlük çekiyorum. Bu yılın en çok tartışılan filmlerinden biri oldu. Hem filmin mesajı hem de sinema dili sorgulandı. Ancak bu daha bir başlangıç. Umarım ki hikayeyi de Scott kendi eliyle bitirir.
The Raid: Redemption Bu aksiyon dövüş filmi yılın en büyük patlamasını yaptı diyebilirim. Gareth Evans’ın yönettiği film dövüş filmlerini yeni bir eksene oturttu. Artık bundan sonra bu tarz filmleri The Raid ile karşılaştırıp puanımızı ona göre vereceğiz. Baştan sona aksiyon, ter ve kan kokan bu film Endonezya sinemasının da altın çocuğu olarak anılacaktır.
The Artist (2011): Yönetmenliğini Michel Hazanavicius’un üstlendiği Oscar’da filme emeği geçen herkesin yüzünü güldüren yapım hem sessiz sinemaseverlere bir tat oldu, hem de geçmişte kalan o samimiyeti tüm seyredenlerine geri verdi. Yapım sesini doğallığına ve sakinliğine borçluydu. Şirin köpeği Uggie’yi de unutmamak lazım…
Prometheus (2012): Yönetmenliğini Ridley Scott’un üstlendiği yapım bizi yine onun kültü olan Alien’in kökenlerine döndürüyordu. Yalnızca “Alien nasıl doğdu?” sorusuna yanıt vermedi yapım. Bağrında insanlığın kökenlerini de sakladı, sorguladı ve yeni bir hikâyeye yelken açan tavrı ile etkiledi.
The Raven (2012): “Bir ziyaretçi olmalı, diye mırıldandım… / Bir ziyaretçi çalıyor olmalı, odamın kapısı… / Yalnıca bu, başka bir şey değil!” Edgar Allen Poe’yu kendi hikâyelerinden örülü bir cinayet yumağının peşinde, sevgilisinin hayatını kurtarmaya çalışırken izlediğimiz yapım, özlem duyduğumuz bu garip ruha yeni bir merhaba oldu tüm sevenleri için. Eksiklerine rağmen de benim seyretmekten keyif aldığım ve aklımda kalan yapımlardandı 2012 için. Yönetmen koltuğunda James Mc Teigue oturuyordu.
Eva (2011): Eva farklı bir robot hikâyesi olarak çıktı karşımıza. Diğer büyüklerine ve özellikle Steven Spielberg’in A.I’sına saygı duruşuyla başlayan yapım farklı bir yol çizdi seyrin devamında. Yönetmenliğini Kike Maillo’nun sırtladığı film aksaklıklarına rağmen ağzımda güzel bir tat bıraktı.
Perfect Sense (2011): Kıyameti bu denli derinden yaşadığımız ve çığırtkanlarının çoğaldığı günümüzde son olarak gördüğümüz bu olguya ayrı bir pencereden bakan yapım, duygu yoğunluğu yerinde ve başkaca bir dille anlatıyordu, sonun başlangıcını. Duyularımızın yokluğunu kıyamet alan filmin yönetmeni David Mckenzie idi.
Listeye başlamadan önce tekrar vurgulamak isterim ki bu liste kesinlikle bir sıralama değildir, bu listede bulunan her film bir önceki kadar iyidir.
Ayrıca bu liste genel sinema’dan uzak, daha çok öteki sinema filmlerini kapsar.
Miss Lovely (2012): Hindistan’dan hiç beklenmedik bir başyapıt – bir karanlık sinema örneği, karakter hikayesi, korkunç bir dram, bilinmedik bir film endüstrisine derinleme bir giriş. Eğer ‘Miss Lovely’ kadar korkusuz ve cesur bir film görebilirseniz bu sene, gerçekten şaşırırım.
Modus Anomali (2012): Bazı filmler vardır, sırrını çözdüğünüzde olduğu gibi dağılırlar. ‘Modus Anomali’ işte bunun tam tersi. İzlediğim günden beri tamamı ile kafamda her şeyin yerine oturduğu ve öteki sinema tarzında yüzümde çok mutlu bir gülümseme bırakan tek film.
Gangs Of Wasseypur (2012): Hindistan sinemasından Sergio Leone’ye bir saygı duruşu. Western filmlerini, kırsal Hindistan çete savaşları ile birleştirip, Bollywood stilinden elerseniz ortaya ‘Gangs Of Wasseypur’ çıkar. Bu sene harcayacağınız en iyi birkaç saat.
Maniac (2012): Orijinali kadar çarpıcı, aslına minik göz kırpmaları atacak kadar saygılı ama bir anlamda da tamamı ile bizim yılımıza ait, beni en çok şaşırtan, sevindiren ve heyecanlandıran remake ‘Maniac’ oldu bu sene. İzleyip de beğenmezseniz alıcınızın ayarı ile oynamayınız, sorun sizin televizyonunuzda.
I Declare War (2012): Çocukken oynadığımız askercilik, savaş gibi oyunları hangimiz hatırlıyoruz? Ve oyunların içindeki bize ait ciddiyeti? ‘I Declare War’ çok basit bir yöntem ile bizi bu savaşlardan birinin içine götürüyor ve bunu yaparken de önümüze bizim toplumumuzun bir mikrokosmosunu sunuyor. Kaçırılmayacak bir film, mükemmel bir hikaye tarzı ve çocuk askerlerden inanılmaz oyunculuklar.
Öteki sinema’ya girmeyen ama çok iyi filmler: The Master, The Hobbit, Amour, McCullin, Robot & Frank, Sightseers, Robo-G, The Taste Of Money, The Thieves, Motorway, Shokuzai (aslen TV filmi ama Venedik’te sinemada oynadı), The Weight, Rust And Bone, Avalon (2011 ama daha gosterilmedi sanirim), End Of Watch, liste uzuyor burada keselim, daha isteyenler bana direk sorabilirler.
When The Lights Went Out (2012): Bu filmi listeye almamın nedeni, bir başka listede House of The Devil’ı (2009) almamla aynı. Korku sinemasındaki bu retro havayı çok seviyorum. Üstelik When The Lights Went Out’ta hikaye İngiltere’de geçiyor. 70’li yılların ortaları. Gerçi henüz Demir Leydi tahtına oturmamış, ama yine de Birleşik Krallık’ın en birleşik olduğu yıllar. Aktarılan hikaye ise bir klasik. Güzel bir senaryo ve kurgu ile sinemaya aktarıldığı takdirde her gün izleyebileceğim bir perili ev hikayesi. Bence yılın iyi filmlerindendi.
Juan de Los Muertos (2011): Komedi – Zombi filmleri genel olarak çok da sevdiğim bir tür değil aslında. Elbette birkaç harika örnek hariç. Ama Juan de Los Muertos, son yıllarda izlediğim en iyi korku-komediler arasında olmasının yanı sıra; Küba’dan çok uzun yıllardan sonra çıkan en iyi film olma özelliğine de sahip. Kimileri Küba’nın çöküşünün bir belirtisi olarak yorumladı filmi, ama bence güzel şeyler olacağını müjdeliyordu. Umarım haklı çıkarım… Latin Amerika kültürünü sevmeyenlerin pek seveceği bir film olmayabilir Juan de Los Muertos.
A Seperation (2011): İran sinemasını her “entel” gibi ben de takip etmeye çalışıyorum. Bunda izlediğim her İran filminin harika birer sinema deneyimi olmasının etkisi büyük. Ama A Separation sadece İran filmlerine değil, genel anlamda sinemaya da level atlatmış bir örnek. Büyük ihtimalle “tüm zamanların en iyi filmleri” listemde her zaman müstesna bir yere sahip olacak. Hiç kısaca bahsetmek niyetinde değilim, ancak uzun uzun yazılabilir A Seperation. O da şuan mevcut değil.
Sinister (2012): Yılın ikinci yarısının iddialı filmlerinden olan Sinister’ı, The Possession gibi büyük bir hayal kırıklığından sonra izlediğimden midir nedir, gayet sevdim. Muhteşem bir film değildi. Unutulmaz bir film de değildi. Ancak benim o çok sevdiğim “iyi kotarılmış atmosferik filmler”den biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bir de çok eskiden beridir mutsuz sonla biten filmleri (şu cümle girişini spoiler adledenler bile olacaktır sanırım) özellikle seviyorum. Büyük ihtimalle bu nedenlerle son anda gelen hoş bir sürpriz oldu Sinister.
Livide (2011): Avrupa’dan her zaman iyi korku filmleri çıkıyor. Bu en azından çoğunlukla böyle. Livide de yüzü karanlığa dönük atmosferi ile son derece sevdiğim bir film oldu. Bir yanı çok hastalıklı, bir yanı ise son derece naifti. Üstelik hepsi de dozundaydı.
NOT: Bu sene listeyi genellikle izlediğim son dönem filmlerden oluşturmayı seçtim. Aslında dürüst olmak gerekirse, bunun en büyük nedeni yıl boyunca izlediğim filmlerin çoğunu not almamış olmam. Şu sıralar feci hasta olmam dolayısıyla da, izlediğim tüm filmleri büyük bir filmin parçaları gibi algılıyorum. Ayrıca bu listeyi oluştururken önce sıralayıp sonra listeden çıkardığım filmler ise; The Pact, Yeraltı, The Divide ve Chained.
The Goon (2011) Güzel olacağını sanmadan öylesine başlayıp sonunda da keyifle başından kalktığınız bazı filmler vardır. İşte “The Goon” aynı bu tip filmlerden birisi. Hokey oyuncusu Doug Smith’in hayatını konu alan bir komedi. Arkadaşlarınızla samimi ve güzel bir film izlemek istiyorsanız muhakkak izlemenizi tavsiye ederim. Sean William Scott ve Liev Schreiber’ın abartısız güzel oyunculukları filme ayrı keyif katıyor. Filmin sonunda Credits ekranında gerçek Doug Smith’in görüntülerini izlemeden filmi kapatmayın.
Cabin In The Woods (2011) Bizim hanım korku filmi izleyemiyor şöyle korkutmayan korku filmi arıyorum diyenler buraya gelsin. Arada eğlenceli dakikalar geçireceğiniz garanti.Yalnız kan konusunda garanti yok. Truman Show + Evil Dead + Zombiler + Hayaletler + Canavarlar + Yaratıklar aklınıza ne gelirse bu filmde.
The Hunt For Red October (1990) Tom Clancy’nin 1984 tarihli Jack Ryan evreninde geçen romana ait ilk film. Sinemadan yıllar sonra DVD’den sindire sindire tekrar izlemek, Basil Poledouris’in müzikleri ile evde coşmak apayrı bir keyifmiş. Denizaltı filmeri içerisinde en iyi 3 filmden birisidir bence “The Hunt For Red October”. Sovyet Devletini karşısına almış bir denizaltı kaptanı Marko Ramius (Sean Connery), CIA ajanımız Jack Ryan (Alec Baldwin), Amerikan ve Rus donanmaları, soğuk savaş dönemi ve Sam Neill. Henüz izlemediyseniz tam zamanı.
The Raid (2011) Hikaye benim için önemli değil, karakterler üzerinde de düşünmek istemiyorum türünden bir film The Raid. Saf aksiyon , harika dövüş kareografileri barındırıyor. Bu yıl The Expendables ile birlikte en bol figüran ölen filmi. Yakında Amerikan remake’i gelir. Soundtrack’i Mike Shinoda’ya ait, dinlenebilir.
Rust And Bone (2012) Kanadalı yazar Craig Davidson’ın “Rust and Bone” kitabındaki “Rust And Bone” ve “Rocket Ride” adlı kısa hikayelerinden yola çıkılarak çekilmiş bir film. Marion Cotillard herhalde tekrar oscar almaya and içmiş olmalı ki böylesine mükemmel bir oyunculuk sergilemiş. Fiziksek engelli Stephanie (Marion Cotillard) ve Ali (Matthias Schoenaerts)’nin hikayesi “Rust And Bone”. Bence yılın en iyi drama filmlerinden birisi.
Moonrise Kingdom (2012) Wes Anderson’ın yönetmenliğinde çekilen Moonrise Kingdom, mutsuz birer çocuk olan 12 yaşındaki Suzy ile mektup arkadaşı Sam’in birbirlerine aşık olup evden kaçmaya karar vermelerini ve yaşadıkları maceraları konu alıyor. Suzy ile Sam’in birlikte keşfettikleri şeyler oldukça komik bir dille anlatılırken, bana göre filmin en unutulmaz sahnesi ise Sam’in, Suzy’nin kulağını küpe için delmeye çalıştığı andı.
Beasts of the Southern Wild (2012) Benh Zeitlin’in, New Orleans’ın küçük bir kasabasında yaşayan ve farklı değer yargılarına sahip olan bir grup insanın yaşadıklarını anlatan filmi mutlaka görülmesi gereken yapımlarından biri. Sırf Quvenzhané Wallis’in harika performansı ve sevimliliği için bile izlenebilir bu film.
Broken (2012) Londra’da yaşayan ve şeker hastası olan 11 yaşındaki Skunk ve ailesinin, komşularıyla yaşadıklarından yola çıkan Broken, kötülükle masumiyetin nasıl iç içe geçtiğini anlatan etkileyici bir yapım. Öyküsünü baba-kız ilişkisi üzerinden anlatan filmi izlerken gözlerinizin dolmaması imkânsız.
Little Manhattan (2005) Karşımızda yeniden iki küçük çocuk ve onların yaşadıkları ilk aşk var. Moonrise Kingdom’dan daha farklı bir atmosferde bu kez ama hissedilenler aynı. İlk kez aşık olma hissi, ilk öpücüğün yarattığı akıl karışıklığı ve ilk ayrılık gözyaşları… Little Manhattan’ın sizde bıraktığı hissi seveceksiniz.
Wings of Desire (1987) Zengin ve şiirsel monologlarıyla oldukça durağan olmasına rağmen nasıl bittiğini anlayamadığınız bir film Wings of Desire. Berlin duvarı yıkılmadan önceki dönemde Damiel ve Cassiel adlı iki meleğin konuşmaları ve Damiel’ın aşık olup insan olmak istemesi üzerine kurulu filmin senaryosu daha sonra City of Angels’ta kullanılırken; devam filmi Faraway, So close da ilki kadar olmasa da diyaloglarıyla göz dolduran bir yapım.
Broken (2012, Rufus Norris) Malatya Film Festivalinde keşfettiğim zaman zaman Haneke filmlerinin gerilimine düştüğüm zaman zaman da içinde çocuk olan filmlerin masumiyetine sığındığım filmde büyüklerin dünyasında kaybeden çocuklar olmak beni sarstı ve akıcı, baskıcı ve yorucu anlatımıyla zirveye oturdu. ilk filmin çeken bir yönetmen iç içe geçen bir öyküden nasıl muhteşem bir seyir dünyasını yaratıyor görün isterim!
Artist (2011, Michel Hazanavicius) Bana şu günlerde siyah beyaz hem de sessiz film çekiyoruz deseler dudak bükerdim ama Artist yıllar sonra beni heyecanlandıran, keyifle izlediğim filmlerden biri oldu. Sinema yenilenmeli, her yola girip çıkmalı ama galiba en çok da başlangıcına yolcuklar yapmalı diyen, tüm ilgimi mimiklere yönlendiren ve süper oyunculuklarla izlediğim filme bayıldım hatta beyazperde yazımda o kadar övmüşüm ki filmi sevmeyenler ona değil bana kızsın demişim!
Tepenin Ardı (2012, Emin Alper) İki kere izlememe rağmen bana Haneke’nin Saklı filmine benzer duyguları yeniden yaşattığı, insan paranoyasının detaylarını iyice kuşandığı için çok sevdim. Taşra hayatının yalnızlığına, doğallığına ve doğanın tekinsizliğine olan tezlerimi bir kez daha hissettirdi. O zaman tamamdır!
Elena (2011, Andrey Zviaguintsev) Tarzını zaten çok sevdiğim bir yönetmen Zviaguintsev. Filmlerindeki sakinlik, dinginlik mutlaka bir anlam taşıyor, filmi başka noktalara taşıyor ve ben o noktayı seviyorum. Bir kadının sevgisi mi intikamı mı daha öldürücüdür diyor bu kez yönetmen ve bu soruya iyi bir yanıt veriyor…
Beasts of the Southern Wild / Düşler Diyarı (2012, Benh Zeitlin) Evet çocukların filmlere bir sevimlilik kattığı kesin, Düşler Diyarı kıyamete hazırlanan bir kabile demek geliyor içimden, iç hesaplaşmalarını doğaya karşı verdikleri direnci anlatıyor. Fakirlik onları hayatın köşesine itse de umutlarını alamıyor, küçük Hushpuppy annesini bulmaya gidiyor. Duygusu güçlü, sarsan ve acıtan filmlerden. 2013’te vizyonda!
Moonrise Kingdom – Wes Anderson’dan tuhaflık üzerine bir film daha. Ergenlik aşkları, dışlanmışlık, arkadaşlık, dayanışma. Indie film reçetesi diye bir şey var artık, evet. Ama bu film türdaşları arasında bir gömlek üstte duruyor. Aynı kontenjandan Richard Ayoade imzalı Submarine de bu senenin sevdiğim filmlerinden oldu.
Jimmy’s End – Alan Moore kendi kitaplarından uyarlanan filmlerle tüm ilişkisini kesen bir yazar. Bu sene, daha önce Unearthing projesinde beraber çalıştığı fotoğrafçı Mitch Jenkins’le kısa bir film projesine imza attı. Karanlık, atmosferik, okült bu filmi, ve ona prolog teşkil eden Act of Faith senenin en dikkate değer kısa metraj filmleri.
Cabin in the Woods – Öyle büyük bir Joss Whedon fanı değilim. Buffy’den sonra bu sene nihayet şeytanın bacağını kırmış gibi görünüyor. Avengers şaşaalı, eğlenceli, çocukken okuduğumuz Marvel çizgi romanlarının tadını bulabildiğimiz bir filmdi. Cabin, yine Buffy postmodernliğinde ve bilmişliğinde gezinen bir proje. Formüllere dayanan korku sinemasına meta-anlatısal bir bakış getirerek bir ilginçlik yakalamış. Eğlenerek izledim.
Dogs in Space (1986) – 2012’den biraz geçmiş gidip, Avustralya yapımı bu güzide underground filme bakmakta fayda var. Mad Max gibi bir açılış yapıp, 1978 Melbourne punk ortamlarında takılan ve aynı evde yaşayan toplumdışı bir grup gencin birbiriyle bağlı öykülerini anlatıyor. Geçtiğimiz senelerde elden geçirilip DVD olarak yayınlandı.
Warren Ellis: Captured Ghosts – Geçen sene listemde Sequart yapımı Grant Morrison belgeseli Talking with Gods’a yer vermiştim. Bu sene de aynı kuruluşun, büyük İngiliz çizgi roman ve roman yazarı, fütürist ve “internet peygamberi” Warren Ellis üzerine yaptığı belgesli koymakta beis görmüyorum.
La Guerre Est Declaree (Declaration of War) – Harika ama bir o kadar da farklı bir ‘Romeo’ ile ‘Jüliette’ hikayesi… Daha hikayenin başında evlilikle sonuçlanan bu aşk hikayesinin anlatmak istediği başka şeyler var. Doğduğu andan itibaren ölüme giden bir çocuğa ebeveynlik yapan iki insanın yaşamı kabullenişi ve yine yaşam için direnişi izlenmeye değer… Sevginin insanları ne zaman ve nasıl birarada tuttuğunu o kadar güzel gösteriyor ki, birden fazla kez izlenmeli.
Cesare Deve Morire (Ceaser Must Die) – Gerçek mahkumlarla çekilmiş bir film… Sanatın dönüştürme gücünün en diptekiler üzerinde bile ne kadar etkili olduğunu göstermesi açısından ilgimi çekti. Seyir zevki yüksek… Tavianı kardeşlerin sinemacılığı yine zirvede… Filmden çıkınca kendinize sesleniyorsunuz; “Sezare, Sezaree!”
Drive – Bu kadar ağır işleyen ama insanın içine de işleyen bir aksiyon ne zamandır izlememiştim. Ryan Gosling, Bullit’in Steve McQueen’ine yakın, karizmanın zirvesinde bir oyun yapıyor. Müzikler inanılmaz. Geceyarısından sonra izlenirse alınacak keyif katlanır çünkü bu bir gece filmi…
Film – Kerem Topuz’dan harika bir gerilla sinemacılık örneği… “Film” tam da kendine yakışacak şekilde hem sektörün hem de seyircinin çenesine inen sıkı bir yumruk gibi… İzlemeden önce hakkında beslediğim tüm önyargıları yıktı, yok etti! Hiçbir anında kolaycılık ya da kılıfına uydurma hali yok. Agresif bir sinema anlayışının zekice ve planlanarak uygulanmış hali…
Beasts of the Southern Wild – Toplumsal ahlakı ve genel yaşam kurallarını reddeden bir grup insanın Post Apokaliptik hikayeleri andıran ilkel uygarlığı ve ‘ilkel’in içindeki muhteşem masumiyeti görebilmek. İzlediğim andan beri etkisini yitirmeyen, dönüşümüme yardımcı olabilecek kadar güçlü fikirler barındıran bir film… Müzikleri de harika!
Listelerde yer alan filmlerden, Öteki Sinema’da incelemesi bulunanlara link verdik, bir tıklama ile bu yazılara ulaşabilirsiniz.
ah Masis ah.. nolcak senin bu şahsına münasır çizgin? :)
Masis Üşenmez; Öteki’nin içindeki beriki! :)
incelemesi yapılan filmlerin önemli bir kısmı öteki sinema klasmanına giremez. bunlar bildiğimiz genel seyirciye hitap eden ana akım filmler.
Can’dan korkumdan liste yapamaz oldum:)
Looper ve Hobbit’i benim listeme de eklerdim de Looper’ı çok beğenmeme rağmen 12 Maymun’a fazlaca benzemesi biraz rahatsız etti. Hobbit ise listeyi yaptıktan sonra seyrettiğim için seneye artık listeme alırım.
snowtown’u izledim bi miktar dün gece. kalanını da bu gece bitirmeyi düşünüyorum. can, dediğin kadar varmış hakkaten.
Abraham Lincoln Vampir Avcısın’a uçakta izlim dedim, yarısında afakanlar boğdu, kapatıp Forest Gump’ı izledim güzel güzel…
The Grey desen, yani.. güzel film ama yeri burası mı? Film süper başlıyo eyvallah ama inandırıcılıktan süper uzak kurt animasyonları ve kurttan çok kurtadam gibi davranan kurt karakterleriyle çok yazık oluyo filme… Ey Masis, sen hiç kurt görmedin mi hayatında?
Raven aslında güzel hikaye ama malesef Poe’yu gerçekten sevenlerin John Cusak’a Poe olarak dayanabilceklerini sanmıyorum. Masters of Horror’un Black Cat’ini açın da bir Poe görün Masis Efendiiiiii! (diye abartırmışım)
Sadece Hulk ve Iron Man’li sahneler uğruna Avengers’i ilk 5’ine alacak kadar az film mi izliyosun sen demezler mi adama? EY Masis Efendi! Şanımız şerefimiz söz konusu burda
Prometheus’a gelince… O ilk facehugger’ı bulma sahnesindeki adamın tavırlarını sen Alien efsanesine yakıştırdıysan, bana söz söylemek düşmez. Transformers izleye izleyeme Transformers olmuşsun oğlum sen. O oyunculuklar, o lakayıtlık, yakışıyo ilk Alien filminin soğuk ve karanlık gerçekçiliğine? Otobot olmuşun olm sen iyice
Dark Knight’ın geçtim mesajlarını ya filmin karizması nerde karizması? Koskoca Batman’in beli kırılıyo, 15 dakika sonra Gotham’da abi bu nasıl iştir? Dünyanın en korkunç hapisanesi dedikleri yer ne öyle? İçeri iki tane yaşlı adam atmışlar, bizim eski kapıcı dairesinden temiz. İyice bambılbi olmuşun olm sen
İçimizdeki Troll Can Evrenol :)
Miss Lovely denen filmi çok sevebilirsin bunu anlayabilirim ama BAŞYAPIT deyip bir çok insanın zamanını boşa harcamamaya dikkat etmek lazım