2013’ün bitmesine az bir süre kaldı. Geleneksel yıl sonu keşifler listemizin de vakti geldi, çattı. Öteki Sinema yazarları yıl boyunca izledikleri filmler arasından, yapım yılı gözetmeksizin en iyileri derlediler, topladılar ve liste haline getirdiler. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir‘ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler yazarların listelerini gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
Yek Khanévadéh-e Mohtaram (A Respectable Family, 2012): Uzun zamandır izlediğim en çarpıcı açılış sahnelerinden birine ev sahipliği yaptığı ve bu yıl izlediğim en şaşırtıcı filmlerden biri olduğu için.
Maniac (2012): Çok nadir rastlanan ‘iyi’ remake’lerden biri olmayı başardığı için. William Lustig’in yönettiği kült korkulardan 1980 tarihli Maniac’ın yeniden çevrimi, yenilikçi tekniği, sert sahneleri ve başarılı performansları ile geçtiğimiz senenin en heyecan verici işlerinden biriydi.
Sinister (2012): Çok önemli mantık hataları içermesine rağmen korkuseverleri tavlamayı becerdiği ve izleyene ideal bir korku filminin vadettiklerini sunma görevini layıkıyla yerine getirdiği için.
Salvage (2009): Düşük bütçesinin dezavantajlarını hiçbir sahnede belli etmeden heyecan ve tempoyu her daim zirvede tutmayı başardığı için. Orijinal bir fikirden yoksun olsa da anlatım biçimiyle dikkat çeken başarılı bir ilk film.
Da-reun na-ra-e-seo (In Another Country, 2012): Jim Jarmusch’un ilk dönem filmlerine olan özlemimi giderdiği için. Güney Kore’nin en havalı yönetmenlerinden Hong Sang-soo’dan şanına yakışır bir film. Başroldeki Isabelle Huppert de kaymağı. Onu hiç böyle görmediğinize eminim.
Sorum (2001): Tek bir kare ile çok fazla şey anlatan birçok ana sahip olduğu için. Ya da öyküsünü bir hayalet hikâyesi üzerine kurmasına rağmen hayalet filmi klişelerinden hiçbirine yüz vermeyip bambaşka bir yola saptığı ve bu tehlikeli girişimden yüzünün akıyla çıktığı için.
Modus Anomali (Ritual, 2012): Sıkı takip ettiğim Endonezyalı sinemacı Joko Anwar’ın, heyecan veren filmografisine övüneceği bir halka daha eklemeyi başararak sevenlerini mahcup etmediği için.
Kiss of the Damned (2012): Ortalık Twilight gibi süprüntü teen-horror’lardan geçilmezken yüzünü Euro-trash’e çevirdiği ve Rollin’in özlediğimiz işleri tadında bir vampir filmi olduğu için. En değer verdiğim sinemacılardan John Cassavetes’in kızı Xan Cassavetes, ilk uzun metrajlı filmiyle birçoklarını şaşırtmayı başardı. Daha önce Sennentuntschi’de gördüğümüz Roxane Mesquida da önemli artılardan biri.
Gangs of Wasseypur (2012): Beş buçuk saat gibi devasa süresine rağmen izleyeni her anıyla büyülemeyi başardığı için. Anurag Kashyap’ın mutlaka izlenmesi gereken filmi için Hindistan’ın Leone şahikası Once Upon a Time in America’ya cevabı diyebiliriz belki. Müzikler ise ayrı bir bomba. Özellikle Sneha Khanwalkar’ın seslendirdiği Kaala Rey isimli parça dinler dinlemez dilinize yapışacak.
Metro Manila (2013): Sistemin yozlaştırıcı etkisine kırsaldakine oranla çok daha yoğun maruz kalan metropol insanının çürümüşlüğünü acımasızca yüzümüze çarptığı için. Büyük şehrin insanlar üzerindeki olumsuz etkileri hakkında kötümser filmler izlemeye alışkın izleyicileri bile şaşırtacak denli bir kötülük hâkim Metro Manila’ya. Neredeyse bütün karakterler, sistemin yozlaştırıcı çürümüşlüğünden paylarını fazlasıyla almışlar.
Le Passe (2013): Bu filmle geçmişin asla geçmeyeceğinin altını çizen Farhadi, kısa süreliğine Fransa’ya transfer olmuş gibi görünse de, alıştığımız tarzından ödün vermeyerek senenin izlediğim en iyi filmine imza atıyor. Senaryonun ritmi tam olması gerektiği gibi ağır… Merak ve hüzün, seyirciye daha sağlam geçiriliyor böylelikle. Geçmiş, artık Farhadi klişeleri diyebileceğimiz boşanma sancıları, yalan söyleme ve bedel ödeme üzerinden mükemmel bir finalle kendine hayran bırakıyor.
Gloria (2013): Şili, Güney Amerika sinemasının dikkat çeken filmlerine Gloria’yı da ekleyerek bu ülke sinemasının hayran sayısını artırmaya devam ediyor. 50 yaşını geçmiş bir kadının sürüden ayrılış öyküsü diyebileceğimiz Gloria’nın hemcinslerine cesaret aşılarken mesaj kaygısından uzak durması, filmin en güzel yanı. Gloria’ya can veren Paulina Garcia’nın oyunculuğu ise, senenin en iyi performanslarından.
Beyond the Hills (2012): 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’den sonra bende sonsuz kredibiliteye sahip olan Cristian Mungiu’nun bu filmi için “birçok egzorsizm filminden daha korkunç ve birçok aşk filminden daha can acıtıcı” demiştim. Dramı saf korkuyla bütünleştirmeye çalışmak deli işi… Ve ben bu deli adamı, yaptığı ve yapacağı işleri delicesine seviyorum.
The Dead (1987): Bilen bilir… James Joyce’un kısa öykülerinden oluşan “Dublinliler”, edebiyat dünyasının en yalın yapıtlarından biridir. Bu kitaptan herhangi bir öykünün uyarlandığını bilmemekle birlikte açıkçası ihtimal de vermiyordum. Ta ki John Huston’ın ölmeden önce çektiği bu son filmini görene kadar. Eserin güzelliğinden ötürü müthiş bir önyargıyla başına oturmama rağmen, filme kattıklarıyla (Broken Vows şiiri gibi) tam bir şaheserle buluşturdu beni “The Dead”. Ölümü, genç ölümü, unutulamayan aşkları, sanatı, İrlanda’yı anlatan bu filmi hazmetmek birkaç ayımı aldı açıkçası.
Kind Hearts and Coronets (1949): Herkesin karşısına geç çıkan bir klasik vardır mutlaka. Bu film de, benim sonradan bulup kendi kendime keşfettiğim bir hazine. Yasak aşk sonucu düşeslikten atılan annesinin ardından dük olmak uğruna, soy ağacındaki tüm aile eşrafını yok etmeye çalışan Louis’nin yaşadıklarını konu alan, günümüz için bile sıra dışı sayılabilecek bir komedi-taşlama. Özellikle Alec Guinness’in soylu D’Ascoyne ailesindeki genç-yaşlı-kadın-erkek herkesi oynadığı (öyle böyle değil) düşünülürse, filmin ne kadar uçuk olabileceği de az çok tahmin edilebilir.
Bu sene korku filmleri için verimli bir sezon gibi görünse de, maalesef hiçbirinden tam anlamıyla keyif alamadım. Mama ve The Conjuring, kalburüstü kabul edebileceğimiz birtakım özelliklere sahip olsa da, kendi kendime ses efektini öne çıkaran korku filmlerine yüz vermemeye karar verdim. Sesle korkutma gayretine giren filmlerin, aslında çeşitli açıklarını kapatma derdinde olduğu yönünde hastalıklı bir fikre kapılıyorum. 2014 senesine yönelik ise umutlarım çoktan tükendi. Bu filmlerin ciddi hayran kitlesi olduğundan yola çıkarak, seyircinin bu yöntemi sevdiği düşünülebilir. Önümüzdeki sene de, en sevdiğim 80’ler korkularını tekrar tekrar izlemeye devam edeceğim gibi görünüyor.
3 Idiots (2009): Hindistan’daki bir üniversitede mühendislik okuyan Rancho Chhanched, Farhan Qureshi ve Raju Rastogi’nin başından geçen olayları anlatan 3 Idiots, dostluk kavramını beyaz perdeye yansıtırken, bir yandan da eğitim sistemine tatlı sert bir eleştiride bulunuyor. İzledikten sonra uzun süre aklınızdan çıkmayacak olan bu samimi ve bir o kadar da etkileyici filmi kaçırmayın.
Stoker (2013): İntikam Üçlemesi’nin yönetmeni Güney Koreli sinemacı Park Chan-wook’ın Amerika’da çektiği ilk film olan Stoker, babasının ölümünden sonra annesiyle bir başına kalan India’nın ilk kez tanıştığı gizemli amcasıyla arasında korku ve öfkeden doğan garip ilişkiyi anlatıyor. Başrollerinde Nicole Kidman, Mia Wasikowska ve Matthew Goode’un yer aldığı yapımın senaryosu ise Wentworth Miller’a ait. İlk senaryosunu yazmasına rağmen böylesine başarılı bir filme imza atan Wentworth Miller, umarım önümüzdeki yıllarda karşımıza daha çok senaryoyla çıkar. Başarılı senaryosu dışında bu filmden bu kadar etkilenmeme neden olan Matthew Goode’un da hakkını vermeden geçemeyeceğim.
El Cuerpo (2012): Oriol Paulo’nun ilk uzun metrajlı sinema filmi olan El Cuerpo’nun başrollerinde Belén Rueda, Hugo Silva ve Aura Garrido bulunuyor. Gizemli bir şekilde ölen Mayka’nın neden öldüğü daha tam olarak anlaşılmadan bir de cesedi morgdan kaybolunca olaylar daha da karmaşık hâle gelir. Bu sır perdesini aralayıp, gerçekleri ortaya çıkarması gereken de dedektif Jaime Pena olacaktır. İnce ince işlenmiş senaryosu, merakınızı bir an bile dindirmeyen temposu ve hafızanızdan çıkmayacak sonu ile El Cuerpo, seyirciye iki saatlik süresi boyunca istediği her şeyi vermeyi başarıyor.
The Conjuring (2013): Konusunu gerçek bir hikayeden alan ve bir ailenin başından geçen doğaüstü olayları aydınlatmaya çalışan dünyaca ünlü çift Ed ve Lorraine Warren’ın bu aileyle birlikte yaşadıklarını anlatan The Conjuring, tartışmasız senenin en iyi korku-gerilim filmi.
Jagten (2012): Jagten için bu sene izlediğim en iyi film diyebilirim sanırım. Mads Mikkelsen zaten başlı başına harika bir performansa imza attığı, ufacık bir yalanın bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini, toplumun nasıl bir anda sürü psikolojisiyle ortak paydada buluşabileceğini çarpıcı bir dille anlatan, çok ama çok etkileyici bir film. Hâlâ izlemediyseniz, sakın kaçırmayın.
Disconnect (2012): Yönetmen koltuğunda 2006 yılında çektiği Murderball belgeseliyle Oscar’a aday gösterilen Henry Alex Rubin’in bulunduğu Disconnect, farklı farklı hayatların modern çağın vazgeçilmezi internet ile aynı noktada buluşmasını konu alıyor. İnternetin iyisiyle kötüsünü tartışmaya açtığı gibi, merkezine aldığı bu farklı insanların hayatlarında internet sayesinde meydana gelen benzer etkileri de gözler önüne seriyor.
Prisoners (2013): 2010 yılında çektiği Incendies ile oldukça ses getiren Denis Villeneuve’ün yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu ise Contraband filmiyle tanınan Aaron Guzikowski’nin yazdığı Prisoners, Hugh Jackman ve Jake Gyllenhaal’ın (özellikle Hugh Jackman’în) başarılı performanslarıyla bezeli bir gerilim. Şükran günü kızları kaybolan iki ailenin yaşadıklarını anlatan Prisoners, seyirciye, gerçeğe ulaşmak için ne kadar ileri gidersiniz sorusunu çarpıcı bir biçimde sorarken, izleyicide uyandırdığı merak hissini filmin sonuna kadar zirvede tutmayı başarıyor.
Life of Pi (2012): Tim Burton’un en iyi filmlerinden biri olan (belki de en iyisi) “Big Fish”, üstkurmaca yapısı ve metin/alt metin ilişkisi göz önüne alınarak incelendiğinde fantastiğe kayan bir anlatıma bürünür. “Life of Pi” filmi de hikâyesini aynı tarzda anlatırken, kanımca “Big Fish”tekine benzer bir başarıya imza atıyor. Kurgulanan hikâye ve kullanılan ana/yardımcı öğeler ile insan-insan, insan-hayvan, hayvan-hayvan ilişkileri; her şeyden önce de insan-Tanrı ilişkisi postmodern bir yaklaşımla ifade edilirken kazandığı Akademi Ödülleri’nin hakkını sonuna kadar veriyor. Her ne kadar hayvan hakları ihlali konusunda basına sızan haberler filme bakış açımı olumsuz yönde etkilese de kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden biri olarak değerlendiriyorum.
Gravity (2013): Okyanusun ortasında köpek balıklarının arasında kalmak, ıssız bir çölde sayısız tepeleri açmak, dipsiz mağaralarda yolunu kaybetmek, bir denizaltıda mahsur kalmak… İnsanoğlunun çaresizliğinin farklı mekânlarda resmedilişi sinema perdelerine pek çok kez yansıdı. İşte aynı hissiyatı uzay boşluğuna taşıyan görkemli bir örnek “Gravity”. Belki felsefi açıdan herhangi bir derinliğe sahip değil, belki sinema kurgusundan ziyade görsel öğeleriyle öne çıkıyor ancak ne olursa olsun sürükleyici ve bir o kadar da gerilim dozajı yüksek. Filmin izleyici üzerinde yarattığı etkilerden biri ise şüphesiz karşıt duyguları harekete geçirmesi. Şöyle ki; izleyici bir sahnede Dünya’nın uzaydan görünüşü karşısında büyülenirken, diğer bir sahnede yerçekimsiz ve oksijensiz karanlık bir sonsuzluğun ortasında mahsur kalmanın neden olduğu karamsarlığa çekilebiliyor. Bilimin imkânlarıyla gökyüzüne çıkan ancak doğanın kanunlarını henüz yenemeyen bir uzay mühendisinin hayata tutunma mücadelesi gerçekten de izlemeye değer.
Oblivion (2013): Bilimkurgusal arketiplerin pek çoğunu bünyesinde barındıran “Oblivion”, post apokaliptik bir düzenden, hafıza silinmesine; klonlamadan, nükleer felaketlere; distopik dünyalar denince akla ilk gelen “Big Brother” konseptinden, dehşet saçan makinelere kadar pek çok konunun yer aldığı ve bazı karelerde “Space Odyssey” filmine göndermeleri bulunan bir yapıt. Yıllar içinde bilimkurgu janrı içinde ne denli hatırlanır bilinmez ancak türe meraklılar tarafından kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum.
World War Z (2013): Zombi filmleri ikiye ayrılabilir denilebilir. İlkinde zombiler yavaş hareket eder ve korku, gerilimin tırmanmasıyla artar. Diğerinde ise hızlı hareket ederler, böylece adrenalin ve korku birbirine karışır. Son yıllarda çekilen zombi filmleri hızlı hareket eden zombileri kullanarak aksiyona varan sahnelerle süsleniyor ve bu yüzden de korku türünden sapmalar yaşanıyor. İşte türler arasında kargaşa yaratmadan dengeyi korumasını bilen “World War Z” filmi ise bu konseptin başarılı bir örneği. Bilimkurgu-aksiyon-korku türünü kesinlikle iyi bir şekilde harmanlayan ve de herhangi bir veriye dayanmadan rahatlıkla söylenebileceği üzere çekilen en büyük bütçeli zombi filmi. Başrolünü bir dünya starına emanet eden “World War Z”, zombi filmi denildiğinde oluşan ön yargıları biraz da olsa yıkıyor olması açısından öneme haiz. Romero ile birlikte metaforik anlamda kullanılmaya başlanan zombi kavramı ise, insanlığın kötü gidişine ayna tutmayı amaçlayan farklı bir senaryo ile karşımıza çıkıyor.
Dark Skies (2013): Bazı filmler vardır, bir şeyler eksiktir ancak yine de izlemeye değerdir. Bu filmin eksik olan yanı ise vizyona girmesi gereken tarihten belki 30 yıl sonra gösterime girmesi. Her şeyden önce “Dark Skies” pek çok korku klişesini barındırıyor. Paranormal korku filmlerinde, korkunun nedeni çoğunlukla ruhani varlıklar olurken, bu filmdeki korkunun kayağı olarak uzaylıların gösterilmesi farklı bir bilimkurgu-korku işbirliğine sebep olmuş. Orta karar denilebilecek bu film, yıllarca benzer filmleri izlemiş insanlar için çok bir şey ifade etmese de, korku-bilimkurgu mecrasına yeni girmiş izleyiciler için çok şey ifade edecektir, ki zaten o yüzden listeye dahil ettim.
Dead Man’s Letters (1986): Şüphesiz ki post apokaliptik kıyamet senaryolarına tıka basa doyduğumuz şu günlerde, geçmişteki örneklere bakma ihtiyacını eskisi kadar sık duymuyoruz. Fakat nükleer kıyamet senaryolarının ağabeylerinden biri olan Dead Man’s Letters, görsel anlamda bu gün karşımıza çıkan kıyamet senaryolarına pek çok miras bırakmakla birlikte; daha küçük çaplı ve daha dramatik bir öyküye yöneliyor. Lapushansky’nin isimsiz karakterleri, izleyeni derinden etkileyecek bir fedakarlık öyküsünün öznelerini oluşturuyorlar. Bu zamana kadar görememiş olmak benim ayıbım tabi…
Withnail & I (1987): Yönetmen Bruce Robinson, Amerika topraklarına İngiliz mizahını ve trajedisini getirmekle kalmıyor; bu ikisini kafa kafaya tokuşturan bir yol filmi ve kanka komedisi çıkarıyor ortaya. Yoksulluğun dibini kazıyan Withnail ve Marwood’un bu garip yolculuğu, yönetmenin de kısa filmografisinin parıldayan incisi!
Headhunters (2011): Norveç’in bağrından kopup gelen film, fiziksel eksikliklerini pratik zekasıyla dengelemeye çalışan, sevdiği kadını bu yönleriyle elinde tutmaya çalışan Roger’ın, düştüğü kumpasın dehlizlerinde debelenişinin öyküsü. Headhunters, hiç kuşkusuz son yıllarda karşımıza çıkan en parlak senaryolardan birine sahip. Norveç’in atmosferine de kara mizahın ne kadar yakıştığının açık bir kanıtı. Ufacık bir irtifayla sıradanlaşabilecek bir öykü, yönetmen Morten Tyldum’un ellerinde keyifli mi keyifli bir entrika sarmalına dönüşüyor!
The Face of Another (1966): Hiroshi Teshigahara imzalı bu orta dönem bilimkurgu örneğinde, bir laboratuvar kazası sonucu yüzü korkunç bir biçimde yanan iş adamı Mr. Okuyama sayesinde, sıklıkla üzerini örsek de en ilkel korkularımızdan birine doğru yol alıyoruz. Teshigahara’nın bu lezzetli minimalist bilimkurgusu, her ne kadar bildiğimiz bilimkurgu notalarından çalmasa da, tıp teknolojisinin vardığı noktayı göze sokmadan, Okuyama’nın ‘yüz nakli sonrasında yaşadığı ruhsal değişim sürecine odaklanıyor. Geç kalan her sinefilin, oturup ağlayacağı randevulardan biridir The Face Of Another…
My Son, My Son, What Have Ye Done (2009): Herzog’un 2009 yılında izleyiciyle buluşan filmi, nedeni bilinmez, yönetmenin sıkı takipçilerinin bile büyük bir çoğunluğunun gözünden kaçmıştır. Aslında Herzog’un tarifindeki tüm bileşenler aşinadır. Ortada ilk bakışta tipik sayılabilecek bir cinayet öyküsü vardır, Michael Shannon, adeta üzerine yapışan psikopat rollerinden bir başkasına bürünmüştür, Willem Defoe bir kere daha polis olarak karşımıza çıkar fakat totalde bütün bu bileşenler, talihsiz Brad Maccalm’ın varoluşsal travmalarından beslenen bir trajedi çıkarır. Özellikle Grace Zabriskie’nin kısa ama öz performansı, anne-oğul ilişkisini sıradan Bates Sendromunun birkaç adım dışına taşır.
La Madre Muerta (1993): La Madre Muerta (Ölü Anne), bu yıl benim için bir hediye gibi bir şey oldu. Varlığından haberdar olduğum, ama bir türlü edinemediğim bir filmdi ve uzak diyarlardan bir arkadaşımın yardımı ile izleme şansı elde edebildim. Hem naif, hem de karanlık bir film La Madre Muerta. Yaratıcılık yoksunu filmler arasında ilaç gibi geldi.
The Reflecting Skin (1990): Doksanların büyük oyunculu gerilimleri arasında kaybolup gitmiş, az bilinen ama kendine has bir seven kitlesi olan ve gerçekten de kaliteli bir gerilim klasiği The Reflecting Skin. Çok tuhaf bir havası, kendine has bir dili var filmin. Genelde filmler her on yıllık periyodlarla ortak bir karakter geliştirir ve bu karakteri sonuna kadar taşırlar. Ama The Reflecting Skin zamansız olmayı başarabilen ender filmlerden biri bana göre. Üstelik genç bir Viggo Mortensen görmek de bonusu.
Ratas, Ratones, Rateros (1999): Ratas, Ratones, Rateros (Fareler, Sıçanlar, Hırsızlar); Latin Amerika’dan çıkma bir “clandestino” filmi. Adına yaraşır bir şekilde izbe batakhanelerde, tekinsiz mekanlarda geçiyor ve hırsızların sıçanlardan farksız yaşamına odaklanıyor. Latin Amerika sineması adına da son derece önemli bir film olan Ratas, Ratones, Rateros Sebastian Cordero’nun ilk filmi.
The Conjuring (2013): The Conjuring, bu senenin filmleri arasında benim için en büyük sürpriz oldu. Geçen sene de The Conjuring gibi iddialı filmler vizyone girmiş, ama sinematik açıdan birer fiyasko olmuşlardı. Ancak The Conjuring yıllardır başarılı bir örneğini göremediğimiz enfes bir perili ev filmi olarak karşımıza çıktı. Şimdiden 2010’ların en iyi filmlerinden biri olmaya da hak kazandı.
The World’s End (2013): Simon Pegg – Edgar Wright ortaklığı ve Nick Frost etkisi nasıl kötü olabilir ki? Ama itiraf etmeliyim ki The World’s End beklediğimden iyiydi. Edgar Wright ve Simon Pegg, son yıllarda İngilizlerin farklı mizah anlayışının son temsilcisi olarak karşımıza çıkıverdiler. Pek de iyi ettiler…
Mud (2013): Jeff Nichols, Sığınak ile bir anda tüm dünyanın ilgisini çekmeyi başarmıştı. Sonrasında gelen Mud, bu başarının rastgele olmadığını kanıtlıyor. Mud, ayrıca sadece bu senenin en iyi filmlerinden biri değil; aynı zamanda Jeff Nichols’un da başarısının tasdiki oldu.
Yozgat Blues (2013): Festivallerde izleyenlerin övgülerini duydukça, bir an önce vizyona girse de izlesem diye sabırsızlanıyordum. Neyse ki Yozgat Blues vizyonu gördü ve ben de evime yakın bir sinemada izleme fırsatı bulabildim. Yozgat Blues, birbirine benzeyip duran ve bu nedenle de gerçek bir karakter oluşturamayan son dönem sinemamız içinden sıyrılmayı başaran özenli bir film. Gerçekten de caz gibi bir dokusu var ve zamanı yitirmenize neden oluyor.
Zerre (2012): Zerre de tıpkı Yozgat Blues gibi bir yığın karaktersiz film arasından sıyrılan ve derdini eli yüzü düzgün ve de etkileyici bir dille anlatmayı başaran bir yapım. Çok zor izleme fırsatı bulduğum ama iyi ki de izleyebildim dediğim bir film oldu.
Prisoners (2013): Açıkçası yönetmenin bir önceki filmi olan Incendies kadar etkili ve derinize nüfus eden bir film olduğunu düşünmüyorum Prisoners’ın. Ancak bu durum, Prisoners’ın bu yılın en iyi filmlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Filmdeki ahlak çıkmazını ve adalet sorgulamasını bir yana bırakacak olursak, filmin en etkin özelliklerinden birinin setlerdeki doğallık olduğu görüşündeyim.
Jagten (2012): Ben gerçek bir Mads Mikkelsen hayranıyım. Son derece karizmatik, etkileyici falan ama öte yandan da son dönemin en yetenekli oyuncularından biri. Sadece bu bile The Hunt’ı sevmem için yeterli bir etken olabilirdi, ancak film bir film olarak da zaten fazlasıyla başarılı ve sadece bu yılın değil; 2010’lu yılların da en iyilerinden biri olacak gibi duruyor.
The East (2013): ABD yapımı bir gerilim filmi olan The East’in yönetmen koltuğunda Zal Batmanglij oturuyor. Onun gözde oyuncuları olan Brit Marling, Alexander Skarsgard ve Ellen Page başrollerde. Yapımcılarının arasında Ridley Scott’un yer aldığı yapım konusu kısaca şöyle; Sarah Boss eski bir FBI ajanıdır ve özel bir güvenlik şirketinde VIP müşterileri aktivist gruplara karşı korumaktadır. Sarah’ın son görevi ise “The East” adındaki örgüte sızmak ve onların eylemleri hakkında bilgi toplamaktır. Örgüt büyük şirketleri kendi kirli silahlarıyla vurmaktadır. Sarah bilgi toplamak için sızdığı örgütte büyük bir ikilemin içine düşecek ve kimin haklı olduğuna karar vermekte zorlanacaktır. Film yönetmenin ikinci uzun metraj filmi…
Mama (2013): Mama İspanya-Kanada ortak yapımı yönetmenliğini Andres Muschietti’nin üstlendiği, yapımcılığını Guillermo Del Torro’nun sırtlandığı başarılı bir gerilim-korku filmi. Film Muschietti’nin 2008’de çektiği aynı adlı kısa filmden alıyor ilhamını. Filmin hikayesine, cinnet geçiren bir babanın karısını ve iş arkadaşlarını öldürdükten sonra iki kızını da alıp kendini doğaya vurması ile start veriyor. Cinnetli ve acılı baba hayatına ormanda bulduğu bir kulübede son verirken çocuklar ise yeni “Mama”ları ile hayata tutunmaya çalışıyorlar ta ki amcaları onları bulup o kulübeden kurtarıncaya kadar. Ama hangi anne çocuklarından koparılmayı hoş karşılar ki! Mama korku dozu iyi ayarlanmış ve duygusu ağızda iyi bir tat bırakan başarılı bir yapım.
Maniac (2012): Yapımcılığını ve senaristliğini Alexandre Aja’nın üstlendiği, kamera arkasını yakın arkadaşı Franck Khalfoun’a emanet ettiği yapım 1980 mahsulü aynı adlı filmin yeniden çevrimi. Yalnızlığın kara deliğinde kaybolan Frank’in geçmişi, annesini ve onun üzerinde bıraktığı yıkıcı etkiyi silebilmek için gündüzlerini sahibi olduğu dükkanda cansız mankenlerini süslerken, gecelerini ise o mankenlere ilham olacak tenleri aramakla geçirmektedir. Ta ki aşkla tanışana kadar… Fakat aşk da Frank’in eski tutkusunu bastırmaya yetmeyecektir. Film başarılı bir yeniden çevrim olmasının yanı sıra bir katilin iç dünyasını layığıyla aktarmasıyla da dikkatleri çekiyor. Başrolünde seyrettiğimiz Elijah Wood ise doğru seçim olduğunu oyunculuk performansı ile sonuna kadar kanıtlıyor.
5150 Rue Des Ormes (2009): Patrick Senecal’in aynı adlı romanından uyarlanan yapımın yönetmeni Eric Tessier. Yönetmen olma hayalleri kuran Yannick bisikleti ve kamerasıyla yol alırken önüne çıkan siyah bir kedi yüzünden bisikletinden düşer ve yaralanır. Üzerini temizlemek ve taksi çağırmak umuduyla psikopat bir satranç bağımlısı olan Jacques Beaulieu’nin kapısını çalar. Hayatında yaptığı en büyük hatanın bu olduğundan habersizdir. Jacques Beaulieu adaleti kendi elleriyle sağlamanın en doğru yol olduğuna inanan bir psikopattır. Gereksiz şiddete karşıdır. Satranç sever ve kendi özel satranç setini oluşturmak gibi bir takıntısı vardır. Ailesine de kendi öğretilerini aktarmaktadır. Oluşturduğu set ise taştan değil kemik ve ettendir… Etkileyici bir konudan yola çıkan film arada bir yolunu kaybetse de seyretmeye değer…
Sound of My Voice (2011): Sound Of My Voice 2011 mahsulü 85 dakikalık bir psikolojik-dram. Hayatını öğretmenlik yaparak kazanan Peter ile hiç bitiremediği kitabını bir gün yayımlamanın hayalini kuran eski bağımlı Lorna’nın bir tarikatın peşine düşmesiyle başlıyor anlatım. Maggie adında bir kadın gelecekten geldiğine inanmakta ve onun öğretilerine sadık kalan insanları güvenli bir yere götüreceğini söylemektedir. Bir tarikatı ve müritleri vardır. Peter ve Lorna tehlikeli bir dolandırıcı olduğunu düşündükleri bu kadının ipliğini pazara çıkartmak ve çekecekleri belgeselle hayatlarına anlam katmak istemektedirler. Fakat işler umdukları gibi gitmez lakin Maggie sesiyle herkesi olduğu gibi Peter’ı da etkilemeye başlayacaktır. On bölüm halinde sunulan yapımın yönetmeni ilk uzun metraj denemesiyle adını duyurmaya çalışan Zal Batmanglij… Senaryosu ise yine yönetmen ve başrol oyuncusu Brit Marling’in ellerinden çıkma.
The Conjuring (2013): Ne kadar sonunu çok yumuşak bulsam da uzun zamandır beni en çok rahatsız eden korku filmlerinden biri olduğu için listenin en başına ekliyorum. Buram buram Amerikan korkusu tadı alıyoruz.
Maniac (2012): Remake’leri sevmeyiz ama Maniac sinemaya sırf sanat olarak baktığımızda bile çok fazla şey bulabileceğiniz bir film olmuş. Katilin gözünden beynine doğru çıkardığı yolculukta izleyeni büyülüyor.
VHS 2 (2013): Kısalardan oluşan bir film olarak hem “masterpiece” diyebileceğim hem de başarısız bulduğum filmleri içeriyor. Ancak toplamda beni eline almayı başardı. Özellikle cemaatli bölüm insanın tüylerini ürpertiyor. Toplu intihar sahnesi uzun zamandır gördüğüm en vurucu sahneydi.
The World’s End (2013): Uzun zamandır beklediğimiz işbirliği sonunda görücüye çıktı. Simon Pegg bu sefer gıcık karakteri, Nick Frost da aklıselimi canlandırması bir süre insanı şaşırtsa da robot uzaylılar mevzuya girince çılgınlık başlıyor. Esprilerde biraz kolaycılığa kaçılmış gibi geldi ama gene de eğlendirmeyi başarıyor.
Mama (2013): Kısası daha mı vurucuydu diye düşünmeden edemiyorum. Ama Mama kesinlikle hayalet filmleri arasında son 10 yılın en iyi işlerinden biri. Özellikle çocuk oyuncuların başarısı Mama’nın da inandırıcılığını arttırıyor. Dramatik son ve hayalete bakış açısı Japon korku filmlerini aratmıyor.
Sinister (2012): Yine yılın iyi korkularından biriydi Sinister. Türe belki yeni bir soluk getirmiyor ama eldeki malzemeyi oldukça iyi kullanıyordu.
Night of the Creeps (1986): Bu sene seyrettiğim en iyi zombi filmiydi kesinlikle. Bunca yıldır seyretmemiş olmama da üzüldüm. Seksenler filmlerini seviyorsanız mutlaka göz atın.
Jagten (2012): Çok sinir bozucu bir konuyu ele alan Jagten çocuk yalanlarının ne denli büyük problemlere yol açabileceğini bizlere gösteriyor. Sonunun daha karanlık bitmesini isterdim şahsen. Türkiye’de olsa zaten kısa film olurdu. Çocuk yalan söyler adam linç edilir bitti.
Oblivion (2013): Bu sene iyi bilim kurgu yaptı. Ama çoğu da beklentilerimizin altında kaldı. Yine de Oblivion’ı diğerlerinden birkaç adım üste koyuyorum. Sürprizlerini beğendim. Tom Cruise olmasa bir numaraya bile koyardım :)
World War Z (2013): Beklentimiz çok olunca tabi filmden de hayal kırıklığı ile ayrılabiliyoruz. WWZ bize zombi filminden çok bir aksiyon filmi tadı veriyor. Bunu da aslında iyi başarıyor. Brad Pitt’in saçını bile bozmadan dünyayı kurtarması ne kadar inandırıcı gelecek bilemiyorum ama seyretmeye değer.
Fish Story (Fisshu sutôrî, 2009): Dünyaya yaklaşmakta olan bir meteor insanlığın sonunu getirmek üzeredir. 1975 yılında kaydedilen bir şarkı dünyayı kurtarabilir mi? İşte bu sorunun cevabını 70’ler , 80’ler, 90’lar ve 2000’lerde anlatılan farklı hikayeler ile öğreniyoruz. Kelebek etkisine farklı bir yaklaşım. Muhakkak izlemeniz gereken çok keyifli bir film.
Lesson of the Evil (Aku no kyôten, 2012): Psikopat öğretmen konusunun ailemizin psikopat yönetmeni Takashi Miike tarafından yorumlanışı. Geçmişi karanlık yeni lise öğretmenimiz, onun davranışlarından şüphelenen bir diğer öğretmen ve kan banyosuna kurban giden genç lise öğrencileri. Baştan sona kan gövdeyi götürüyor. Yönetmen Miike’nin en iyi filmi olmasa da yine de izlenebilir düşüncesindeyim.
Pain & Gain (2013): Pain & Gain yeni bir keşif değil. Vizyon filmi ama Michael Bay’in bol patlama içermeyen en düşük bütçeli filmi olduğu için listeme dahil ettim. 3 akılsız akıllının gerçek hayat hikayeleri bu kadarı da olmaz dedirten cinsten beyaz perdeye aktarılmış. Bay, 90’ların havasını ve adamların hikayesini bence iyi kotarmış. Çok şey beklemeden izlerseniz güzel vakit geçireceğinize eminim.
Blind Detective (Man Tam, 2013): Benim gibi dedektiflik hikayelerini seven birisiyseniz yönetmen Johnnie To’nun Blind Detective’i tam size göre. Suç , romantizm ve üstüne güzelce harmanlanmış slapstick komedi. Görme yetisini kaybettikten sonra polislikten ayrılan dedektif Johnston ile bir banka soygununda denk geldiği güzel dedektifimiz Ho’nun ortaklığını izliyoruz. İkilimiz başta tek bu olaya odaklanmış olsa da film ilerledikçe birkaç ilginç vaka ile daha karşılaşıyorlar. Negatif eleştirilerine rağmen Hollywood tarzından bıkanlar için ideal.
Drug War (Du Zhan, 2012): Drug War yönetmen Johnnie To’nun külliyatında Blind Detective’den önce yönettiği film. Yakalanıp ölüm cezasına çarptırılan uyuşturucu patronu Timmy Choi cezadan kurtulmak için polislerle iş birliği yapar. Anlaşma gereği uyuşturucu kartelinin başındaki büyük patron “Uncle Bill”i polisin yakalamasını sağlayacaktır. Bunun için büyük bir gizli operasyon başlatırlar. Yönetmen Johnnie To’nun elinden usta işi bir kedi-fare oyunu. Uzakdoğu sineması sevmeseniz bile bir şans vermeniz gereken film Drug War.
A Band Called Death (2012): “Death diye bir grup” deyince, bizim aklımıza Florida’nın bağrından kopmuş, Chuck Schuldiner efsanesiyle özdeşleşmiş death metal grubu geliyor. Ama onlardan önce 1974 yılında üç siyah kardeşin kurduğu, “punk’tan önce punk” yapan bir grubun layığıyla bu adı üstlendiğini gösteriyor Covino ve Howlett’ın belgeseli bize. Anvil: The Story of Anvil ekolünden bu filmde, Sex Pistols ve Ramones’dan önce, müzikal tavırlarıyla punk müziğe öncülük etmiş fakat bir türlü başarı yakalayamış ustalara iade-i itibara girişiliyor.
Antiviral (2012): Oğul Cronenberg bu debut filminde, babasının izinden gidip body-horror’da iddialı olduğunu gösteriyor. Yakın gelecekte şöhret hastalığı öyle bir raddeye gelmiş ki, hayranlar ünlülerin hastalıklarını bedenlerine zerk eder hale gelmişler. Kan kusma sahnelerinin sayısı gereğinden fazla gibi, ama onun da seveni var tabii, anlayış gösteriyoruz.
Filth (2013): Irvine Welsh kitaplarından uyarlanmış en iyi ikinci ya da üçüncü uyarlama – Acid House’la kapışıyorlar. Bebek yüzlü James McAvoy’un 45 yaşında alkolik ve ahlaksız bir detektife dönüşmüş olması etkileyici. “Sex, Drugs, Law Enforcement”. Cinayetten çok deliliğe odaklanan bir polisiye.
Thanatomorphose (2012): Bu seneki ikinci Body Horror güzelliği, ilkine göre daha mikro bir yapım: tek, kapalı mekan. Başrolde bedeni yaşarken hızla çürüyen ve eş zamanlı olarak libidosunda artış gözlenen bir kadın var. Midesi sağlam olmayanlar izlemesin.
Resolution (2012): Benson ve Moorehead’den gizemli, güzel tempolu, komik ve ürperticilik dengesini iyi tutturan bir film. Uyuşturucu bağımlısı arkadaşına yardım etmek isteyen Michael, kızılderili topraklarında mahsur kaldıkları kulübede türlü acayip olayın kaynağını bulmaya çalışıyor. Bu ikili gelecek için ümit vaad ediyor.
Found. (2012): Bir roman uyarlaması. Abisinin dolabında kesik insan başları bulan, çizgi roman ve korku filmleri meraklısı bir genç ergenin kabusa dönen hikayesi. Uç derecede şiddet, gore, nekrofili… Son 10 dakikasında her şey öyle çığrından çıkıyor ki, tokat yemişe dönüyorsunuz.
Poor Little Rich Girls (2013): Alex Munt ve Jack Sargeant’ın yazdığı ve Munt’ın yönettiği, Gracie Otto’nun başrolünde oynadığı bu pop art filmi. Warhol’un 1965 tarihli, Edie Sedgwick’li filmi Poor Little Rich Girl’ün yeniden çevrimi. Anlatısal değil, bir izlenimin peşinden giden bir film. Bir otoparkta gerçekleşen ön gösteriminde izlediğim filme Velvet Underground soundtrack’inin yanında viski eşlik edince, benzersiz bir deneyime dönüştü benim için.
John Dies At the End (2012): Acayip fikirlerin dolup taştığı, uyuşturucu kafası, zaman yolculuğu, ölümün ötesinden gelen telepatik iletişim, boyutlararası yolculuk, garip yaratıklar ne ararsanız var bu korku/komedi filminde. Bu kadar çok öğe olunca harmanlanması biraz zor olmuş. Akla Bill and Ted’s Excellent Adventure’ı getiriyor gibi, ama onun sürrealitesini 11’e çevirmişler, öyle düşünün.
Magic Magic (2013): Paranoya hakkında enfes bir hikaye. Senaryosu, kurgusu, tuhaf sonuyla tıkır tıkır işleyen çok iyi bir bağımsız film.
Big Joy: The Adventures of James Broughton (2013): San Franciscolu şair ve sinemacı James Broughton’un hayatını anlatan bir belgesel. Beat Kuşağı ve San Francisco Rönesansının öncülerinden, deneysel filmleriyle kazandığı başarıyla Hollywood’un kapılarını açmak üzereyken elinin tersiyle itmiş, hayatını “büyük neşe”yi bulmaya adamış Broughton’ın ilginç hayatı arşiv görüntüleri ve arkadaşlarıyla yapılmış röportajlarla anlatılıyor.
The Act of Killing (2012): Bu sene Searching For Sugarman çok konuşuldu ama bence Joshua Oppenheimer’ın belgeseli The Act of Killing gerçekten bugüne kadar izlediğim her şeyden çok daha farklı bir tecrübeydi. İnsanın karanlık doğasına hiç bakmadığım bir yerden bakmamı sağlayan film, söylerken kulağa çok garip geliyor ama bir anlamda işkence ve cinayetle barış yapmanızı sağlıyor. Fritz Lang’ın M’i (1931) ilk izlediğimde kendimi bir çocuk katiline acırken bulduğumda tüylerim ürpermişti. The Act of Killing’i ancak bu şekilde açıklayabilirim sanırım. Daha da karanlığa dalmak isteyenlere, üzerine izlemek için de VICE’ın Cannibal Generals of Libeira belgeselini öneririm.
The Hunt / Jagten (2012): Aynı olaylar bir Ortadoğu veya Güney Amerika ülkesinde yaşansa, daha filmin 15. dakikasında herkesin birbirini öldüreceği olayları, İskadinav soğukluğu ve medeniliğiyle anlatan filmdeki rolüyle, Mads Mikkelsen, 2012’de Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Ufak bir Danimarka kasabasında çocuk taciziyle suçlanan bir babanın hikayesi…
Spring Breakers (2012): Harmony Korine eski formuna geri dönmekten de öte, müthiş bir iş çıkarmış bu sefer. Spring Breakers, isminin ve başrol ouncularının yarattığı beklentinin aksine kocaman bir style-over-content (içerik-değil-tarz) filmi. Başlı başına bir popüler kültür hicvi. Filmin pornografik denebilcek ışıkları, temposu, montajı, renkleri ve müzikleri (Cliff Martnez ve Skillrex bir arada) baştan çıkarıcı. James Franco çok iyi. Kafanız iyi izlerseniz daha da iyi.
Only God Forgives (2013): Bir Danimarka Fransız ortak yapımı olan film, yönetmen Nicolas Winding Refn’in Ryan Gosling’le Drive’dan (2011) sonra ikinci filmi. Tayland’da öldürülen ağabeyinin izinde bir adam, manyak anneleri ve acımasız bir suç dünyası… Sırf atmosferi ve müzikleri yeter… Soundtrack bir Cliff Martinez harikası. Şehirlerarası yolda arabada tek başına dinlemek lazım.
Prisoners (2013): İlk filmi Incendies (2010) ile büyüleyen Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, bu yıl iki film birden çıkardı. İkisi de ilk 10’umda! Başrollerinde Hugh Jackman ve Jake Gyllenhall’un oynadığı Prisoners hem çok mütevazi, hem aşırı iddialı, acımasız bir kaçırılma hikayesi. Kızı kaçırılan bir baba, mükemmelliyetçi bir dedektif ve Primal Fear’ı (1996) andıran bir katil kim hikayesi.
Enemy (2013): Denis Villeneuve’ın bu yılki ikinci filmi David Lynch ve Cronenberg’in 90’lardaki işlerini anımsatan müthiş bir mindfuck! Çok güzel, sakin ve açıklaması zor bir film. Anlamaya çalışmaktansa kendinizi akışına bırakmanız gereken filmlerden. Lost Highway (1997) gibi… Jake Gyllenhall’ın tesadüfen farkettiği, kendinin aynısı başka bir insanın gizemini çözmeye çalışmasını anlatan film, araya serpiştirdiği sürreal, erotik ve böceksel pencerelerle çok garip bir dünyaya açılıyor. Benim için bu yılın en iyi filmi! Sitges’de festival kapsamında izlediğim filmi bir daha izlemek için can atıyorum.
Evil Dead (2013): Tıpkı geçen seneki muhteşem Maniac (2012) gibi, Evil Dead de remake nasıl yapılırın dersi olabilecek filmlerden. Tam bir heavy metal ruhu! Tam bir kan banyosu. Hem orjinalinin ruhuna sadık kalan, hem de günümüzün enerjisini ve esprisini yakalamayı başaran saf bir gençlik korku filmi. Herkese hitap edecek bir film değil. Gerçek bir gençlik filmi :)
Cheap Thrills (2013): Millet hala Hangover’a güledursun, uzun süredir izlediğim en ‘piç’ komedi filmi Cheap Thrills. Ufak ama harika sürprizlerle, tek bir gecede geçen film, Sİtges’de salonu gülmekten yerlere yatırdı. Ama bir yandan da bazı sahnelerde ekrana bakmakta zorlanacağınızı baştan söyleyeyim. Arkadaşlarınızı toplayıp izlemeceli.
Kon-Tiki (2012): Eğer Life of Pi (2012) için Avatar (2009) gibi deniyorsa, Kon-Tiki için District 9 (2009) gibi diyebiliriz. 1947’deki gerçek bir olayı anlatan Norveç yapımı film, okyanusun ortasında görsel efekt mi değil mi anlamakta çok zorlanacağınız inanılmaz sahnelerle dolu müthiş bir deniz filmi. Korkunç fırtınalara karşı, sadece tek bir salla o güne kadar çıkılmamış bir yolculuğun hikayesi…
Pain & Gain (2013): Sanırım Pearl Harbor’dan sonra yemin etmiştim bir daha Michael Bay filmine gitmeyeceğime… Ancak bir arkadaşımın ısrarı sonucu, Mark Whalberg’in hatrına izlemeye başladığım Pain & Gain, nerdeyse bu yıl en sevdiğim film olabilir. Damarlarına fosforlu yeşil renkte bir enerji içeceği enjekte edilmiş bir Coen Borthers veya Tarantino filmi gibi bir şey düşünün. Tony Scott ve PT Anderson karışımı bir sinematografiye sahip. Çok zengin olmak isteyen 3 gerizekalı body’cinin akılalmaz gerçek hikayesi!
Behind The Candelabra (2013): Tarz ve kostüm olarak Zeki Müren’in örnek aldığı adam olduğu söylenen Amerikalı TV megastarı Liberace’nin gerçek hayatından bir kesit. Bir karakomedi. Yönetmen Steven Soderbergh’in 13 yıldır gerçekleştirmeye çalıştığı filmde başrolde Michael Douglas inanılmaz bir performans ortaya koyuyor. Liberace’nin seks oyuncağı sevgilisi rolünde Matt Damon da bir o kadar iyi ve hatta korkutucu. Hollywood stüdyolarının “fazla gey” olduğu gerekçesiyle reddettiği film galasını bir Amerikan televizyon kanalı olan HBO’da gerçekleştirdi.
V/H/S/2 (2013): Korku antolojisi geleneğini geri getiren film, günümüzün teknolojisini ve esprisini çok iyi yakalamış harika bir modern korku tüneli gibi. GoPro ve diğer aktüel kamera kullanımları çok akıllıca! 5 bölümün 5’i de ayrı ayrı çok keyifli ve heyecanlı. Özellikle The Raid (2011) filminden tanıdığımız Gareth Evans’ın Endonezya’daki dini fanatik kült korkusu muhteşem bir şey olmuş! İlk filmden bir iki gömlek daha iyi olmayı başarabilen nadir korku filmlerinden biri…
Yılın en büyük hayal kırıklığı:
Sapi (2013): Kinatay/Butchered (2009) filmiyle Cannes’da en iyi yönetmeni alan Brillante Mendoza’nın, yeni filminin bir korku filmi olacağını duyunca heycanım 10 katına çıkmıştı. Ancak tempo, atmosfer ve müzik becerilemeyince bir Cannes ödül sahibi de Hasan Karacadağ seviyesine inebiliyormuş meğer…
Yılın en garip filmi:
The Demon’s Rook (2013): Bir grup çılgın ilkokul öğrencisinin ellerine kamera alıp film yapmaya çıktıklarını düşünün… He-Man’in sinema uyarlaması olan Masters of The Universe (1987) filmini alın, içine Lucio Fulci, Jason Eisner ve en iyi en kötü film olan Troll 2’yu (1990) boca edin. Sonuna kadara dayanabilirseniz beyninizi içinize akıtacak bir tecrübe yaşayacaksınız.
Çok merak edip, ama daha izlemediklerim: Gravity, Blue is The Warmest Color, God Loves Uganda.
En sevdiğim ilk 3 Türk filmi: Zerre (2012), Yozgat Blues (2013) ve Küf (2012).
Geleneksel hale gelmiş Öteki Sinema keşifler listesine o yıl izlediğim bende etki bırakan filmleri eklerim. Bu yıl 2013 yapımı filmleri izlediğim bir yıl oldu ancak çoğu keşiften ziyade o yılın beklenen filmleri idi. O yüzden ben de bu yılki listeme uzun süredir beklettiğim ama bu yıl izlediğim 2013 dışı filmleri ekledim. Böyle listelerin yararlı olduğuna inanırım mesela Anvil, Can Evrenol’un bu listelerde tavsiye ettiği ve o tavsiyeden yola çıkarak izlediğim bir film idi…
Anvil! The Story of Anvil (2008): Yıllardır arkadaşlarım izle izle izle der dururdu sonra Can’ın tavsiyesi de eklenince izlenecekler listeme almıştım. İzlemek bu yıla kısmetmiş. Müzik rock n roll ve beğenilme konusunda pek çok soru işaretlerini de yanında getiren ve abartmıyorum her müzik aşığının izlemesi gerektiğini düşündüğüm bir belgesel ve gerçek bir film…
The Prestige (2006): İzlenecek filmler listesine aldığım ama hep geciktirdiğim bir filmdi. Keşke daha önce izleseydim dediğim bir film oldu. Sen hala onu izlemedin mi diyeceğiniz bir filmdir sanırım. Bu yıl bende etki bırakan bir film oldu.
Das Boot – Director’s Cut (1981): Aslında bu filmi video kasette izlemiştim ama üzerinden 20 yıldan fazla geçmiş. 30 ve yukarı yaşlardaki herkese özellikle 20 yaşina kadar izlediğiniz ve daha sonra izlemediğiniz bazı filmleri yeniden izlemelerini tavsiye ediyorum. Bu konuda das boot bende oldukça olumlu bir tad verdi sanki filmi yeni keşfetmiş gibiydim. Savaş filmi seven herkese tavsiyemdir. Tabi bir de director’s cut 50 dakika daha uzun, bambaşka bir film tadı veriyor.
Invasion USA (1985): Bu yıl Chuck Norris’in izlemediğim filmlerini elden geçireyim dedim. Invasion USA gibi bir cehveri nasıl olmuş da atlamışım diye üzüldüm. Bu film bir Chuck Norris filminden ne bekliyorsanız o. Ayrıca Amerika’nın işgal edilmesi konusunda Amerikalıların paranoyalarını 2000’li yıllarda irdelemek için oldukça güzel fırsat… Nereden nereye gelmişiz… Patlamış mısır, kola ve en az 3 Aradam eşliğinde izlemeniz tavsiye edilir, pause tuşuna basmayın gerek yok bırakın film aksın.
Total Recall (2012): Geçen yıl Öteki Sinema’da remake olayı üzerine zehir zemberek bir yazı yazmıştım. Özellikle de Total Recall filminin yeniden çekilmesinin çok saçma olduğunu düşünüyordum. Önyargılarımı bir kenara atıp filmi bu yıl izlemeye karar verdim. Tamam, Arni’li Total Recall filminin hala benim için yeri ayrı ancak Colin Farrell’lı bu yeni filmin hakkını yememek lazım. Eski filmi sevip de bu filme mesafeli duranlara da bir çağrı bu. Tabi hala filmin isminin farklı olması gerektiğini savunuyorum.
Only Lovers Left Alive (2013): Malatya Film Festivali’nde izleme şansı elde ettiğim Jim Jarmusch’un bu filmi, benim için senenin en keyif verici deneyimi oldu. Müzikleri, karamsar atmosferi ve görüntüleriyle sizi ilk sekanstan itibaren alıp götüren Only Lovers Left Alive genel hatlarıyla, Adam ve Eve isimli iki vampirin yaşamlarını konu alıyor. Biri Detroit’te, diğeri de Fas’ta yaşayan bu iki aşık vampirin bohem hayatları, Eve’in kardeşinin beklenmedik gelişiyle bir anda değişiyor. Only Lovers Lef Alive, belki Jim Jarmusch filmografisinin en iyisi değil ama en unutulmazları arasında yer alacağı kesin…
Inside Llewyn Davis (2013): 1690’ların Amerika’sında, Llewyn Davis (Oscar Isaac) isimli bir folk müzik şarkıcısının ayakta kalma çabasından bir haftalık kesit sunan Inside Llewyn Davis, esas itibariyle Brooklyn’li blues ve folk sanatçısı Dave Van Ronk’ın hayatından esinleniyor. Folk müzik aşıklarını kalbinden vuracağına emin olduğum film, Coen Kardeşler’in en farklı işleri arasında yer aldığı için kimi zaman eleştirilse de, bana göre senenin sessiz ama iddialı filmlerinden biri…
Jagten (2012): İşte tüm sıradanlığıyla karşınızda durup, sizi yerle bir eden filmlerden biri daha. Tamamıyla kitle psikolojisi üzerinden anlatılan bir çocuk istismarı vakasının, toplumsal önyargılara ve bireyler üzerindeki etkisine değinen filmin bu denli etkileyici olmasında, Mads Mikkelsen’ın müthiş oyunculuğunun payı büyük. Danimarka yapımı Jagten, küçücük bir şüphenin, ne boyutlara varabileceğini gösteren sarsıcı bir film. Kaçırmayın!
Like Father Like Son (2013): Çocuklarının yıllar önce hastanede karıştığını öğrenen bir anne ile babanın başına gelenleri konu alan Like Father Like Son, ilk dakikasından itibaren sizi “kan bağı ne kadar önemlidir?” sorusuyla baş başa bırakıyor. Ataerkil toplum yapılarına göndermelerle dolu bu Japon filmi, aynı zamanda boğazınızda yumru oluşturan naif diliyle de dikkat çekiyor.
La Migliore Offerta (2013): Guiseppe Tornatore’nin, senaryosuyla göz dolduran filmi, duru anlatımına karşın, son dakikasına kadar sürükleyiciliğini kaybetmemeyi başarıyor. Sürpriz sonları sevenler için biçilmiş kaftan olan La Migliore Offerta’ya, sadece Geoffrey Rush’ın müthiş oyunculuğuyla bile hayran kalmanız mümkün.
El Cuerpo (2012): Yine harika bir İspanyol işi film daha… Müthiş kurgusuyla, her an diken üstünde oturtan sürükleyiciliğiyle ve muazzam finaliyle harika bir gerilim filmi El Cuerpo. Oriol Paulo’nun ilk uzun metrajı olan bu film, 2013’ün sinemaseverlere en güzel hediyelerinden biri. Şiddetle tavsiye edilir.
Listede yer alan filmlerden Öteki Sinema’da incelemesi bulunanlara doğrudan link verme işlemi de tamamlanmıştır. İncelemelere ulaşmak için filmin ismine tıklamanız yeterli.