2015 yılını da yiyip bitirdik. 2008 yılından beri her sene sonunda düzenli olarak yayınladığımız keşifler listemizin de zamanı geldi. Öteki Sinema yazarlarının bütün bir yıl boyunca izledikleri filmler arasından yapım yılı gözetmeksizin seçtiklerinden oluşan geleneksel yıl sonu keşifler listemizi okurlarımızla paylaşmak bizi her seferinde heyecanlandırıyor. ‘İzlemediğiniz her film, yeni filmdir‘ sloganımız eşliğinde “Öteki”cilerin 2015 Yılı Keşifleri listemizi ilginize sunuyoruz. İyi okumalar…
Not: Listeler yazarların listelerini gönderme sıralarına göre sunulmuştur.
Ubaldo Terzani Horror Show (2010): Düşük bütçesi nedeniyle teknik konularda birtakım eksiklikleri bulunmasına rağmen haddini bilen, mütevazı bir film. Yetmişli ve seksenli yılların İtalyan korku filmlerini özleyenlerin mutlaka uğraması gereken bir durak.
Pet Peeve (2013): Masaaki Nakayama’nın aynı adlı manga serisinden uyarlanan filmin konusundan bahsetmek çok kolay bir iş değil çünkü ortada öyle alışılageldik bir olay örgüsü yok. Olan bitenin tam olarak açıklanmadığı, hemen her şeyin ucunun açık bırakıldığı filmleri sevenler kaçırmasın.
Medium (1985): Kieslowski’nin favori oyuncularından Jerzy Stuhr’un da rol aldığı Polonya yapımı Medium, adından da anlaşıldığı üzere parapsikoloji ve büyü gibi olguları merkezine alan, zaman zaman polisiyeye de göz kırpan, ağır tempolu ama yüksek gerilimli bir film. Pek fazla bilinmiyor ama sinema tarihinin tozlu rafları arasına gizlenmiş bir mücevher gibi parlamaya devam ediyor.
Mud Zombies (2008): Brezilya yapımı Mud Zombies, düşük bütçeli korku filmlerinde görülen dezavantajların neredeyse hepsine eksiksiz olarak sahip ama çok önemli bir avantajı var; Güney Amerika’nın eşsiz özelliklere sahip nehir ve bataklık bölgesini mekân olarak kullanması. Filmin bütününe sinen kirlilik ve pislik duygusunun da baş aktörü olan mekân, filmin açık ara en önemli cazibe noktasını oluşturuyor. Aynı Hard to be God gibi pislikten boğulma hissi yaratmayı başaran hastalıklı zombi filmi herkese göre değil.
Izbavitelj (The Rat Savior, 1976): Yönetmenliğini Krsto Papic’in üstlendiği, Yugoslavya yapımı Izbavitelj, They Live ile Bruno Mattei’nin Rats‘inin Kafkaesk bir evrende bir araya gelmiş hali şeklinde tarif edilebilir. Tuhaf bir tarif olduğunun farkındayım ama emin olun, sağlam bir sistem eleştirisi yapmayı da ihmal etmeyen Izbavitelj, bütünüyle tuhaf bir film.
Nina Forever (2015): İngiliz Blaine kardeşlerin filmi, bir korku filmi olarak etiketlenmiş olsa da, daha çok aşırı kanlı bir ilişki/kıskançlık/sadakat alegorisi olarak öne çıkıyor. Eski sevgilisini bir trafik kazasında kaybeden genç adam, yeni takıldığı kızla her seks yaptığında yataktan kanlar içinde eski sevgilisinin ruhu çıkarak onlara musallat oluyor. Çok seksi ve dokunaklı. Yönetmenlerini de ayrıca şahsen tanışıp sevdiğim için yılın favori filmi benim için diyebilirim.
Inside Out (2015): Uçakta 2 kez izleyip, gözyaşlarımı tutamadığım bir psikanalitik Pixar/Disney animasyonu! Küçük bir kızın kafasının içinde, kontrol panelinin önündeki 5 ayrı karakteri – Zevk, Hüzün, Sinir, İğrenme ve Korku – hayatım boyunca aklımdan çıkaramayacağım herhalde. Hem çocuklar için inanılmaz şeker ve eğlenceli, hem her yaş için derin bir felsefe barındıran çok özel bir film.
Sarmaşık (2015): Tolga Karaçelik’in bir kargo gemisinde hapis kalan 5 karakterle yarattığı drama ve gerilim, ülkenin içinde bulunduğu durumun bir alegorisi adeta. Bazen çok komik, bazen çok gergin, hem de çok trip. Etkisinden kurtulamadım. Çok alaturka ve çok evrensel. Bu yılki favori Türk filmim Abluka‘dan bile daha çok beğendim sonunda.
Hardcore (2015): Müzisyen Ilya Naishuller’in ilk uzun metrajı, janr sinemasında tarihe geçecek bir deneme olmuş. Baştan sonra POV (1. şahıs) kameradan giden bir film ne kadar eğlendirse de bir yerden sonra sıkabilir diye düşünüyordum. Ama filmin temposu, espri anlayışı, zekası ve müzikleri Harcore’u çok özel bir aksyon eğlencesine dönüştürmüş. Bomba!
Der Bunker (2015): Eski bir yeraltı sığınağında yaşayan Lynch-vari bir ailenin yanında bir oda kiralayan yalnız bir adamın hikayesi. Yer yer Bob Balaban’ın Parents filmini hatırlatan aşırı garip, Freudyen bir karanlık komedi. Ben çok sevdim. Herkes sever mi bilmem.
Son 4 ayda izleyip çok sevdiğim diğer bazı filmler: Love 3D, Doglegs, Darling, Remake Remix Ripoff, Youth, Cop Car, Abluka, Mustang, Slow West, River, Witch, Girls Lost, Beasts of No Nation, A Girl Walks Hone Alone At Night, We Are Legion
Mad Max Fury Road (2015): Bu yıl aksiyon ve bilimkurgu sinemasında feminist karakterlerin istilası söz konusu. Hatta Keeping Room gibi feminist westernler ya da The Homesman gibi kadın hikayelerine eğilen westernler bile gördük. Bence facia olan Terminator Genisys’te de bir zamanların kurtarılması gereken Sarah Connor’ı şimdinin kurtarıcısı oluyordu. Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ama Mad Max Fury Road, çok özel bir yerde duruyor. George Miller’ın çölde vaha etkisi yaratan ve iyi bir aksiyona duyulan açlığı yok eden şaheseri Mad Max Fury Road, çorak topraklarda kurulmuş eril bir barbarlık düzenine karşı dişil bir çözüm öneriyordu. Film sadece konusu olarak değil, artık izleyiciyi bıktıran gereksiz CGI kullanımından uzak durduğu için ve görkemli, bol toz toprak içeren sahneler yarattığı için de bu yılın en iyilerinden.
Goodnight Mommy (2015): Daha ilk sahne ile içine çeken, son derece inandırıcı karanlık atmosfer ile nefes aldırmadan kendini izlettiren ve her bir köşesinden sürprizler fırlayan senenin en çarpıcı filmlerinden biri. Özellikle orta karar Amerikan korku sinemasının defalarca benzerlerini işlediği bir konusu var. Ancak ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen gayet başarılı bir iş çıkaran Veronika Franz’ın Goodnight Mommy’si, bu hep anlatılagelen konunun özünü son derece orijnal bir dille ve son derece özgün bir bakış açısıyla anlatıyor. Goodnight Mommy, üstüne çok farklı sözler söylenebilecek, defalarca izlenip hep farklı felsefelere uçulacak bir film.
It Follows (2015): Senenin en iyi korku filmi. Hatta söz konusu olan Amerikan sineması olduğunda, belki son birkaç yılın en iyi korku filmi. Amerikan sineması, korku türü söz konusu olduğunda en güzel örneklerini benim “küçük kasaba korkusu” olarak adlandırdığım kendine has bir özel bir türde verdi. Bu klostrofobik bakış açısıyla yaratılan filmlerde küçük kasabada ergen olmak ve cinsellik genelde sırt sırta yürürlerdi. Ama Amerikan sineması son dönemde bu türde ne yeni bir klasik çıkarabildi, ne de daha yenilikçi bir eser. İşte It Follows, o eksiği çok güzel doldurdu. İyi oyunculuklar, iyi bir yönetmenlik ve şahane bir korku faktörü ile bilinçaltından bilinçüstüne doğru dehşetengiz bir serüven yaşattı. Bastırılmışlıklar, klostrofobi, cinsellik ve 80’ler korku sineması… Daha ne olsun.
Timbuktu (2014): Suriye İç Savaşı ile radikallik ve dinsel terörizm birkaç yıldır kapımızın dibinde yaşanıyor. Müslüman dünyasının ortaçağı başladı ve gümbür gümbür yayılıyor. Fransa’daki bombalı saldırı, deyim yerindeyse bu işin vitrini olup en çok ilgiye mazhar olmuş olsa da, özellikle Ortadoğu ve Afrika, sıklıkla bu yeni barbarlıktan nasibini alan kara parçaları. Mali de onlardan biri. Bir anlamda, yaşadığı dehşet söz konusu olduğunda, yanıbaşımzıdaki Suriye’den bir farkı yok… Timbuktu, dikkat çektiği konunun yanı sıra, dili ve etkileyici görselliği ile de yılın en iyilerinden. Tüm o barbarca icra edilen eylemlerin ve yokoluşa rağmen, şiirsel dilini muhafaza eden önemli bir yapım.
Rome, Open City (1945): Bir çok usta yönetmenin en iyiler listesinde yer alan bu filmi sonunda izlemiş olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Filmin yönetmeni İsabella Rossellini’nin de babası olan Roberto Rossellini. Rome, Open City II. Dünya Savaşı sırasında 1944 yılında Nazilerin Roma işgalini ve o işgale karşı geliştirilen direnişi anlatan yeni gerçekçi bir film. Önemli olan şu ki film çekildiğinde savaş biteli henüz bir yıl bile olmamış ve savaşın izleri son derece taze. Savaşın atmosferi sokaklarda, oyuncularda, tüm elemanlarıyla şehrin henüz bizzat üstünde bulunuyor yani. Hatta bazı sahnelerin henüz işgal sürerken kameralar gizlenerek çekildiği söyleniyor. Üstelik oyuncular arasında Nazilere karşı direnişe bizzat katılmış direnişçiler de bulunuyordu. Bir filmden çok bir belgesel, tarihi bir belge izliyor gibi hissediyorsunuz. Hatta adeta zaman makinesi ile geçmişe, II. Dünya Savaşının hemen sonlarına bakıyorsunuz. Şunu da unutmamak lazım, aynı yıllarda II. Dünya Savaşını konu alan pek çok başka film de çevrildi. Ama çoğu stüdyolarda, savaşı hiç yaşamamış insanların canlandırdığı filmlerdi.
Bu sene hem genel, hem de tür sineması olarak çok zengin geçti: karşımıza eski ustaların yeni eserlerinden tutun da, bir sürü şaşırtan yeni yönetmene kadar çok zengin bir sinema yelpazesi çıktı. Aşağıdaki listeyi yaparken oldukça zorlandım. Her zamanki gibi hatırlatmak isterim ki bu 5 film hiçbir önem, sıra vs taşımamaktadır, sadece benim için bu senenin 5 keşfini temsil eder.
Assassination Classroom (2015): Eğer Cannes’da en sevdiğim filmin bir manga’dan adapte edilmiş VFX-ağırlıklı bu film olacağını söyleseydiniz, sanırım size gülerdim ama inanılmaz bir şekilde öyle oldu. Çok popüler bir manga’dan uyarlanan bu ilk kısım sanki John Hughes ve Japon sinemasının evladı gibi. Ayı yok ettikten sonra Dünya’yı hedef alan bir uzaylı yaratık, Dünya’ya bir teklif sunar: eğer onun Japonya’da kaybedenlerin oluşturduğu bir sınıfa öğretmenlik etmesine izin verilirse, o da çocuklara kendini öldürme yöntemlerini öğretecektir. Sırf enerjisi ile yaklaşık 10 filme örnek olabilecek ‘Assasination Classroom’, Koro-Sensei’de bize VFX ve kukla’nın muhteşem birleşimini gösteriyor ve senenin en unutulmaz karakterine imza atıyor.
The Witch (2015): Robert Eggers’in sarsıcı korku filmi, Arthur Miller, Salem Cadı Davaları ve Virginia Woolf’dan Kim Korkar’ın sarsıcı evladı gibi. Kendi toplumlarından dışlanan Hristiyan bir aile, beş çocukları ile kendilerine bir ormanın kıyısında yeni bir yaşam kurmaya çalışır ama bir süre sonra paranoya, hırs, kin, ihtiras ve diğer korkunç insani duygular aileyi paramparça etmeye başlar. Neredeyse tamamı 19. yüzyıldan kalma tarihi belgelere dayanan diyaloglar, inanılmaz bir cast ve senenin en iyi doruğu, ‘The Witch’ i unutulmaz bir deneyim yapıyor.
February (2015): Osgood Perkins’in ilk film denemesi ‘February’ seyirciye akıllı bir korku filmi nasıl yapılır hatırlatmak için çizilmiş bir nevi plan. Kış tatilinde yatılı okulda vakit geçirmek zorunda kalan iki kız öğrencinin hikayesi , arabaları ile seyahet eden bir çiftin öyküsü ile paralel şekilde yürür. Yavaş yavaş bu iki olayın birbiri ile iç içe olduğu ve olayların arkasındaki gerçek ortaya çıkacak ve seyirci hiçbir zaman filmin vardığı noktayı unutmayacaktır: akıllı, duygusal olarak zeki ve tamamiyle melankolik ‘February’ bize yalnızlığın da bir nevi korku olduğunu çok sarsıcı bir şekilde hatırlatır.
Youth (2015): Paolo Sorrentino tekrar merceğini hayatın önemli sorularına çevirince, ortaya çıkan başyapıt hem 2015’in hem de sinemanın en iyi filmlerinden biri olmaya aday. Emekli bir bestekar ve arkadaşı bir yönetmenin İsviçre’de bir istirathanede geçirdikleri zaman üzerinde yola çıkan ve hayatı bütün yönleri ile sorgulayan bu film, kibirli olmadan derin ve sulu olmadan komik olmayı başaran nadir eserlerden biri. Son 10 dakikası en taş kalpli insanı bile üzebilecek kadar güzel olan ‘Youth’, bu senenin en iyilerinden biri.
Blind Sun (2015): Joyce A. Nashawati’nin yeni filmi ‘Blind Sun’ belki de çok uzakta olmayan bir nevi distopik bir Dünya’da geçiyor. Yunanistan’da bir sıcak hava dalgası su kısıntılarına yol açmıştır. Nereden geldiği belli olmayan bir yolcu Fransız bir aile tarafından villalarını korumak için işe alınır ama beklenilen tehlike aslında ona çok daha yakındır. Boğucu bir atmosfer ve yavaş yavaş tamamı ile kaybolan bir karakter bir araya gelince ortaya çıkan yolculuk hem karanlık, hem de inanılmaz sarsıcı olabiliyor. Joyce A. Nashawati’nin bu ilk filmi çok umut vadediyor ve kendisinden inanılmaz işler çıkacağının bir nevi garantisi olarak görev alıyor.
The Tribe (2014): Sık karşılaşmadığımız türde bir ”sinema deneyimi”, o yüzden en üstte. Hakkında yazmaya başlarsam kendimi durdurmam zor olacak. Gençlerin sessizce toplandığı, kalabalığa rağmen sadece hışırtıların duyulduğu o sessiz sahneyi ve daha pek çok yerini unutmak kolay olmayacak. Olmasın.
B-Movie: Lust & Sound in West-Berlin 1979-1989 (2015): IMDB notlarını epeydir çok ciddiye almıyorum ama şu güzelim belgesele ”7.9” verilmesine kadehimi kaldırabilirim. Berlin şehrini ve müziğini önemseyenler için müthiş bir belge, eşsiz bir nostalji. Çıtır Nick Cave’in bir silah ve incille paylaştığı küçük odasını unutmak mümkün mü?
Amy (2015) + Cobain: Montage of Heck (2015): Bir süredir besteci bir arkadaşımla beraber müzik (aslında daha çok ses) üzerine bir belgesel projesi geliştiriyoruz. Şu iki belgeseli ders gibi izledim desem yalan olmaz. Şöhret endüstrisinin aslında ne kadar karanlık olduğunu, ”fan” olmanın da pek masum olmadığını hatırlatan önemli işler.
Sarmaşık (2015): Festivalscope platformu sayesinde epey erken izleme fırsatı buldum ve izlediğim günden beri çevremdeki insanlara, şaşırtıcı derecede iyi bir filme hazırlıklı olmalarını söylüyorum. Neden mi? Göze sokulmayan bir derdi var, güçlü bir atmosfer kuruyor ve özellikle finalde kendini belli eden tehlikeli sulardan başarıyla geçiyor. Bravo demek lazım.
Yasak Sokaklar (1965): Bu yıl 60’ların yerli filmlerine daldım. Kenar mahalle ve zengin semtler arasındaki gerlime odaklanan onca film arasında keşfim bu sahici suç filmi oldu. Bugünlerde bir bir yıkılan binaların henüz yapıldığı zamanlarda geçen film romantik bir gencin azılı bir suçluya dönüşmesini özenli bir şekilde anlatıyor. Enfes surf tarzı müziklere de ayrıca kalp!
The Witch (2015): Filmekimi seçkisinde izlediğim en iyi filmdi. Bir korkusever olarak filmin geneline sinmiş iblisvari tondan keyif aldım. Son dönem korku filmlerindeki muğlaklıktan nasibini almış olsa da işaretleri takip edebilen bir tür meraklısı için The Witch oldukça açık bir film. Koloni Amerika’sında din ve kültler arasında sıkışan insan ruhunu veren, salondaki seyirciyi de güvensizleştirmeyi başaran bir film.
Turbo Kid (2015): Saf 80’ler eğlencesi… Hobo with a Shotgun filmindeki kadar cüretkâr gore (kanlı) sekanslarla dolu olmasının yanısıra Cherry 2000 başta olmak üzere bir sürü post apokaliptik filme selam çakıyor. Turbo Kid’in nefis bir soundtrack’i var ve bütçesine göre hiç fena değil!
Bone Tomahawk (2015): Western’i diriltilebilecek filmlerden biri ama klasik westernlerden farklı olarak şiddeti göstermekten pek çekinmiyor, bu da kovboy filmlerinin modası geçmiş işler olduğunu düşünen seyirciyi daha ilk sekanstan şoklamaya yetiyor. Kaçmaz!
Frankenstein’s Army (2013): Bir B filminden beklediğiniz her şey; ucuz ama çok lezzetli! Fantastiğin musluğu sonuna kadar açılmış ve bence Nazi kültü üzerine şimdiye kadar yapılmış en eğlenceli iş… Ekseriyetle Found Footage (Buluntu Film) tekniğinden uzak dururum ama bu film için bir avantaja dönüşmüş. Zombiler, Nazilerin çılgın deneyleri ve kâbus gibi kovalamaca sekansları… Grup izlemesi için fevkalade bir seçim!
Youth (2015): La Grande Bellezza ile gönül telimi titreten yönetmenin işi biraz daha ileriye götürerek tüm duyguları harekete geçiren filmi… Michael Caine ve Hervey Keitel’dan birinci sınıf oyunculuklar… Filmin hiç acelesi yok, bir şiir ya da yağmur yağarken okunan iyi bir kitap gibi bu filmde ruhunuza işliyor ve kesinlikle birden fazla kez izlenmeli!
The Final Girls (2015): Korku filmlerinde en sona kalan, yani seri katil tarafından öldürülmemeyi başaran, çoğunlukla bakire, kesinlikle akıllı, on McGyver gücündeki kıza adanmış bir film. Filmde hikaye biraz değişik, kan soslu komedi şeklinde ilerliyor. Film içinde film, filmception haliyle hem eğlenceli hem akıl zorlayan hem de 80’lere göz kırpan, hatta direkt göz çıkaran bir film.
It Follows (2014): Günümüzün en favori kelimesi ve eylemi olan “takip”i literal anlamda kullanan ve bunu yaparken de kalbimizi hop hop hoplatan bir film. Sinir bozucu ve heyecan verici. Klasik anlamda korkmak isteyenlerin, gerilmek cildime iyi geliyor diyenlerin, takibe takibi sevenlerin izlemesi şart. Tabi filmden sonra, acaba şu kestaneci bana doğru mu yürüyor, ay o gelen babam değil başka biri gibi paranoyaları kaldırabilirseniz.
Starry Eyes (2014): Oldum olası severim şeytana tapanların olduğu filmleri. Beni gerçek anlamda korkutan şeyler insanların manyaklıklarının sınırlarıdır. Bu film de, yarı Dario Argento yarı Roman Polanski tarzıyla, karanlık, şeytani, tarikatlı, tekinsiz. Pentagram, ayin, kan, cübbe gırla. Ünlü olmanın yolunun yarışmalardan geçmediği bir boyutu anlatıyor. Ne diyelim, yıldızı bol olsun.
Housebound (2014): Hafif alaycı, hafif ürkütücü bir Yeni Zelanda filmi. Absürt korkuları, saçma sapan olayları, komik tepkileri ve perili evleri sevenlerin kesinlikle izlemesi gereken bir film. İnsanların öcüsüz, kansız, işkencesiz de korkutulabileceğinin en güzel kanıtlarından biri. Filmi izledikten sonra toplu konutta yaşama fikrine daha sıcak bakabilir, kira sözleşmesinde
A Girl Walks Home Alone at Night (2014): Yeni İran Sineması’ndan kadın odaklı, karanlık atmosferiyle hipnotize eden, şarkılarıyla ruha masaj yapan, sanatsal bir vampir filmi. Durağan ve felsefik vampir filmlerini sevenler ve bir filmi izlerken müziğine takılanlar mutlaka izlemeli. Olaylar Bad City’de geçiyor ve filme post punk tarzı hakim. Ayrıca afişi de ayrı bir güzellikte.
The Late Show (1977): Bir TV oyuncusu ve komedyen olan Art Carney; 1975 yılında, Dustin Hoffman (Lenny), Jack Nicholson (Chinatown), Albert Finney (Murder on the Orient Express) ve Al Pacino’yu (The Godfather: Part II) geride bırakarak “Harry and Tonto” filmindeki performansıyla “En İyi Oyuncu Oscar”ı kazandığı zaman milyonlarca da düşman kazandı. Karar, Akademi Ödülleri tarihinin en büyük haksızlıklarından biri olarak görüldü. Art Carney adeta lanetlendi. Halbuki bu onun kabahati değildi. Carney, fiziki görünüşüne ve yaşına uygun rollerde son derece güçlü performanslar çiziyordu. “Going in Style” (1979) ve “The Late Show” (1977) buna örnek verilebilir. Bu sene keşfettiğim “The Late Show” (1977) Carney’in en iyi filmlerinden biri olmakla kalmıyor, Amerikan Dedektiflik filmlerinde de bir dönüm noktası teşkil ediyor.
Jodorowsky’s Dune (2013): Gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerden Alejandro Jodorowsky, yarım kalmış bir projesini anlatıyor. Jodorowsky’nin gözlerinde, sesinde ve vücut dilinde ilk günkü heyecanını görmek olağanüstü. Ağzım açık, sisli gözlerle izledim. “Jodorowsky’s Dune”; dev bir yaratıcı zekanın, zamanla efsane mertebesine ulaşmış olan bir girişimine, asla tamamlanamayacak bir filme yakılmış bir ağıt. Sergio Leone’nin “Leningrad”ı üzerine de böyle muhteşem bir belgesel çekseler de izlesek.
Red Hill (2010): Patrick Hughes’ün yazıp yönettiği “Red Hill”, “No Country for Old Men” sonrası sayıları süratle artan revizyonist westernler furyası içinde gizli kalmış bir hazine. Ben de TV’de denk geldim. Avustralya sinemasının yüzüne aşina olduğumuz Aborjinlerinden Tommy Lewis’i çok acayip bir rolde izliyoruz. Bu dur durak bilmeyen şiddet dolu intikam filminde kelimenin tam anlamıyla kan gövdeyi götürüyor.
The Wind’s Fierce (La collera del vento, 1970): Bu filmi duymuştum, özellikle de arıyordum ama bulamamıştım. Tamamen tesadüf, televizyonda denk geldim, hatta ilk birkaç dakikasını da kaçırdım sanırım. Terence Hill’in başrolde yer aldığı “The Wind’s Fierce” (1970), politik spagetti westernler içinde özel bir yeri hak ediyor. Özenle yazılmış, iyi bir senaryosu var. Karakterler zengin ve hayli dengeli. Çalışanlarını sömüren toprak ağası rolünde Fernando Rey dikkat çekiyor. “Vengeance” (Joko invoca Dio…e muori, 1968) ile beraber son birkaç yıl içinde izlediğim en iyi spagetti western.
Hoop Dreams (1994): Bütün büyük filmlerin ortak bir özelliği vardır. Çok daha büyük ve görkemli bir hikayenin ufak bir parçası olduğu hissine kapılmanıza neden olurlar. “Hoop Dreams” de öyle. Kenar mahallelerde yaşayan, iki yetenekli, Chicago’lu basketbol tutkununun, William Gates ve Arthur Agee’nin, lise yıllarından başlayarak kolej yıllarına kadar uzanan “profesyonel basketbolcu” olma hayallerine ortak oluyorsunuz. Bu belgeselde insan hayatına dair ne ararsanız var. En büyük hayalleri bir gün NBA’de oynamak olan bu iki delikanlıyı 5 yıl boyunca takip eden, yüzlerce buluşmada tam 250 saatlik görüntü kaydı alan Steve James, umuda yolculuğu anlatan 3 saatlik muhteşem bir belgesel ortaya koymuş. Özellikle Arthur’un uyuşturucu problemi yaşayan babasının ve yardımcı hemşire olan annesinin hikayesi en az onun hikayesi kadar etkileyiciydi. Babasının, Arthur’dan ilk defa “seni seviyorum” cümlesini işittiğini söylediği sahnede boğazım düğümlendi, ağlamaya başladım. Kazanmaktan başka hiçbir çıkış yolu olmayan bu siyahi çocukların inadı, azmi ve tutkusu beni adeta büyüledi.”Hoop Dreams”i mutlaka seyredin, seyrettirin.
Baskın (2015): Tabi Baskın hakkında benden objektif olmamı bekleyemezsiniz. Can Evrenol’un uzun zamandır beklenen uzun metrajı Baskın’a kısası çıktığından beri Öteki Sinema olarak bir şekilde dahil olduk. Daha ilk senaryo kopyaları elimize geçtiğinde heyecanlandık, çekimlerinde bulunduk, filmin ilk halini bile seyrettik. Bütün bunlar filmi bizim de bir parçamız yaptı. Baskın ile Can Evrenol’un beyninin kıvrımlarında dolaşıyoruz. Çocukluğuna gidiyor, odasında dolaşıyor, kabuslarına konuk oluyoruz. Yönetmen oldukça kişisel bir dehşet yaşatıyor bu ilk filmde.
Mad Max Fury Road (2015): Mad Max 80’lerin en büyük distopya aksiyonlarından biri idi. Seri Fury Road ile adeta küllerinden doğdu. Bu yıl tek bir şaheser film çekildi ise o da Mad Max’dir. Sanırım Terminator 2 Judgement Day’den beri sinemadan bu kadar eğlenmiş olarak çıkmamıştım. Gerek Tom Hardy ve Charlize Theron’un aksiyon sahnelerindeki başarısı, gerekse George Miller sanki serinin üstünden yıllar geçmemiş gibi aynı hızla ve hatta gazı biraz daha kökleyerek filmi kotarması, serinin bu son halkasını bütün zamanların en iyi aksiyonlarından biri yapmaya yetiyor.
What We Do in the Shadows (2014): Uzun yıllardır bu kadar başarılı bir korku komedi ile karşılaştığımızı sanmıyorum. Flight of the Conchords ekibinin Vampir Miti ile kendi komedi tarzlarını harmanladığı film koltuktan düşercesine gülmenizi sağlıyor.
The Enfield Haunting (2015): Bu sefer listemde sinema yüzü görmemiş bir mini dizi var. Ancak bakmayın mini dememe The Enfield Haunting sinema tarihindeki en iyi lanetli ev konseptli filmlerden biri olmayı başarıyor. Zaten meşhur bir hikayeye dayanmasından türe meraklı seyirciyi kendine çekerken bir de üstüne çok iyi oyuncular ve tarz bir yönetim ile TV filmi tarihinin de en önemli işlerinden biri olmayı başarıyor.
It Follows (2014): Seks ile musallat olan bir iblisin anlatıldığı It Follows içinden çıkamadığımız bir rüya gibi. Nereye giderseniz gidin peşinizde olan, ağır adımlarla sizi takip eden bir yaratık ve ondan tek kurtuluşunuz biriyle sevişmeniz olacak. Film boyunca bir yandan Iron Maiden’dan Fear of the Dark çalıyor gibiydi. Ne demişti Bruce abimiz “I have constant fear that something’s always near”. Gerilimi yüksek ve korkuyu damarlarınızda hissettirecek kadar başarılı bir yapım.
Mad Max Fury Road (2015): Efsaneleri yeniden başlatırken geçmişle doğrudan ya da dolaylı yoldan bağlantı kurma çabasından ötürü (yeni bir başlangıç ya da anlatılmayan başlangıç) çoğu devam projesi hüsranla sonuçlanırken, Fury Road sanki serinin son filminden birkaç yıl sonra çekilmişçesine post apokaliptik havayı hissettiren, geçmiş filmlere oranla görselliğini bir sanata dönüştüren, başından sonuna kadar bitmeyen bir aksiyon olarak sinemalarda boy gösterdi. Böylece Mad Max ruhu eski neslin klasik zevklerini tatmin ederken yeni nesle hitap etmesini de başardı.
Baskın (2015): Her ne kadar Türkiye gösterimi 01 Ocak 2016 olsa da Toronto’da dünya prömiyerini yapan Baskın ile Can Evrenol’un bir ilki gerçekleştirdiğini söylemek abartı olmaz. Her ne kadar ülkemizde “ilk” damgasını mükerrer defa vurmayı seven ticari bir reklamcılık anlayışımız olsa da Baskın için mevcut tüm yerli korku filmlerimizden çok daha farklı olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Ve nasıl ki, Türk Korku Sineması Hasan Karacadağ’dan öncesi ve sonrası olarak bir dönüşüm göstermişse; Can Evrenol’un Baskın filmi ile de bir değişim yaşayacak. Sanıyorum ki, taklitleri fazla türemeyecek ve bir akım yaratıp arkasından istismar filmleri çekilmeyecek. Ancak kısa sürede küresel ölçekte çokça izlenen bir yönetmen olarak markalaşacak; filmleri ise ithal film gözüyle kendi ülkesinde izlenecek. Baskın da bu filmlerden ilki…
Spring (2014): “Are you a vampire, werewolf, zombie, witch or alien?” diye geçen bir replik, filmin farklı bir konuma yerleştirilmesi için yeter bile. Alışılagelmiş konuların mükerrer defa işlenmesinden rahatsız olanların; bu konulara farklı bir yaklaşım izlenmesinden hoşnutluk duyanların; kan emicilik, metamorfoz, binlerce yıllık yaşam, mitolojik konular ve de İtalya sokaklarını sevenlerin, kendine has bir anlatımı olan bu filmi kaçırmamalarını tavsiye ederim.
Birdman (2014): Amerikan tiyatrosunun ve Broadway’in sanatın temel değerlerinden uzaklaştığını, sanatsal değeri olanın değil popüler olanın değer kazandığını ancak bir yandan da kalıcı olmadığını vurgulayan ve Amerikan sinema, tiyatro ve müzikallerine yönelik yapılan ağır bir taşlama olan Birdman; geçmişte ünlü olan ve yarattığı karakterin altında ezilen tükenmiş bir aktörün bilinçaltını dinleyerek popüler olana, ilginç olana, aykırı olana, dikkat çekici olana yönelmesini ve bu sayede tekrar gündeme gelmesini, bir başka deyişle Anka Kuşu gibi kendi küllerinden doğmasını konu alan, aynı zamanda En İyi Film Oscar ödülüne de sahip izlenmesi gereken bir yapıt.
The Man from Earth (2007): Psikolojik bilimkurgulara karşı ilginiz varsa ve akıl oyunlarını tarih ve mantık ile harmanlamayı seviyorsanız, yaklaşık bir buçuk saatlik süre boyunca hiç bitmeyen diyaloglar içinde boğulup, tarihe tanıklık eden 14.000 yaşındaki birinin hikayelerini dinlemekten keyif alabilirsiniz. Diyaloglar arasında ortaya atılan tezleri ve yaşanmış tarihin gerçeklerini bir masal gibi dinleten, ancak olası gerçekliğin de hem keyif hem de korku yarattığı bir atmosfere sahip bu film durağan, ama ilgi çekici.
Youth (2015): Paolo Sorrentino’nun son filmi Youth’u tanımlayacak tek sözcük varsa o da, ‘leziz’ olmalıdır. Yönetmenin filmografisine bakıldığında Youth’un hayal kırıklığı olduğunu söyleyenler olacaktır, aldırış etmeyin. Bir filmin, sadece sinemaya ait olduğu için tek başına değerlendirilmesi gerektiğini unutmak ve bir yönetmenin hep aynı üslup, seviye, stil ve “şahanelikte” işler vermesinin beklenmek yalnızca muhafazakâr kalıpların ürünü olabilir. Kimin ne dediğine bakmadan izleyin, Youth bu yılın en özel filmlerinden…
Slow West (2015): John Maclean’ın ilk uzun metrajı Slow West, beni en şaşırtan işlerden oldu. Müthiş bir minimal western… Finale yakın çatışma sahnesinde ödül avcılarının tarlada göründükleri sekansa ve yaraya tuz basma anlatımına dikkat! Sinemanın anlatım gücüne muazzam örnekler…
Knight of Cups (2015): Terrence Malick’i anlatmaya gerek yok; yine harika, yine etkileyici, yine düşüncelerini anlatım biçimiyle büyüleyici…
Victoria (2015): Gece kulübü çıkışında tanışan bir grup gencin, tek gecelik macerasını anlatan Victoria, gerilim yüklü bir Berlin panoraması… Gerçekliğiyle büyüleyen, yalın dili ve gösterişsiz tavrıyla sizi vuran bir filmlerden…
Mr. Holmes (2015): Film, ünlü dedektif Sherlock Holmes’un mesleği bırakıp inzivaya çekildiği yıllarda, küçük bir çocukla olan arkadaşlığı etrafında gelişiyor. Naif hikâyesi ve şiirsel anlatımıyla büyüleyici…
Bonus: Inside Out (2015): Yılın kuşkusuz en zekâ ürünü animasyonu! Her detayı incelikle düşünülmüş, ilham verici bir film. Mutlaka seyredilmeli!
Meet the Monsters (1954): 40 ve 50’li yıllar boyunca 35 tane bölümü çekilen Bowery Boys filmlerinin en iyilerinden biri olan Meet the Monsters; vahşi goriline bir insan beyni nakletmeye çalışan bir bilim insanı, yamyam evcil ağacını beslemekle kafayı bozmuş abla, insan kanı arayışındaki vamp yeğen ve kafası sürekli kopup duran robotuna bir insan başı takmak isteyen kardeş gibi karakterlere sahip. Evlerine giren hiç kimsenin sağ çıkamadığı bu garip ailenin iki kahramanımızla olan maceralarını izlerken eğlenmemek imkansız.
Jesse James Meets Frankenstein’s Daughter (1966): Yalnızca filmin adı bile izlemek/uzak durmak için yeterli ama film türlü ilginç ayrıntılarla dolu. Dr Frankenstein’in deneylerini devam ettirmek isteyen torununun (filmin adında “kızı” diyor ama filmde torunu) yaptığı yasadışı deneyler yüzünden Avrupa’dan kaçıp kardeşiyle Amerika’ya gelmesini anlatan bu ucuz ötesi filmin Vahşi Batı’yla Avrupa gotiğini birleştirerek ortaya çıkardığı atmosferine bayılmak veya lanet etmek size kalmış.
Superargo vs. Diabolikus (1966): Maskesini hiç çıkarmayan bir süper kahraman olan Süperargo’nun, Diabolikus çetesini yok etmek üzere ajan olarak atanmadan önce yetkililere sunum yaptığı ve güçlerinin sınandığı eğlenceli sahneler sizi memnun ederse gerisi de edecektir.
The Questor Tapes (1974): Aslında devamı gelmemiş bir pilot bölüm olan bu TV filmi, yaratıcısını arayan sıra dışı bir robotun Frankenştaynvari öyküsünü anlatıyor. Ağrı Dağı’nda gerçekleşen sürpriz sonu için bile izlenebilir.
Womb (2010): “Kendi sevgilini kendin doğur” olarak özetlenebilecek ve feministlerin yeni düsturu olmasından çekindiğimiz söylemine tanık olmak için. Freud’u mezarında gururdan ağlatmış olan bu filmde ayrıca Eva Green’in yeteneğini bir kez daha keşfetmek mümkün oluyor.
Everybody Dies But Me / Vse umrut a ya ostanus (2008): “Genç kız olmak çok zor dostum” temalı filmlere Rusya’dan bir katkı. 28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde gösterimi yapılmış. Geçte olsa izleyebildim. Moskova’da okul partisine bir dolu hayallerle giden 3 kız arkadaşın umduklarını değil aradıkları belayı güzelce bulmalarını anlatıyor. Benzer konuyu belki başka filmlerde defalarca izledik. Sorunlu ergenler ve ergenlik dönemleri, psikopat aileler vs. Peki farklılık nerede derseniz oyuncular gerçeklik hissini vermek için kamera karşısında gerçekten yüksek miktarda alkol alıyorlar, dublör kullanmadan kavga ediyorlar. Gerçeklik iyi aktarılmış ama gerisi boş.
It Follows (2014): Korkutmayan korku filmlerinin moda olduğu son yıllarda değişik bir lanet hikayesi karşımızda. Retro müzikleriyle güzel bir ortam oluşturan film hikayesiyle ancak ve ancak hafif bir gerilim yaratmayı başarıyor. Korku filmi olarak izlemeyin hayal kırıklığı olur. İzleyenler ya çok beğeniyor ya da yerin dibine sokuyorlar. Vizyon öncesi kritikler vs yaratılan gaz ortamla bir izleyeyim dedim ama müzikleri ve atmosferi haricinde dikkatimi çeken bir şey olmadı. Genelinde eh işte diyorum. İzleyin siz kendiniz karar verin.
Bronx Obama (2014): Bu yıl en iyiler listeme bir belgesel ekliyorum. Gerçi bu sene fazla belgesel izleyemedim ama izlediklerim içinde de “Bronx Obama” en dikkate değer olanıydı. “Louis Ortiz” adında işsiz bir Porto Riko’lu babanın bir gün şu anki ABD başkanı “Barack Obama”ya benzediğin fark etmesi ve bunun üzerinden para kazanmaya çalışmasını anlatıyor. Belgeseli izlerken kendinizi aynen kahramanımızın eşi ve kızı gibi adamı desteklerken buluyorsunuz. Louisin zamanla taklit yeteneğini geliştirmesi, salt taklitten bir süre sonra politik mesajlar vermeye başlaması vs. güzel. Aslında komikten ziyade üzücü bir durum Louis Ortiz ve ailesi için. Bir kariyer hikayesi izliyorsunuz. Belgesel seven arkadaşlara tavsiye ederim. Belki bizde kanallarımız ceza aldıklarında bir gün yayınlanır. Onun haricinde TV’de belgesel göremiyoruz çünkü.
Into The Badlands (2015): Benim için kısaca yılın en iyi dizisi. 6 tam tadında bölüm. Sakız gibi hikayeyi uzatma yok. İzle ve 1 yıl bekle modeli :) Kendine has güzel bir distopik dünyada mükemmel dövüş koreografileri, ölümcül silahlar, güzeller güzeli oyuncular ve canlandırdıkları karakterler hepsi burada çorak topraklarda. Bölümler çabucak bitiyor, bir sonraki bölümü hemen izlemek istiyorsunuz. Kaçırmamak lazım. Zaten ilk sezonu kısa. Umarım 2.sezonu az daha uzun yapıp 10 bölümde tutarlar. Biraz daha detaylı bir yazı çok yakında Öteki Sinema’da. Yazıyı beklemek istemeyenler malum ortamlardan hemen indirip izleyebilirler.
Mad Max: Fury Road (2015): Tartışmasız yılın en iyisi. Usta George Miller’ın efsane dönüşü diyelim. Gerçi film biraz Max’ten ziyade Furiosa Show olmuş ama mükemmelliğine gölge düşürmüyor. En az 3 dalda Oscar alacağına inanıyorum. Gerçi bu yıl çok zorlu adaylar var ama olsun. Yıllardır süregelen bunalım filmlerin ödül alması durumu artık bitsin böyle aksiyon dolu filmler görsün bu gözler. 3 saat süren yarısında uyuyakaldığımız filmler istemiyoruz. Son olarak full hd ve güzel bir ekran/perdede izlemenizi tavsiye ederim. Gerçekten bunu her şeyiyle hak eden bir yapım var karşınızda.
Heaven Knows What (2014): Amerikan bağımsız sineması, Hollywood’a inat “hiç uyumayan şehir” New York’un karanlık taraflarını göstermeye devam ediyor. Evsizlik, yoksulluk, uyuşturucu bağımlılığı ve böğürdeşen bir karasevda hikayesi. Başroldeki Arielle Holmes’un özyaşamöyküsünden yola çıkılarak çekilen filmde, Safdie biraderler düşük bütçeli verité sinema nasıl yapılır gösteriyorlar.
Remake Remix Rippoff (2014): Cem Kaya’dan Yeşilçam’ın Holivud uyarlamalarına bir aşk mektubu. Yeni Başlayanlar için Türk Sinemasının Acayip Tarihi.
Creep (2014): Patrick Brice’ın yönettiği bu “found footage” korku filmi, dipten ve derinden ürpertiyor. Başrolde, senaryoyu Brice’la beraber yazan, düşük bütçeli bağımsız filmlerin gözde ismi Mark Duplass var. Duplass’ın “ürkünç” sevecenliği filmi sürüklüyor. Kansız, dehşetsiz, sessiz sakin korkmak istiyorsanız bir bakın.
Advantegeous (2015): Jennifer Phang imzalı bir bağımsız bilim kurgu filmi. Kozmetik, toplumun dayattığı güzellik anlayışı, yaşçılık (ageism) ve ırkçılık üzerine bir distopya. Son yıllarda çıkan akıllı, Hollywood-dışı bilim kurgu filmlerine iyi bir örnek.
Housebound (2014): Yeni Zelandalıların iyi yaptıkları bir film türü varsa, o da korku komedi sanırım. aile ocağında ev hapsine zorlanan genç bir kadının doğaüstü deneyimleri güldürürken sıçratıyor.
Daha önceki yıllara ait keşifler listelerimiz:
“Öteki”cilerin 2014 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2013 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2012 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2011 Yılı Keşifleri
“Öteki”cilerin 2010 Yılı Keşifleri
Listede yer alan filmlerden Öteki Sinema’da incelemesi bulunanlara doğrudan link verme işlemi de tamamlanmıştır. İncelemelere ulaşmak için filmlerin isimlerine (mavi renkte olanlara) tıklamanız yeterli.