***Dikkat! Bu yazı sürprizbozan (spoiler) içermektedir!***
Edgar Wright’ın (belli bir kesim tarafından) uzun zamandır heyecanla beklenen filmi Scott Pilgrim (ülkemizde olmasa bile) dünyanın çeşitli yerlerinde gösterime girdi. Bryan Lee O’Malley’nin 6 ciltlik çizgi roman serisinden uyarlanan film, kimine göre yepyeni bir sinema dili geliştiren bir başyapıt, kimine göre de bilgisayar oyunları oynamaktan başka bir işi olmayan kayıp bir kuşak dışında kimseye hitap etmeyen bir vakit kaybı.
Filmden bahsetmeden önce, çizgi romanlardan bahsetmekte fayda var. Seri, Kanadalı yazar/çizer O’Malley’nin Plumtree grubunun Scott Pilgrim adlı şarkısından yola çıkarak yarattığı aynı adlı karakterin, Ramona adlı gizemli bir kıza aşık olup, ardından onunla birlikte olmak için yedi kötü kalpli eski sevgilisini alt etmeye çalışması üzerine kurulu.
O’Malley’nin, manga estetiğiyle de vurguladığı, absürd, postmodern mizah anlayışı, bizim memleket sathında, “80’lerde çocuk olmak”, “90’larda ergen olmak” gibi akımlarda boy gösteren bir nostaljiden besleniyor. 80’lerin 8-bit video oyunlarının görselliğinden – ve oyunların mantığından – izler taşıyor. Scott, bir karakteri yendiğinde, havadan bozuk paralar/jetonlar dökülüyor, ve Scott deneyim puanları veya “1up” can kazanıyor, örneğin.
Bilgisayar oyunları dışında, Indie müzik, veganizm, eşcinsellik ve 20’li yaşlarının ilk yarısındaki karakterleriyle de, Scott Pilgrim batı dünyasındaki hipster/geek altkültürleri mensuplarının gönüllerinde taht kurmayı başardı. Öteki Sinema okurlarının, Shaun of The Dead ve Hot Fuzz filmlerinden (ve belki de efsane İngiliz dizisi Spaced’den) hatırlayacakları Edgar Wright’ın bu kült çizgi roman serisini filme aktaracağı duyulduğundan ve filmden görüntüler ve fragmanlar ortamlara düşmeye başladığından beri internette bir heyecan fırtınası esiyor gibiydi. Bunda önemli bir etken de serinin altıncı ve son kitabının film gösterime girmeden yaklaşık iki üç hafta piyasaya sürülecek olmasıydı. Ayrıca yine kitaplardan ilham alan bir Scott Pilgrim video oyunu da hazırlanmaktaydı. O’Malley ve Wright dışında, onların çizgi roman ve sinema dünyasından yakın arkadaşları (örneğin Simon Pegg) ve kitabın hayranları da sosyal ağlarda durmaksızın film hakkında konuşuyor, Twitter’ın trending topics kısmında özellikle son bir iki haftadır Scott Pilgrim hep ilk sıralarda yer alıyordu. Fakat her ne olduysa, film açıldığı haftasonunda, gişede, The Expendables ve Eat, Pray, Love gibi formüle Hollywood yapımlarının gerisinde, beşinci sırada yer aldı.
Kişisel kanaatim, Wright’ın kitabı görsel ve işitsel anlamda olabilecek en iyi şekilde beyazperdeye aktardığı yönünde. Daha açılıştaki Universal Studios logosunun 8-bit versiyonundan işin estetik boyutuna nasıl bir titizlikle yaklaşıldığını anlıyoruz. Çizgi romanlara ve bilgisayar oyunlarına has fiziksel ve metafiziksel öğeler, ayakları yerden kesen yumruklar, (60’ların Batman TV dizisinden yadigar) pop art lezzetli “KROWW” ve benzeri ses efektleri, kurgudaki geçişlerin çizgi roman sayfalarında bir kareden diğerine, ya da bir bölümden diğerine geçişi andırması gibi güzellikler var burada. Müzikler ise Beck, Metric, Bluetones, Frank Black ve filmin müziklerini yazan Nigel Godrich gibi isimlerle Indie Rock ve elektronik müzik severler için bir kulak/ruh ziyafeti veriyor. Scott Pilgrim, kesinlikle seyri ve dinlemesi keyifli bir film.
Böylesine “cool” ve “hip” bir filmin gişede beklenen başarıyı gösterememesi ise bir muamma olarak görülüyor. Kimi mecralarda, geek cemaatinin yanar-dönerliğinden dem vuruldu, kimileri filmin sadece kısıtlı bir fan kitlesine hitap ettiğini söyledi. Hatta bazı eleştirmenler, işi bu filmi beğenen kitleyi aşağılamaya kadar vardırdı. Bu noktada, Bryan Lee O’Malley’nin arkadaşı, Octopus Pie web çizgi romanıyla tanınan Meredith Gran’in bir yorumu, bence oldukça önemliydi: “Eleştirmenler Scott Pilgrim’i zevkle izleyen kitleyle alay ettikçe, onunla daha çok özdeşleşiyorum. Bu bir janr değil, bir kuşak hakkında.” Çizgi romanların, bilgisayar oyunu medyalarının, romans janrının ötesine baktığımızda, Scott Pilgrim’in özünde bir kuşak anlatıldığını görüyoruz. Metinde, 20’li yaşlarını sürdürmekte olan, Batılı, beyaz, orta sınıf gençlerin yaşam tarzlarına, boşvermiş, tembel, sinik tavırlarına eşzamanlı bir güzelleme ve taşlama yapılıyor. Hayata, postmodern, ironik bir çerçeveden bakan, Türkçe’ye de sirayet etmiş şekliyle, her şeyi “random” olarak gören bir kuşak bu. Filmde ve kitaplarda sevgiliden ayrılma, ölüm ve benzeri durumları bir “whatever”, “…and stuff” rahatlığıyla geçiştirildiğini görüyoruz sıklıkla – Türkçe’ye çevirecek olursak, bir “oha falan olma yani” durumu. Film bu kuşağı anlatıyor, ve belki de sadece bu kuşağın dahil olabileceği bir hikaye ihtiva ediyor.
“Kitabı daha iyiydi” klişesine düşmek pahasına, çizgi romanlardaki derinliğin filme aktarılmadığını söylemek gerek. Kitaplardaki temel aşk hikayesi ve absürd mizah anlayışı her ne kadar iyi yansıtılmış olsa da, Bryan Lee O’Malley’nin yaklaşık 1200 sayfada anlattığı hikayenin özünde yer alan büyüme, sorumluluk sahibi olmaya çalışma, kişinin kendi kendiyle ve karanlık tarafıyla, hafızasının ücra köşelerine yolladığı anılarıyla yüzleşmesi gibi önemli öğeler büyük ölçüde geçiştirilmiş. 7 kötü kalpli eski sevgiliyle olan düellolalar ve işin “epic of epic epicness” boyutu ön plana çıkarılmış. Netice itibariyle, şu söylenebilir sanırım, film her ne kadar eşsiz bir deneyim vaat etse de, hikayenin özünü idrak etmek için kitaplara dönmekte fayda var, falan ya da her neyse…
Çok güzel bir yazı olmuş.Elinize sağlık.Bence bu senenin en eğlenceli filmiydi Scott Pilgrim vs the world.Filmin titizlikle hazırlanmış harika kurgusunu, çizgiroman estetğindeki görselliğini izlemek inanılmaz zevkliydi.Ramona’nın hastayısız ayrıca.
“Ergen filmi yea” tarzı yorum yapanları ciddiye almamak lazım.22 yaşında karakterlere sahip ergen filmi nasıl olur bilmiyorum açıkcası.Zira 22 yaşında ve bu sene üniv.i bitirip askere gidecek sonra da iş bulmaya çalışacak olan ben ergenliğimi tamamlayalı baya oldu…ya da herneyse.
Scott Pilgrim filminde zekice düşünülmüş küçük ayrıntılar benim için çok eğlenceliydi. Filmin vizyona girmeme sebebini ise anlayabilmiş değilim. Çünkü görsel olarak mutlaka sinemada izlemek istediğim bir filmdi. Sanatsal film çekme adına sanki ne çekeceğine karar verememiş gibi dakikalarca duraklayan filmlerden sonra bu film bana oldukça iyi geldi.
Kick Ass ve Scott Pilgrim bu yılın kendi tarzlarında güzel filmleri.
Bu senenin en çok adını duyduğum filmlerindendi. Özellikle internet sitelerinde. Henüz izleyebildim. Edgar Wright’ı zaten daha önceki işleriyle çok sevdiğimden bir de bu kadar övgü olunca beklentim oldukça yüksek izledim. O yüzdendir ki bende “Shaun of the Dead” ya da “Hot Fuzz” izlerken aldığım keyif ve attığım kahkahaları bu filmde yaşayamadım. Belki karşılaştırma saçma ama insan ister istemez yapıyor. Zira saydığım diğer filmleri şu an açıp izlesem yine aynı keyfi yaşıyorum. Yani filmlerin etkisi bir kez izlemelik değil.
Her neyse Scott “Pilgrim vs World” de daha en başından Universal logosunun görünmesinden itibaren derdini belli ediyor. Oyun kültürüne uzak olmadığımdan hikayenin içerisine kolayca girebildim. Filmin beni tatmin etmeyen yanı ise galiba yazıda belirtilen geçiştirilen, derinliksiz hikayesi oldu. Çizgi romanlarındaki derinlik olmaması yorumu durumu açıklıyor. Ancak yönetmenin tarzı özellikle filmin kurgusu ve müzik kullanımına da hayran oldum. Ha bir de şu anime tipli mavi, kırmızı, yeşil durmadan değişen saçları ve güzelliğiyle (bkz. kedi canını senin) filme renk katan kızın Mary Elizabeth Winstead olduğunu filmin sonlarına doğru farkettim. En büyük şoku da orda yaşadım. Oyunculuğu çok durgun gelse de insanı hipnotize eden bir yüzü var. Neyse şimdi sırada “Kick Ass” var. Bakalım Kick Ass mi döver Scott Pilgrim mi göreceğiz..
Filmin başında zelda oyunundan müzik duymamla filme ilgmin artması bir oldu. Sonrasında eskiden oynadığım oyunların etkisinde nostalji olamadan mı yoksa filme kattığım kendi yorumlarımdan mı bilemedim, tamamen odaklanmamısağladı.
Özellikle eski sevgililer ve hayatındaki yeni kişi ile karşılaştırılması, beklentilerin çatışması, yenide eski arayışı atari oyunu tadında VS’ler ile anlatılmış bu çok hoşuma gitti. İlişkilerde de bu şekilde değilmidir bireyin eski geçmiş yaşantısı deneyimleri izleri hep bir şekilde (iyi yada kötü) karşımıza çıkar.
Yada ben çok fazla yorum kattım :)
Yazı için teşekürler çok güzel olmuş.