Kimi doğuştan katil, kimi program hatasından muzdarip ama hepsi nemrut, hepsi de insanlığın başına bela! Daha en başından makineye ve insan yeteneklerinin makineleşmiş haline ihtiyatlı yaklaşmış sinema sanatından/eğlencesinden sizlere damıttığımız 10 kötü karakterli robotu sunmaktan gurur duyarız. İşte, sinema tarihinin en bela robotları!
T800 (Terminator, 1984)
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en katil ruhlu ve inatçı robotu Vücut geliştirme şampiyonu Arnie’nin canlandırdığı heybetli T800’dür. En küçük civatasına kadar John Connor’u doğuracak Sarah Connor’u öldürmek ve ona bu yolda engel olan herkesi de sinek gibi ezmek işlemiş olan T800, filmin başından sonuna kadar bu misyonundan vazgeçmemekte ve kaç “tamam bu öldü artık, daha da dirilmez…” denilen andan sonra tekrar tekrar ayağa kalkıp zavallı Sarah’ın peşine düşmektedir. Asla durmaz, asla vazgeçmez! Terminator evreninin bütün musibetini sağlayan robotta yine budur çünkü o olmasaydı, ondan geri kalan parçayı bulan SKYNET yeni robotlar üretmek için gerekli fikre ve teknolojiye sahip olamayacaktı. Aslında burada ciddi bir paradoks vardır ama T800’ün şiddeti ve filmin eğlencesi o kadar büyüktür ki kimse umurasamaz. İlginç olan ilk filmden sonra epey ünlenen ve sevilen Arnie 2. filmde kötü robotu oynamak istemeyince T800 bu defa gelecekten koruyucu baba figürü olarak gelmiş, John ve Sarah’ı korumak adına büyük eziyetler çekmiş, bu uğurda kendini feda etmiştir. Aynı formül tırt 3. filmde de uygulandı ama nedense T800 denilince benim aklıma hep ilk filmdeki sadist ölüm makinesi gelir. Murat Tolga Şen
T1000 (Terminator 2: Judgment Day, 1991)
İlkokul 2’deydim sanırım. Daha o güne kadar anca bir kaç kere sinemaya gitmiştim. Babam’ı ikna etmiş, beni Süreyya sinemasında Terminator 2’ye götürmeye razı etmiştim. Babam, Jules Verne, Orwell, Huxley, Forbidden Planet ve 2001 gibi eskilerin ve klasiklerin bir hayranı olarak, ”bak bu filme de senin hatrın için gidiyorum” gibilerinden gelmişti o gece. Film bitip de eve döndüğümüzde babamla beraber anneme ”civa adamı” saatlerce anlatırken, babamın da bu cıva adamdan ve filmden çok etkilenmiş olmasından ötürü tarifsiz bir sevinç içindeydim.
O zamanlar adının T-1000 olduğunu bilmiyorduk tabi. Civa adam şöyle, civa adam böyle. Babam en çok o helikoptere atlayıp, sonra cama kafa atıp, içeri aktığı sahneyi beğenmişti sanırım. Ben de siyah beyaz karelerin içinden çıkarak, hastanedeki kahve makinasından kahve alan polisin gözüne parmağını soktuğu sahneden…
Daha sonra PC’de dandik bir Terminator 2 oyununda bu karakterin adının T-1000, bizim Terminatörümüzün adının da T-800 olduğunu öğrenmiştim. T-1000, kanımca sinema tarihindeki gelmiş geçmiş en korkunç ”kötü robot”lardan biri, hatta birincisidir. Öldürülemeyen, yok edilemeyen, kaçıp kurtulunması imkansız bir ”öcü”dür. Adeta Michael Myers, Freddy ve Jason gibi 80’lerin sembolleşmiş ”öcü” konseptinin alıp bilimkurguya adapte edilmişidir. Tabi sinema tarihinde özel efekt alanında bir devrim yarattığını ve en iyi görsel efekt Oscar’ını da kaptığını unutmayalım. Can Evrenol
Gunslinger / Silahşör (Westworld, 1973)
Silahşör… Çocukluğumda TRT’nin verdiği Batı Dünyası” filminin her hafta yayınlanan naftalin kokulu bir westernlerden biri olduğunu sanıyordum. tabi alternatif olmayınca mecburen izlemeye koyulduğum bu filmin beni inanılmaz bir fantazya ile tanıştıracağını ve sinema tarihininin en hızlı katili ile tanıştıracağını bilemezdim… (Yoktu ki IMDB bakalım.)
Film elbette başka bir şey söylüyor, teknoloji ve tüketim toplumunun tehliklerine abartılı biçimde dikkat çekiyordu ama silahşör’ün asıl derdi günlüğü 1000 $’a kalıp caka satan şişko yağ tulumlarına her düelloda yenilmekti bence… Robot sabrı bile bir yere kadar… Sonrasında bu şımarık şehirli züpperlere gerekli dersi verdi ve batının en hızlı silahşörü kimmiş gösterdi!
Bazı filmlerde kötünün tarafını tutarım nedense ve bu da onlardan biridir. Yull Bryner’ı böyle fantastik bir rolde görmek de ilginçtir. Daha sonra Futureworld diye devamı da çekildi ama o tırttı!. Silahşör, şimdi düşününce tamamen insansı bir robot ve sabit bir öldürme makinesi olmasından yola çıkılarak T800’ün prototipi olarak görülebilir pekala… Murat Tolga Şen
Hector (Saturn 3, 1980)
Benson: “You have a great body. May I use it?“
Star Wars ve özellikle Alien’ın gişede yarattığı depremden faydalanmak isteyen yapımcılar, benzeri bir konuyu daha fazla ayrıntıyla doldurarak sinema sanatına bir katkıda (!) bulunmak isterler. Ciddiyeti garanti Kirk Douglas, dönemin favori sarışını Farah Fawcett ve Scorsese filmleriyle iyi bir çıkış yakalayan Harvey Keitel kadroya dahil edilir. Genelde sinemanın tasarım kısmında yer alan John Barry’nin (besteci olan değil) yönetmen olarak elindeki tek film fırsatı, Kirk Douglas’ın baskısıyla elinden alınır ve Stanley Donen gibi 1950 ve 1960’lı yıllarda ses getirmiş filmlerin yönetmenine verilir.
Kirk Douglas’ın sanat için poposunu bile göstermesi, Fawcett’in kıyafetlerinin tasarımı sayesinde kazara etinin görünmesi, daha kötü bir hava vermek için Keitel’a başka birisinin İngiliz aksanıyla (Amerika’da uzun süre, kötü karakterlerin düzgün İngiliz aksanına sahip olduğunu hatırlayalım) dublaj yapmasına, ve ismini Troya destanından alan bir robota rağmen film üç dalda Altın Ahududu adayı olmasını engellemez. Seyirci gözünde de… Filmin kötüsü, ya da bir tür Frankenstein’ın yaratığı diyelim, Hector, ciddi bir şekilde Da Vinci’nin tasarımlarından etkilenerek tasarlandığı söylense de, pazarlanmaya çalışıldığı gibi etkileyici bir tasarıma sahip değil. Hatta bu etkisizliğin filmin özel efektleri için de söylemek mümkün. İri, uzun bir vücut, bir cenin beyninden ibaret küçücük bir kafa. Buna rağmen, Hector bir korku filmindeki tüm klişe davranışları gösterebiliyor: Mantıksız yerlerden çıkma, kendini tekrar toparlama vs. Tabii filmin bu kadar da üzerine gitmeyelim. Her şey bir yana Fulci’nin Zombi 2’sini her seyredişte hala rahatsız eden melun “göz” sahnesinin bu filmde bir panzehiri (ki filmin en ünlü sahnesi) mevcut. Ayrıca, Demon Seed kadar etkili olmasa da, insan formunda olmayıp kadın sevdasıyla terör estiren kaç robot var ki… Anıl Seçkin
ED-209 “The Enforcement Droid Series 209” (Robocop, 1987)
Sol kolda 20 mm’lik bir adet ve sağ kolda iki adet 20 mm’lik mitralyöz sınıfı makineli silahı ve 3 ısı güdümlü füzesi, başının arkasında gaz bombası atıcıları ile “The Enforcement Droid Series 209” kısaca ED-209 karşımızda. İlk olarak Robocop filminde karşımıza çıkan ED-209, Detroit şehrini neredeyse tek başına yöneten OCP (Omni Consumer Products) firmasının Robocop projesini ortadan kaldırmak için ürettiği alternatif bir kanun koruyucu. Robocop gibi temelde 3 kurala uyması için programlanması gerekirken gizli bir 4.kural daha yüklenir. Bunlar:
#1: Halkın güvenliği için çalışmak
#2: Masumları korumak
#3: Kanunları uygulamak
#4: Robocop’un OCP ve yöneticilerine karşı gelmesini engellemek
ED-209, OCP başkanı Dick Jones tarafından yönetim kurulu üyelerine tanıtılırken bir hata oluşur ve üyelerden birisini hunharca katleder. Bunun üzerine ED-209 kısa bir süre göz önünden çekilir. OCP’nin esas amacı Detroit polis gücünün belkemiği olan Robocop’u ortadan kaldırmak olduğundan türlü dalavereler çevirmeye başlar. OCP zaten çeşitli kamu kuruluşlarını ve politikacıları avucunun içine almıştır. Şehire yavaş yavaş bir kaos hakim olmaya başlar. Robocop, bu kötü gidişe son vermek için OCP ve filmimizin kötü adamı Dick Jones’u ortadan kaldırmak üzere işe koyulur. Bu yolda karşısındaki en büyük problem ED-209’dur.
ED-209 Robocop ve devamında Robocop II, Robocop III, Robocop Vs.Terminator (çizgi roman), bilgisayar oyunları ve Robocop’un dizilerinde de karşımıza çıkıyor. Ayrıca “Family Guy”ın bir bölümünde okulda bir kızı öldürdüğü sahne ve South Park’ın bir bölümünde de cadılar bayramında Kenny’nin giydiği kostüm olarak ufak cameolarla karşımıza çıkıyor.
ED-209 psikopat ses efektleri (hidrolik pistonlar, aslan kükremesi gibi konuşup insanları uyarması) , dizaynı ve silah gücü ile çocukluğumuzun en bela robotlarından birisi olarak listemizde yer almayı fazlası ile hak ediyor. 2011 yılında Robocop’un yeniden çeviriminde ED-209’u tekrar karşımızda görmeyi heyecanla bekliyoruz. İlker Güler
RoboCain (Robocop II, 1990)
Robocop II ilk filmin bittiği zamandan kısa bir süre sonrasını konu alıyor. Robocop ve ortağı Lewis polis gücündeki mesailerine devam ederken şeytani firma OCP rahat durmamaktadır. Kendisini Robocop’un daha çirkin ve her bakımdan daha ölümcül olacak ikinci versiyonunun geliştirilmesine adamıştır. Filmimizin baş psikopatı Cain ise şehrin en büyük uyuşturucu çetesinin başında yer almakta, “Nuke” adı verilen uyuşturucunun en büyük dağıtıcısı durumundadır. Normal olarak polis gücünün de en büyük düşmanı kabul edilmektedir. Cain OCP’nin planları için biçilmiş kaftandır. Beyninin çıkartılıp Robocop II’ye monte edilmesine ses çıkaramayacak birisi varsa o ancak ve ancak Cain’dir. 24 saat boyunca uyuşturucu etkisi altında olduğundan olup biteni anlamayacaktır. Beyni Robocop II’ye monte edildikten sonra sahip olduğu gücün farkına varan Cain, bu gücü sürekli hale getirmek için “Nuke” e ihtiyacı olduğunun farkına varır. Kısaca Robocop II nuke ile çalışan bir robot haline gelmiştir. Bu arada OCP’nin amaçlarından birisi olan Detroit şehrinin Delta City’e dönüştürülmesi tamamlanmıştır. Delta City’nin halka lansmanı sırasında ortaya RoboCain çıkar ve adamımız Robocop ile gözlere ziyafet çekecek bir kapışmaya girişirler.
RoboCain sahip olduğu ateş gücü ile Robocop’tan üstün durumda. Kollarındaki otomatik silahlar, çıkarıdığı sesler vs. selefi Robocop’tan oldukça güzel. Üstünde bulunan sis farları ile iyiden iyiye korkunç bir görünüme sahip. Sinemada izlerken hele o asansör boşluğundan yukarı koşuş sahnesi çok manyak gelmişti.
Her ne kadar ilk film kadar gişede isteneni veremese de Robocop II, ilk filme oranla daha kanlı sahnelere ve başarılı efektlere sahip. Tek kusuru bence Robocop’un zırhının mavi olması. Biz onu gri metalik hali ile sevdiydik. Robocop ve Robocop II’yi bütün robot severlerin izlemesi şart. Beğenmemeniz mümkün değil. Ardından çevrilen filmler oldukça kötüler. Onları hiç izlemesiniz de olur. Mükemmel tasarımları , CGI yerine stop motion harikası animasyonları ile ED-209 ve RoboCain’i saygı ile anıyoruz. İlker Güler
Ash (Alien, 1979)
Alien serisinde yaratığı “kötü” olarak görmem, göremem. Xenomorph, en fazla bir musibet olabilir. Bu musibeti insanlığın başına saransa Wayland-Yutani’dir. İlk filmde ismi geçmez. Sadece “şirket” olarak anılır. Bu durumda Alien’ın bir kapitalizm eleştirisi olduğunu söylemek mümkün. Geçmişi belirsiz, mürettebata son anda dâhil olan, sinsi, “sistemin adamı” Ash, bunu niyetin vücuda bürünmüş hali. Yönetim tarafından tepeden inme bir şekilde hayatî bir göreve getirilmesi ve sadece kendi çıkarlarını koruması, iş hayatımızda emsallerini bolca gördüğümüz bir durum. Ash’in daha sonra robot olduğunun anlaşılması da, sistemin insanı makineleştirdiğini vurgulaması açısından önemli. Aslında başarısız bir katil olan Ash’in bu listeye girmesinin en önemli sebebiyse acımasızlık, vahşet karşısında insanın asabını bozan ve filmin genel havasına son derece uygun olan sakinliği. Bütün bunlar Ian Holm’un ustalıkla canlandırdığı Ash karakterini filmin en baskın olmasa da en hayatî kötücül aracı haline getiriyor ve sinemanın unutulmazları arasına sokuyor. Kaan Zanbakçı
BOX (Logan’s Run, 1976)
“Logan’s Run” tüm zamanların en iyi bilim kurgu filmleri arasında kendine yer bulamasa da, gerçek bir kült film olarak arkasında her zaman ateşli bir hayran kitlesine sahip olmuştur. Sistem izin vermese de otuzundan sonra da yaşamayı ve sevişmeyi arzulayan Logan ve seksi sevgilisinin bitmeyen kaçışları esnasında sığınmak zorunda kaldıkları, stüdyo olduğu her halinden belli, buzdan, kozmik bir mağara vardır. Buranın bekçisi yalnız ve sinir bozucu “box”, gelen yemekleri depolama görevine, gelen insanları etkisiz hale getirip dondurucuya atma görevini de eklemiştir. Kollu retro bir buzdolabını andıran, özgün olmayan yüzü sinir bozucu bir esnekliğe sahip olan “box”, kolayca Logan tarafından etkisiz hale getirilir. Box balatayı sıyırmış bir “wall.e” gibidir ve deniz mahsullerini sıraladığı ünlü repliği unutulamayacak kadar felakettir. Buzdolabının içinde siyah oyuncu Roscoe Lee Browne’nin oturduğunu söylemezsek şüphesiz bu kısa yazı da eksik kalacaktır. Serdar Kökçeoğlu
Mechagodzilla (Godzilla vs. Mechagodzilla, 1974)
Mechagodzilla ilk olarak 1974’te Godzilla vs Mechagodzilla filminde arz-ı endam etmiştir (endama vurgu yapıyoruz burada). Kara Delik’in üçüncü gezegeninden gelen Simianların yarattığı bu bela robot, başlangıçta bir Godzilloid’dir (android diyecektim ama kelime anlam itibariyle uymuyor!). Dış görünümü Godzilla’nınkiyle aynıdır, fakat ağzından (ve diğer organ ve uzuvlarından) ateş yerine lazer çıkarmaktadır. Öz Godzilla Mechagodzilla’nın derisini yırtınca Mechagodzilla’nın robo bedeni tüm ihtişamıyla ortaya çıkar. Godzilla, King Caesar’dan aldığı yardımla Mechagodzilla’yı yense de, Simianların dev robotu 1975’te The Terror of Mechagodzilla’da bu sefer Titanosaurus’u da yanına alıp geri gelecektir. Fakat bir kez daha yenilmekten kurtulamayacaktır. 1993’te Heisei serisinden çıkan Godzilla vs Mechagodzilla II’de Mechagodzilla bu kez Birleşmiş Milletler tarafından Kyoto’ya saldıran Godzilla’nın üzerine gönderilir. Bu sefer neredeyse kazanacak gibi olsa da yine yenilir, yine yenilir!
Son olarak Milennium serisinin iki filminde, Godzilla against Mechagodzilla ve Godzilla: Tokyo SOS’da görürüz Mecha’yı. Alternatif bir Godzilla tarihi sunan bu seride, Godzilla 1954 sizlere ömür olmuş, lakin Tokyo’nun çilesi diğer dev canavarlar yüzünden bitmek bilmemıştir. Bir de üstüne ikinci bir Godzilla peydah olunca, yetkililer çareyi rahmetlinin (sızlamakta olan) kemiklerini çıkarıp, cyborg bir Mechagodzilla yapmakta bulurlar. Bu sefer Mecha muvaffak olacak, Godzilla’nın bileğini bükecektir. Fakat yenilen Godzilla mıdır, yoksa, başta sadece dışı (derisi) Godzilla gibi olan fakat nihayetinde içinin (iskeletinin ve dna’sının) Godzilla olmasıyla yolculuğu son bulan Mechagodzilla mı? Bu sorunun cevabını okurlarımıza bırakalım… Can Yalçınkaya
Kaynak: http://godzilla.monstrous.com/mechagodzilla.htm, wikipedia.com
AMEE (Red Planet, 2000)
2000’lerin başında neden bilmem ortalık bir anda Mars filmleriyle dolmuştu. Tim Robbins’li Mission to Mars daha felsefe yapma derdindeyken Wal Kilmer’li, Carrie-Anne Moss’lu Red planet ise bilimsel referanslara sahip tempolu bir macera idi. Filmin kalbur üstü oyuncularının yanında, yarı animatronik yarı CGI bir AMEE vardı ki onu da mutlaka bu listeye sokuşturmak gerekir. Çok şerefsiz ve sinsi bir robottur AMEE…
Askeri bir proje ürünü olduğu için güvenilmezdir. İnsanlara yardım misyonunu ne zaman bırakıp öldürmeye başlayacağını daha ilk göründüğü sahneden itibaren merak edersiniz. Sadık bir köpek görüntüsündedir ama kafayı kırınca her türlü judo numarasını sergileyen bir psikopata dönüşüverir. Öyle temizce öldürüp de gitmez. Kaburga kemiğinizi kırıp sizi Mars’ın ortasında sap gibi bırakır. Dövüşürüm de döverim bu encik bozmasını diye de düşünmeyin çünkü bu manyağın içinde sanki bir Godfrey Ho, bir Jacky Chan saklıdır. Hoplar, zıplar, uçar kaçar ve adiliğini mutlaka yapar! AMEE ile verilme istenen mesaj: askerlere ve onların ürettiklerine güvenmeyin! Murat Tolga Şen
Listeye Giremeyenler
Diğerlerinden dayak yiyecek gibi duran ama şahsi alanlarında psikopatlıkta sınır tanımayan bazıları…
Kraliçe Borg / Borg Queen (Star Trek: First Contact, 1996): “Uzay zombisi” demek yüzeysel bir değerlendirme olur. Borg’lar dayanıklıdırlar. Hızlı uyum sağlarlar. Ortak bilinç sayesinde etkili ve ölümcüldürler. Fazla yaklaşırsanız sizi kendilerine katarlar. Kısacası Borg’lar, bilim-kurgu tarihinin en “borgtan” düşmanlarından biridirler. Borg toplumlarının başındaki kraliçeyse ilginçtir. Diğer Borg’ların aksine “ben” duygusu vardır. Kendisini istediği zaman sistemden ayırabilir. Farklı bedenlere girebilir. Bu ayrıcalıklar, temelinde dünyadaki faşizan yönetimlerden izler taşıyan Borg’lar vasıtasıyla faşist önderlerin sahip oldukları ayrıcalıklara yapılan bir gönderme olarak düşünülebilir. Sekizinci Uzay Yolu filmi İlk Temas’ta (First Contact) Alice Krige tarafından başarıyla canlandırılan Borg Kraliçesi, sinema tarihinin en güzel ve en ölümcül sibernetik musibetlerinden biri. Yine de uzaylı ırklar aracılığıyla ona buna laf sokan Uzay Yolu’nun iğneyi batı medeniyetine batırdığını gördüğümde çok sevineceğimi belirtmek isterim. Kaan Zanbakçı
Maximilian (The Black Hole, 1979): “Sinema tarihinin en belalı 10 robotu” başlıklı bir dosya hazırlandığını öğrendiğimde ister istemez kendimi acaba içinde kötücül bir robotu barındıran filmlerden izlemediklerim olup olmadığını araştırırken buldum. (Evet, çok film izliyorum.) Ufak bir araştırmadan sonra The Black Hole (1979) isimli filmi atlamış olduğumu farkettim. Filmi bulup geçtiğimiz haftasonu izledim ve sanırım sinema tarihinin en düdük kötücül robotu ile tanıştım. Hanımlar, beyler, karşınızda Maximilian.
Uzayda yaşam var mı? Bunun cevabını aramak için Cygnus isimli uzay gemisi ile yola çıkan Dr. Reinhardt (Maximilian Schell) ve ekibinden 20 sene boyunca haber alınamaz. 20 sene sonra aynı amaç için yola çıkan Palomino isimli uzay gemisi dünyadan çok uzaklarda Cygnus’a rastlar. Gemide ekipten geriye sadece Dr. Reinhardt kalmıştır ama aslında gemide yalnız değildir. Kendine robotlardan oluşan dev bir ordu yaratmıştır. Bu robot ordusunun başkomutanı ise Maximilian’dır. Bu kadar şatafatlı bir kimliğe ve diyaloglar ile etrafında oluşturulmaya çalışılan korku dalgasına rağmen film boyunca Maximilian’dan öyle ahım şahım kötücül hareketler göremeyiz. Kırmızı rengi, iri kıyım cüssesi ve swiss çakılar gibi sağından solundan fırlayan işlevselliği şüpheli garip kollarıyla ürkütücü bir görüntüsü olduğunu kabul etmeliyim. Hiç konuşmaması ise -itiraf etmeliyim- karizmasına önemli bir katkı sağlıyor. Amma velakin film boyunca sadece filmin en zararsız karakterlerinden biri olan Dr. Alex Durant’ı (Anthony Perkins) öldürebiliyor. (Ahı gitmiş vahı kalmış robot BOB’u saymıyorum tabii ki.) Bahsi geçen cinayet sahnesi ise görsel açıdan olabilecek en etkisiz sahnelerden biri. Hele filmin finalindeki düello sahnesi için ne demeli? Görüntü itibarıyla bakıldığında kapıştığı robot VINCENT, en fazla R2-D2 ya da He-Man’den hatırlayacağımız Orko’ya benziyor. Yazının gidişinden de anlaşıldığı üzere bu kapışma Maximilian’ın sonu oluyor. Ama gene de hiçbir koşulda Maximilian ile karşılaşmak istemezdim. Hele kendisini bu kadar yerdikten sonra asla! Murat Kızılca
Chanti (Devil Girl from Mars, 1954): 50’li ve 60’lı yılların Bilim kurguları herzaman favorim olmuştur. Bu dönemdeki bilim kurgular sinema tarihinin en kötü filmleri listesine bir çok filmle girmiş olsalarda günümüz sinemasına etkilerini yadsımak bu filmlere yaptığımız en büyük haksızlık olur. Devil Girl from Mars’ta böyle bir film. İlginç konusuyla bizim Astronot Fehmi filmimizle benzerlik gösteren filmin konusu kısaca şöyle; Marsta erkek nesli tükenmiştir ve marslı kadınlar erkek bulmak için dünyaya gelmişlerdir. Onlara dünyadaki erkek avında büyük yardım dev robot Chanti’den gelecektir. Chanti’nin bir diğer özelliği de sinema tarihinin en çirkin robotları arasında kendine hatırı sayılır bir yer elde etmesidir. Tolga Demirtaş
Yazıya katılan tüm Öteki’cilere teşekkür ederiz.
Ne çabuk yazmışsınız yahu. Ben de “Screamers” yazacaktım hesapta. Kusura kalmayın, telafi ederim sonra 1 şekilde.
Kesinlikle T-1000 gibi bir bela görmemiştir sinema tarihi.. Bunların yanına bir de ‘en karizmatik robotlar’ seçilse 10 numara olurdu.
1- Darth Vader
2- T-800
3- Robocop…
Sabah sabah nereden aklıma geldiyse “Captain Power” vardı Magic Box ilk açıldığında hatırlarsanız. Orada bir robot vardı.Soaron diye.Baş kötünün yardımcısı idi. Yarasa gibi uçar lazer silahıyla saldırırdı sağa sola. Elektrik süpürgesi gibi koluyla yakaladığı insanları enerjiye dönüştürür içine çekerdi.
T-1000 benim de kabusum olmuştu ilk izlediğimde.Ayrıca en belalının yanında en yaratıcı ve/veya en orijinal robot sıralaması yapılsa ilk 5’te olması garanti olurdu eminim.
Darth Vader robot mu?
Darth Vader teknik olarak robot sayılamaz sanırım,ama star wars söz konusuysa General Grievous derim..
her ne kadar robot sayılmasa da HAL i de gözlerim aramadı deil listede
Ben “R2D2” diyorum. :)
Grievous robot sayılmaz bence beyin canlı çünkü organları falan var sadece fazla sibernetik parçalı bir arkadaş.
Borg Queen’e robot denmemesi iyi olmuş. Çünkü ziyadesiyle siberfantazilerimizi süsleyen bir yarı organik yarı sibernetik yaratıktır…:D
Darth Vader ve General Grievous Siborg kapsamında değerlendirilebilir sanırım ama Hal 9000 Discover ile birlikte düşünüldüğünde bir robot olabilir… Küçük bir detay, Hal 9000’i yaptıklarına toplum sevketti:)
Metropolisin robotu çokmu zorlamalı bir tercih olurdu :)
Fakat yenilen Godzilla mıdır, yoksa, başta sadece dışı (derisi) Godzilla gibi olan fakat nihayetinde içinin (iskeletinin ve dna’sının) Godzilla olmasıyla yolculuğu son bulan Mechagodzilla mı? Bu sorunun cevabını okurlarımıza bırakalım…
:) ahahahahahha
borg queen en seksi o kesin…:D
İçinden beyaz sıvılar fışkıran American Cyborg nerede?
İki kelamda ben etmesem olmaz dedim bu nadide yazı üzerine robot jox a.k.a. crash and burn ve bizden de nadide robotlardan çılgın kız ve üç süper adam robotuyla Kunt tulgarınYılmayan şeytandaki robotunu es geçmeyelim derim :)
Crash And Burn Vhs cover…
https://lh3.googleusercontent.com/_v_ytUz1AGgY/TXadIlwWWCI/AAAAAAAAEAA/PwfRA-8vzxw/s720/crash%20and%20burn.jpg
Maschinenmensch “arızalı” armasını hak ettiği kadar etmiyor da (hö?!) Teoride bir vukuatı yok ama diğer taraftan da Metropolis’in meramı düşünüldüğünde insan – robot münasebetinin en arızalı sonuçlarından biri…
Bir de Endirhan’daki Chitti de bu kategorinin en zorlamalı mensuplarından biri olabilirdi kanımca. Hatta zirveye oynaması için tasarlanmış bir saçmalıklar yığını demek doğru Chitti için! :)
Bir de Vader ne kadar robot değilse General Grievous’da değil…Zira Grievos, Vader’a uygulanan deneyin bir nevi ilk etabı diyebiliriz…Kendisi bir Kaleesh olup Kalee gezegeninin böceğimsi mensuplarından biridir…Br çatışma sonrasında parçalara ayrılmış ve Palpatine’in ekibinin kendilerine has teknikleri ile Robo-Kalee olaraktan bir araya getirilmiş…
Geek gibi oldum böyle ama yazmadan edemedim :)