8 Temmuz’da sinemalarda!
Edgar Rice Burroughs’un yarattığı efsanevi karakteri Alexander Skarsgård canlandırıyor. Filmde, ayrıca Samuel L. Jackson, Margot Robbie, Djimon Hounsou, Jim Broadbent ve Christoph Waltz rol alıyor.
Bir zamanlar Tarzan olarak bilinen adamın, yanında sevgili Jane ile birlikte Afrika cangıllarını geride bırakıp Greystoke Lordu John Clayton olarak medeniyette yaşamaya başlamasının üzerinden yıllar geçmiştir. Şimdi parlamentonun ticari ataşesi olarak görev almak üzere Kongo’ya davet edilmiştir. Ancak, Belçika Kralı’nın elçisi Leon Rom’un planladığı ölümcül bir açgözlülük ve intikam oyununda piyon olduğundan habersizdir. Ne var ki, bu ölümcül komplonun ardındakiler nasıl bir şeyi serbest bırakmak üzere olduklarını hiç bilmemektedirler.
David Yates “The Legend of Tarzan”ın yönetmenliğini gerçekleştirdi. Senaryosunu ve hikayesini Adam Cozad ve Craig Brewer’ın kaleme aldığı film, Edgar Rice Burroughs’un yarattığı Tarzan hikayelerine dayanıyor. “The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi”nin çekimleri Leavesden’deki Warner Bros. Stüdyolarının yanı sıra, Gabon’da, İtalyan Dolomitlerinde ve Birleşik Krallığın çeşitli yerlerinde yapıldı.
YAPIM HAKKINDA
İNSAN. DOĞA.
İngiltere başbakanı tarafından 10 Downing Street’e davet edilen centilmenin ismi 3. John Clayton’dır. Kendisi Greystoke Lordu ve Lordlar Kamarası’nın bir üyesidir. Fakat dünyanın diğer ucunda, sanki bir ömür kadar önce bu centilmenin farklı bir ismi vardı, o zamandan beri efsaneye dönüşmüş bir isim: Tarzan.
Son dört “Harry Potter” filminde çalışmasının ardından, yönetmen David Yates “destansı, aksiyon ve görsellik yüklü” bir başka proje bulmayı ummuş olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ve ardından bu senaryo geldi. Hemen ilgimi çekti çünkü bu ikonlaşmış karaktere taze soluklu bir bakış açısı getiriyordu.”
Filmin başrolünü üstlenen Alexander Skarsgård da bu görüşe katılıyor: “Senaryo gerçekten de ayaklarımı yerden kesti. İçinde bol heyecan var ama aynı zamanda üç boyutlu karakterlere ve çok güzel resmedilmiş ilişkilere sahip. Büyük ve eğlenceli olmanın yanı sıra karakterlere önem verdiğiniz, başlarına gelenleri umursadığınız filmleri seviyorum.”
Yapımcı David Barron filmin, esas karakteri izleyicilerin beklentisinin ötesine götürdüğünü belirtiyor: “Tarzan ilk aksiyon kahramanlarından biri ama bu film, hikayeyi bildiğini sanan insanları şaşırtacak. Tarzan cangılda büyüdü, maymunlar tarafından yetiştirildi; dolayısıyla, inanılmaz güçlü yanlara ve çok üst seviyede hislere sahip.”
Bu yepyeni macerada, Tarzan, kendisinin sevdiği her şeyi —ve herkesi— yok etme tehdidi yaratan güçlü bir düşmanla karşı karşıyadır. Öte yandan, İngiliz asilzadelerinin arasında yıllar geçirdikten sonra, Afrika’ya dönüşünü bekleyen eski hasımlarından dolayı da büyük tehlike altındadır.
Yates’e göre, filmin başlangıcında, “John, Belçika Kralı Leopold tarafından, sözüm ona kralın yaptığı görünürde iyi ve hayırsever çalışmaları görmesi için Kongo’ya davet ediliyor, oysa bu bir tezgah ve etkili bir tuzak. Aslında, Afrika’ya dönmesi için onu kandıran kişi kralın hain elçisi Leon Rom ve niyeti Tarzan’ı yakalayarak servet değerinde elmas karşılığında onu eski düşmanlarına teslim etmek.”
Skarsgård bu konuda şunları söylüyor: “John maymunların arasında büyüdü ama on yıldan uzun süredir o dünyadan uzak, dolayısıyla geri dönme konusunda tereddütlü. Kongo’da düşmanları var; orada hiç kuşkusuz karanlık bir hikaye yatıyor. Ve bence daha ilginci eskiden olduğu kişiden korkması, yani geri dönmek Tarzan için korkutucu.”
Çıtayı daha da yükselten şey, sevgili karısı Jane’in Afrika seyahatinde kocasına eşlik etme konusunda ısrarcı olmasıdır çünkü Jane orayı hâlâ evi gibi görmektedir. John mantığının tersini söylemesine rağmen Jane’e boyun eğer.
Jane rolündeki Margot Robbie filmin çifte getirdiği çağdaş yaklaşımın çok hoşuna gittiğini şöyle ifade ediyor. “Film 1800’lerde geçiyor ama çok modern bir his yaratıyor çünkü içerdiği evrensel temalar sayesinde hangi yıl ya da hangi çağda olduğunuz fark etmiyor. Muhteşem bir macera var ama özünde de harika bir aşk. Bunun Tarzan ile Jane’in cangılda tanıştığı klasik hikaye olmaması hoşuma gitti. İlişkileri artık daha girift.”
“The Legend of Tarzan/Tarzan Esanesi”nin hikayesini ve senaryosunu Adam Cozad ve Craig Brewer kaleme aldı. Cozad, “Benim için önemli olan ve David Yates’le konuştuğumuz bir şey John ya da Tarzan ile Jane arasındaki olağanüstü aşk hikayesiydi” diyor.
Brewer ise şunu dile getiriyor: “Tarzan kitaplarının çok büyük bir hayranıydım. Bu yüzden, Burroughs’un klasik hikayelerinden belli karakterleri ve ortamları filme dahil etmenin elzem olduğunu düşündüm ki bunların en başında Tarzan ve Jane geliyordu. Öte yandan, hikayeyi Kral Leopold’un Kongo’yu istilası çerçevesindeki tarihi olaylara dayandırmak istedik, dolayısıyla Tarzan ve Jane’i o dönemle ve yerlerle ilişkin insanlarla muhatap etmek ilginçti.”
“Tarzan ve Jane kurgu karakterler ama uzaktan da olsa gerçek hayatta var olmuş iki ana karakterle etkileşimde bulunuyorlar: Askerlikten insani çalışmalara kaymış olan George Washington Williams (Samuel L. Jackson) ve esas kötü adam Leon Rom (Christoph Waltz).
Yates şu gözlemde bulunuyor: “Hikaye o dönemde Kongo’da olup biten tarihi bağlamda geçiyor ki ben bunu çok ilgi çekici buldum. Ayrıca, bana her zaman cazip gelmiş temalara da sahip —hâlâ kim olduğunu ve gerçekte nereye ait olduğunu bulmaya çalışan bir karakter. En önemlisi de, senaryoyu ilk okuduğumda, kocaman, atan bir yüreğe sahip olduğunu gördüm.”
Filmde, ortağı Tony Ludwig’le birlikte yapımcılığı üstlenen Alan Riche ise şunları aktarıyor: “Bu filmin gelişimi oldukça maceralıydı ama David Yates bize rehberlik etti. Gerek onun gerek oyuncu kadrosu ve çekim ekibinin kayda değer yetenekleri bir araya gelerek bize harika bir sinema deneyimi sağladı.”
“Harry Potter” filmlerinde Yates’le çalışmış olan Barron da şunları söylüyor: “David o filmlerdeki tüm deneyimini ‘The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi’ne taşıdı. Kalabalık oyuncu kadrosu, devasa setler ve çok sayıda tehlikeli sahne içeren bir filmde çalışmadaki rahatlığı, ayrıca karmaşık görsel efektleri anlayabilme becerisi böyle bir film için tam da ihtiyaç duyduğunuz şeylerdi. Kendisi ayrıca dünyadaki en hoş insan —çok zevk sahibi ve dürüst bir adam— ve o hoş dış kabuğun içinde çelik kadar sağlam bir öz var. Bakış açısı çok yerinde ve ne isteyip ne istemediği konusunda çok net. Harika bir dinleyici, tavsiye almaya her zaman istekli…iyi bir tavsiyeyse tabi.”
Christoph Waltz da benzer görüş belirtiyor: “David’in çok belirli bir vizyonu vardı ama önerilerime de çok açıktı, dolayısıyla size kulak verildiğini hissetmek çok ödüllendiriciydi. David’in önünde muazzam bir görev vardı: Yapımın çeşit çeşit parçalarını bir araya getirip onları güzel bir şekilde düğümlemeliydi Buna destek verebilmek için elimden geleni yapmak istedim. David hayal edebileceğiniz en tatlı insan. Bu şekilde istediği her şeyi elde ediyor” diyor aktör gülümseyerek.
Bu duyguları aynen paylaşan Samuel L. Jackson ise şunları ekliyor: “Bu film büyük ölçüde ilişkiler hakkında —yalnızca kendi karakterlerimiz arasında değil, arazi, kabileler, hayvanlar ve karşılaştıkları her şey arasındaki ilişkiler söz konusu. David buna özen gösterdi ve bizlere bazı şeyleri ayrıntılandırmamız için izin verdi. Bu sayede, izleyicilerin bu macera içinde insani ilişkilere ve duygusal etkiye kendilerini kaptırmaları mümkün olacak.”
“David inanılmaz vizyon sahibi biri. Onunla çalışmak harika bir deneyimdi” diyor Robbie ve ekliyor: “Bir film setinde atmosferi belirleyen yönetmendir ve bizim setimizde olmak bir zevkti. Bu gerçekten de David sayesinde oldu, çok nazik bir tavrı var.”
Sette, ayrıca, orada olan herkeste silinmez izler bırakan etkili bir isim daha vardı: Yapımcı Jerry Weintraub. Oyuncular ve yapım ekibi sektörün devlerinden biriyle çalışmaktan çok mutlu oldular. Skarsgård bunu şöyle ifade ediyor: “Jerry Weintraub’un yapımcılardan biri olması beni proje konusunda heyecanlandıran şeylerden biriydi. Kendisi müthiş bir yapımcı ve insandı… tek kelimeyle çok ama çok tatlı bir insan.”
Yates ise bu konuda şunları söylüyor: “Jerry kibar ama sert, sezgili, komik ve gerçek bir şov adamıydı. Birlikte çalışmayı seçtiği insanlara güveni sonsuz; ve kaçınılmaz olarak onların kendilerini dev gibi hissetmelerini sağlıyor. ‘The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi’nin gerçek kahramanı oydu çünkü birkaç yıldır projenin gelişimi için çalışmış. Kendisinin hayata geçirmek istediği bir filmin gerçekleşmesini sağlamak hepimiz için bir onurdu. Onu çok özlüyoruz.”
“Gerçeküstü bir insandı basmakalıp bir söz gibi gelebilir ama Jerry Weintraub’un durumunda yüzde yüz doğru bir tanımdı” diyen Barron, şöyle devam ediyor: “Hakikaten özel biriydi: Tutkulu, açık sözlü, düşünceli, bilgili ve eğlenceli. Her şeye, ama özellikle de ‘Tarzan’a karşı muazzam bir coşkusu vardı. Biliyorum ki filmin bitmiş haliyle çok gurur duyardı. Bizim kısacık birlikte çalışma sürecimiz çok hoşuma gitti, daha fazlası olamayacağı için üzgünüm.”
Film Yates ve Barron’ı “Harry Potter”dan birçok çalışma arkadaşıyla bir araya getirdi: Bunlar arasında, yapım tasarımcısı Stuart Craig, kurgu ustası Mark Day ve görsel efektler amiri Tim Burke bulunuyordu. Yaratıcı ekipte, ayrıca, görüntü yönetmeni Henry Braham, kostüm tasarımcısı Ruth Myers ve besteci Rupert Gregson-Williams yer alıyordu. Filmin tamamlanması için gerek bu isimlerin gerek departmanlarının tüm becerilerini, deneyimlerini kullanması ve omuz omuza çalışması gerekiyordu.
“The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi”nin prodüksiyonu müthiş bir tasarım, çığır açıcı nitelikte hava çekimleri ve son teknoloji görsel efektlerin olağanüstü bir füzyonunu kapsadı; ve tüm bunlar çekimler İngiltere-Leavesden’daki plato ve setlerde gerçekleştirilmiş olduğu halde, Afrika’nın görkemli doğasını ve yaban hayatını sunmak üzere birleştirildi. Ve her ne kadar insan karakterler çeşit çeşit Afrika türleriyle etkileşim içinde olsalar da, filmin yapımında hiç gerçek hayvan kullanılmadı. Hayvanların tamamı —gorillerden fillere ve daha nicesine— yalnızca son teknoloji BYG (bilgisayar yapımı görüntü) ile olağanüstü gerçekçi bir şekilde hayata geçirildi.
Ön-yapım aşamasında, hayatının son 15 yılını Afrika’nın Gabon ulusunun yaban hayatını ve doğal kaynaklarını koruma mücadelesi vermeye harcamış olan Josh Ponte, ülkenin zengin ormanları, yamaçları, nehirleri ve şelalelerinin ihtişamını David Yates’e göstermek için askeri bir helikopter ayarladı. Yönetmen altında uzanan alanın güzelliğine hayran olarak geçirdiği dört günün sonunda aradığı mekanı bulduğunu anlamıştı. Nihayetinde, Leavesden’daki çekimlerin ardından altı hafta boyunca kayda alınan, gözden uzak bu doğa parçaları Stuart Craig’in setleriyle kusursuz bir şekilde birleştirilerek hikayenin fonunu oluşturdu.
Ponte, Gabon’a yapılan o ilk keşif gezisine rehberlik ettikten sonra, projeye Afrika teknik danışmanı olarak dahil oldu ve bilgileriyle her departman için gerçekçilik anlamında paha biçilmez bir katkı sağladı. “Josh’ın bizimle olması müthişti” diyor Barron ve ekliyor: “Çok uzun zamandır Afrika’da, özellikle de Gabon’da çalıştığı için, bizim hikayemizdeki tarihi bağlamdan köy kültürüne ve hayvanlara kadar her konuda son derece bilgili.”
Yates ise şunları söylüyor: “‘The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi’ bizi Afrika’nın derinliklerinde bir maceraya götürüyor; orası da bu gezegendeki herhangi bir yer kadar egzotik ve huşu uyandıran bir yer. Heyecanlı bir film yaparken, bir yandan da aile, topluluk ve doğal hayatın korunması temalarına değinmek istedik. Filmimiz Afrika doğasının ihtişamını, bölge halkının haysiyetini ve zarafetini, hayvanlarının harikalığını takdir ediyor. Hikayenin onu zenginleştirdiğini ve sinema için çok heyecanlı bir deneyim haline getirdiğini düşündüğümüz pek çok katmanı var.”
OYUNCU KADROSU
Yates, filmin başında, “John, Tarzan olarak hayatını gerisinde bırakıp, yanında karısı Jane’le birlikte Lord Greystoke kimliğine bürünüyor” diyor.
Yine de, yıllarca orada yaşamasına rağmen, “John hâlâ Viktorya dönemi İngiltere’sine ayak uydurmaya çalışıyor” diyen Skarsgård ise, şöyle devam ediyor: “Bunca zamandır gizli tutmayı başardığı bir yanı var; bunu anlamak karakteri bulmakta önemli bir adımdı. İnsan ile canavar arasındaki ikilik beni her zaman çok etkilemiştir. John gibi bir karakteri ele aldığınızda, ikilik çok aşırı uçlarda. Takım elbiseli bir İngiliz asilzadesi olarak başlıyor, sonra katmanları birer birer soyarak Tarzan’ı ortaya çıkartıyorsunuz. Bu dönüşümü oynamak harikaydı.”
Yates filmin merkezindeki rol için Skarsgård’un doğru oyuncu olduğunu bilmesinin birçok nedeni olduğunu söylüyor: “Gerçekten yetenekli bir oyuncu olması başta olmak üzere, istediğimiz her şeye sahipti. Elbette, cüsse olarak Tarzan’ın kahramanca özelliklerini sergileyebilirdi ama aynı zamanda onun hassasiyetini ve kırılganlığını da yansıtacak derinliğe ulaşabilirdi. Bu bileşim onu mükemmel kıldı çünkü bizim Tarzan’ımız gerçekten de çok katmanlı, karmaşık bir insan. Alex bunların tümünü hayata geçirebilirdi.”
Hem Skarsgård hem de Robbie’nin bu rollere uygun görülmesinin nedenlerinden biri de aralarındaki kimyaydı. “John ile Jane arasındaki aşkı anında hissetmemiz hayati önem taşıyordu” diyor Yates ve ekliyor: “Çünkü Afrika’ya varmalarından kısa bir süre sonra ayrılıyorlar. Ciddi bir süre ayrı tutuldukları halde, aralarındaki bağın koparılamaz olduğunu hissetmeliydiniz.”
“Bence aralarındaki aşk hikayenin sonucuna odaklanmanızı sağlıyor çünkü, sonuç olarak, onların yeniden bir araya gelmesini istiyorsunuz. Güzel aşk hikayelerine bayılırım. Tarzan’ın Jane’i geri almak için dünyanın en ücra köşelerine gidiyor olması kavramı bile insanın içini ısıtıyor… özellikle de bunu yapan kişi Alexander Skarsgård ise” diyor aktris gülerek ve ekliyor: “Onun müthiş bir karizması var ve rolüne kendini tam anlamıyla verdi ama bunun da ötesinde kendisi çok ama çok iyi bir insan, onunla çalışmak bir rüyaydı.”
Bu his karşılıklıydı. “Margot çok tatlı ve çok kıpır kıpır bir insan” diyen Skarsgård, şöyle devam ediyor: “Onunla çalışmak ok eğlenceliydi. Ayrıca, kendisi çok çetin ceviz bir Avustralya kızı. Jane’i yaratırken bu özelliğinden kesinlikle yararlandı.”
Yönetmen de Robbie’yi role istemesinin bir nedeni olarak bu içten gelen gücü gösteriyor: “Jane’in cesur ve tutkulu olması gerekiyor. O, kurtarılmayı bekleyecek narin bir çiçek değil; kendisi de birilerini fena haklayabilir. Margot müthiş bir aktris olmasının yanı sıra, yürekli de; onun bu özelliğini seviyorum. Jane’i fevkalade ve çağdaş bir kadın olarak resmetti.”
Robbie başka türlü yapmasının mümkün olmadığını net bir dille belirtiyor: “Hiçbir zaman kurtarılmaya muhtaç hanımefendiyi oynamak istemedim; Jane de bunun tan tersi bir karakter zaten. David’le birlikte onun çok dişli ve güçlü bir kişilik olarak algılanması gerektiği konusunda karara vardık, bu yüzden onu canlandırmak konusunda heyecan duydum. Dövüşte karşılık verebilen bir kadın ve bu da Christoph Waltz’un canlandırdığı esas kötü adam ile Jane arasında harika bir dinamik yaratıyor. İkisinin arasında adeta bir akıl oyunu oynanıyor. Bu ilginç bir durum çünkü bir yandan fiziksel mücadeleye devam ederken bir yandan da zihinsel düzeyde savaşıyorsunuz.”
Waltz şeytani bir anlaşmaya giren Belçikalı elçi Leon Rom’u canlandırıyor. Rom, Tarzan’ın hayatını, Kral Leopold’un boşalmış kasalarını dolduracak kadar büyük miktarda elmasla değiş tokuş etme anlaşması yapmıştır. Tuzağını Lord Greystoke’u Kongo’ya döndürecek bir davetle kurar, ancak tuzağa yakalanacak kişinin Jane olacağını asla öngöremez. Ne olursa olsun, Jane oraya ayak basar basmaz Rom’un ölümcül tuzağında çaresiz bir piyona dönüşür… hain adamın kapanındaki yem olur.
Robbie, “Rom dehşet verici bir karakter ve Jane’in kafa kafaya tokuşmaktan biraz çekineceği biri. Ayrıca, gerçek hayatta da Christoph’la karşılıklı oynama fikri ilk başta biraz ürkütücüydü. Her an tetikte olmama yol açtı ki bu çok eğlenceliydi” diyor.
Waltz ise şunu söylüyor: “Margot dünya üzerindeki en şirin insanlardan biri ve onunla çalışmak bir harika.”
Büyük ölçüde kurgu ürünü bir karakter olmasına karşın, Leon Rom kısmen, o dönemde yaşamış gerçek birine dayanıyor. Waltz’a göre bu durum, “Filme tarihi bir boyut katıyor ki böylesi bir macera filminden beklenmeyecek bir şey bu. Ve hikayede bu entegrasyon çok zarif bir şekilde yapılıyor.”
Yates bu konuda şunları aktarıyor: “Karakteri geliştirirken Christoph’la gerçek bir yolculuğa çıktık ve kendisi bu sürece çok şey kattı; bunları memnuniyetle karşıladık. Kendisinin sezgileri karakterin çok ötesine geçiyor; hikayeye ve bağlama kendisinden çok şey katıyor ki bu da onu yapım sürecinde harika bir ortak haline getiriyor. Çok derin bazı tartışmalar yaptık ve bu sayede her ikimizin de ilgisini çeken bir Rom keşfettik.”
Barron ise, “Christoph ekranda belirdiği anda insanı büyülüyor. Rom yadsınamaz şekilde acımasız ama Christoph role şaşırtıcı şekillerde mizah katıyor. Feci zeki ve bir o kadar da iyi bir insan; ayrıca tam bir takım oyuncusu; isteyebileceğiniz her şeye sahip.”
Tarzan’ın Afrika’ya dönmesini isteyen tek kişi Rom değildir. John Clayton, Kral Leopold’un davetini reddettiğinde, George Washington Williams adında bir Amerikalı onu daveti kabul etmeye teşvik eder, ancak onun niyeti Rom’unkinden çok farklıdır. Samuel L. Jackson’ın canlandırdığı bu karakter de o dönemde yaşamış gerçek birinden kısmen esinlenilmiş. Aktör bu konuda şunları aktarıyor: “George, Tarzan’ın Kongo’ya gitmesini istiyor ki kendisi de onunla gidebilsin. Doğru olduğundan şüphelendiği şeyin kanıtını bulmak zorundadır: Tüm inkarlara rağmen, köle ticareti yapılmaktadır.”
İlginçtir ki, yakın zamanda Jackson kendi köklerinin Gabon’la bağlantısı olduğunu keşfetti. Bu durum için, “duygusal olarak daha iyi bir başlangıç noktası sundu; ve sanatsal olarak da karakterin kim olduğunu anlamama yardımcı oldu” dedikten sonra, sözlerini şöyle sürdürüyor: “George Washington Williams, esasen, Kral Leopold’un ülkeyi kendisinin ilan etmesinden sonra oraya giden ilk Afrika kökenli Amerikalılardan biri. Doğduğu tarih itibariyle, yakalanıp köle olarak gönderilmekten bir nesille kurtulmuş olabilir. Filmde, bu, belli ki onun yüreğine işleyen bir şey. Bu sayede onun kişisel düzeyde anlama imkanı buldum.”
Fiziksel düzeyde ise, George’un neye bulaştığı konusunda hiçbir fikri yoktu ve cangılda Tarzan’a ayak uydurmanın gereksinimlerine hazırlıksızdı. Bu durum hem gerginlik hem mizah yarattı. Skarsgård, “Cangıl George’un bilmediği bir alan, dolayısıyla John onu kendisine ayak uydurmasının imkansız olduğu konusunda uyarıyor. Ancak George daima orada, birkaç adım geride… soluk soluğa” diyor gülerek.
“Zaman içinde, ilişki ve bağ kurmaya başlıyorlar” diyen Yates, şöyle devam ediyor: “George rolü için kafamda hep Sam vardı çünkü bana göre dünyanın en iyi aktörlerinden biri, işte o kadar. Role yetkinlik, haysiyet ve inancın yanı sıra bir tür mizah getirdi.”
Leon Rom’un anlaşma yaptığı kişi, Tarzan’ın eski bir düşmanı olan Mbonga’dır. Bu şahıs özellikle elmas olmak üzere, maden açısından zengin Opar bölgesinin koruyucusu olan Mbolonga kabilesinin şefidir..
Rolü üstlenen Djimon Hounsou şunları kaydediyor: “Mbonga ülkesinin sahip olduğu zenginliği biliyor ama belki bu zenginliğin yanlış ellere düşmesinin getireceği ağır sorumluluğu anlamıyor. Güçlü bir karakter olmakla birlikte, geçmişte Tarzan’la yaşadığı bir şey yüzünden duygusal anlamda yaralı. Bunca yıldan sonra, öfkesi daha da büyümüş ve onu kontrolü altına almış. Tarzan’ı kandırıp Afrika’ya getirmek için Leon Rom’la anlaşma yapıyor. İntikam arzusu gözünü öylesine kör etmiş ki şeytanla anlaşma yaptığının farkında değil.”
Afrika doğumlu olan Hounsou sözlerine şunları ekliyor: “Afrika’nın güzelliğine her zaman hayran olmuşumdur ama ne yazık ki sesi olmayan bir kıtaydı Afrika ve pek çok açıdan hâlâ da öyle. Dolayısıyla, hikaye tamamen kurgu olsa da, temalarından bazıları hâlâ güncel.”
Yates ise aktör için şunları söylüyor: “Djimon muhteşem. Mbonga rolü için onu çok istedim ve evet dediğinde de havalara uçtum. Gerçek bir cevhere, zarafete ve güce sahip, duygusal niteliği sahici olan bir aktöre ihtiyacım vardı. Djimon tüm bu özellikleri barındırıyordu.”
John ve Jane Afrika’ya vardıklarında, kendileri için aile gibi olan Kuba kabilesiyle yeniden buluşurlar; kabile onların dönüşünü neşe içinde, şarkılarla kutlar. Şarkılar ve Kuba üyelerin canlandıran oyuncuların, tabi Skarsgård ve Robbie’nin diyaloglarının çoğu Lingala dilindeydi.
“Lingala dilinde konuşmak benim için uzak ara en zor işti” diyor Robbie ve ekliyor: “Bir sahnede Jane’in Lingala dilinde pek çok şey söylemesi gerekiyordu ve ben bir cümlenin altından bir türü kalkamıyordum. Birkaç denemeden sonra olay komik bir hâl aldı ve gülmeye başladım. Tabi bu durum işleri hiç kolaylaştırmadı. Gerçekten çok komikti.”
“1890’larda Lingala gerçek Kuba’nın dili miydi bilmiyorum; kendilerine ait bir dilleri olduğunu tahmin ediyorum” diye tahmin eden Ponte, şöyle devam ediyor: “Fakat bölgede yaklaşık 50 dil konuşuluyor, bu yüzden birinde karar kılmalıydık. Tercihimiz Lingala oldu. Oyunculara telaffuzu öğretmek için bir uzman getirttik.”
19. yüzyıl Afrika tarihinde otorite olan Ponte, oyuncular ve İngiltere doğumlu figüranlar için atölyeler düzenledi. Ponte, ayrıca, bilgi ve deneyimlerine dayanarak köyde duyulan şarkılardan bazılarının düzenlemesine de yardımcı oldu ama bazı şeylerin öğretilemeyeceğini keşfetti. “Onlara, kaydettiğim bir aşık atışmasını dinletmeye başladım ve melodiyi hemen kaptılar. David’e, ‘Onları özgür bırakman en iyisi’ dedim. Gabon’da, buna ‘ruhlar çıkıveriyorlar’ denir. Ruhlar gerçekten de çıkıverdi.”
Yates’in yorumu ise şöyle: “Filmimizde topluluğa saygımızı göstermek istedik. Bu özellikle Kuba’da net bir şekilde görülecektir. Dolayısıyla, kabileyi bir araya getirmek için çok zaman harcadık. Hepsi de o sahnelerin çekme deneyimine büyük sıcaklık kattı, elle tutulur bir enerji vardı. Arka platodaki köy setine adım atar atmaz başka bir yere ışınlanmış gibi hissediyordunuz.”
HAYVAN KRALLIĞI
Tüm buluşmalar insanlarla değildi. “The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi” pek çok harika hayvana yer verdi; ancak, filmin yapımında hiç canlı hayvan kullanılmadı. David Barron şunun altını çiziyor: “Gerçek hayvanlar kullanmadık çünkü vahşi hayvanların, mesela büyük kedilerin, fillerin ve büyük maymun türlerinin onlardan yapmanızı istediğiniz şeyi yapmalarını sağlamanın insani bir yolu yok —yani onlara davranılması gerektiği gibi davranarak. Ayrıca, günümüzdeki modern teknolojideki ilerlemelerle, buna gerek de yok. BY hayvanlar ne isterseniz ve ne zaman isterseniz tam olarak yapıyorlar; harikulade bir şey bu.”
Görsel efektler amiri Tim Burke, aralarında Framestore, MPC ve Rodeo FX’in de bulunduğu çeşitli görsel efekt firmasıyla çalışarak, perdeye çok çeşitli hayvanı olağanüstü gerçekçi bir şekilde taşımayı başardı. Her hayvan türü için, farklı ekipler belgeseller izleyerek iş koyuldular, yaban hayattaki çeşitli hayvanların davranışlarını incelediler. Bazıları onları bizzat görebilmek için hayvanat bahçelerini ziyaret ettiklerinde doğadaki hayvanlar ile esaret altındaki hayvanların oldukça farklı davrandıklarını fark ettiler. Bu referans malzemelere dayanarak, BYG animatörleri filmde görülen yerli hayvan popülasyonunu sadık bir şekilde yeniden yarattılar: Goriller, aslanlar, filler, ceylanlar, zebralar, suaygırları, devekuşları, antiloplar, timsahlar ve daha nicesi.
Türlerin çeşitliliği görsel efektler ekipleri için bahisleri yükseltti. Burke bunu şöyle açıklıyor: “Kürk, kuş tüyü ve deri yaratmada teknikler gelişti, ancak, bu çapta bir işle uğraştığınızda her şey karmaşık bir hâl alıyor —çok fazla sayıda kayıtta çok fazla öğeyi hayata geçirebilmek gerekiyor. Sadece son birkaç yıldır bu çapta bir işe kalkışır ve gerçekleştirebileceğinizi bilebilirdiniz. Çıta sürekli olarak yükseliyor ve biz de onun peşinden koşmaya devam etmeliyiz.”
Hayvanların doğrudan Tarzan’la etkileştiği anlarda bu çıta daha da yukarı çekilmişti: Tarzan bazen bir dişi aslanla sarmaş dolaş oluyor, bazen fillerin asaletine hayranlık duyuyor, bazen de bir zamanlar ailem dediği lMangani gorilleriyle yeniden iç içe oluyordu. “Tarzan’ın sevdiğim yanlarından biri hayvanlarla iletişim kurabilme becerisi” diyor Yates ve ekliyor: “Bence filmin en sihirli yönlerinden biri bu.”
O sahnelerde, gri kıyafetli bir performans dublörü hayvanın yerine geçti ve aksiyon için gerek Skarsgård gerek görsel efektler ekibi için uygun bir referans noktası oluşturdu. Bunun başlıca örneklerinden biri Tarzan ile goril kardeşi Akut arasındaki kavgaydı. Burke bunu şöyle aktarıyor: “Dublöre dolgulu büyük bir kostüm ve şeffaf bir başlık giydirdik. Böylece Akut’un genel boyutlarına erişti. Alex’e tepki verebileceği, Akut’un cüssesine ve şekline sahip bir şey vermemiz önemliydi; aksi takdirde, daha sonra mesela Alex’in kolunu Akut’un vücudunun içinden geçmesi ve onunla kesişmemesi gereken yerlerinin kesişmesi gibi riskler vardı. Bu, hareket kavrama değildi —oyuncular ve animatörler için bir rehberdi yalnızca— ama muazzam faydası oldu.”
Rehberler olarak, performans dublörlerinin gorillerin cüssesine yaklaşması kadar önemli olan bir diğer noktada onların hareketlerini taklit edebilmeleriydi. Dublör ekibi, bu amaçla, dublör koordinatörü Buster Reeves’in liderliğinde hareket koordinatörü Wayne McGregor’la çalıştılar. Tam olarak bir goril gibi hareket etmelerine gerek yoktu” diye açıklayan McGregor, şöyle devam ediyor: “Bir goril olmanın özünü yansıtmaları yeterliydi. Disiplin, insan gibi düşünmemeyi gerektiriyordu, dolayısıyla bunun ne anlama geldiğini irdelemek için birçok atölye çalışması yaptık. O hayvanların kilosuna hiçbir şekilde yaklaşamadığınıza göre, duruşunuz nasıl olur? Dört bacağınız üzerinde yürürken iki bacağa geçiş nasıl olur? Kafanıza, omuzlarınıza, bacaklarınıza ve kollarınıza ne olur? Farklı el kol hareketleri ne anlama gelir?”
Reeves ise şunları ekliyor: “Wayne’le birlikte aksiyonun en iyisini yaratmak için omuz omuza çalıştık. Ekibim için en zor olanı bir insanın tepkisini veremeyecek olmaktı çünkü doğal eğilim, özellikle de bir dövüş sahnesinde, bir insanın yapacağı gibi hareket etmektir. Hayvan aleminde kalmak en büyük zorluktu.”
Öte yandan, Skarsgård’ı daha da büyük bir zorluk bekliyordu: John Clayton ile Tarzan arasındaki gitgide incelen çizgide yürümek. Aktör bu konuda şunları söylüyor: “Karakteri canlandırmanın büyük bir kısmı o dönüşümü bulmaktı —takım elbiseli, İngiliz asillerine uygun biri olarak başlayıp içindeki hayvani duyguların yavaş yavaş açığa çıkmasına izin vermek. Bu dönüşüm David, Wayne ve benim üzerinde çok konuştuğumuz bir şeydi. Filmin başında, John Londra’dayken, biraz tuhaf bazı anlar yaşadık; onun yolculuğu boyunca, duruşu ve hareket ediş biçimi değişiyor.”
Yates ise, “Wayne, Tarzan’ın fiziksel yönünün irdelenmesine çok özgün bir düşünce süreci getirdi” diyor ve ekliyor: “Alex’i hep şaşırtıcı düşüncelerle donattı ve bu düşünceler karaktere muazzam değer kattı.”
Skarsgård bu role hazırlanırken yoğun bir antrenman programına daldı. Fiziksel eğitmen Magnus Lydgback programın karaktere uygun olarak hazırlandığını söylüyor: “Ağırlık kaldırma ve kardiyoyla başladık ve sette mobil bir jimnastik salonu bulundurduk. Ama Tarzan gibi, lime lime olması ve cangılda bir panter gibi hareket etmesi gereken birini canlandırıyorsanız, sürekli olarak antrenman salonuyla yetinemezsiniz. Bu yüzden, yüzme, koşma, boks ve farklı dövüş sanatlarına yöneldik.”
Yates başrol oyuncusunun kararlılığından etkilendiğini söylüyor: “Alex hiç durmadı. Güne başlarken iki saat antrenman yaptı ve günün sonunda da yine antrenman yaptı. Mükemmel bir Tarzan olmak için elinden geleni yaptı. Ve bana göre, gerçekten öyle.”
Elbette, ideal Tarzan’ın bir özelliği de yerçekimini yalanlayan bir şekilde cangılda yol almaktı. Yönetmen bunu şöyle açıklıyor: “Tarzan’ın sarmaşıklarla sallanarak cangılda gezmediği bir Tarzan filmi olmazdı ama bunu daha da görkemli hâle getirmek istedik.”
Burke arzu edilen hareket mesafesi, hızı ve akıcılığını elde etmenin tek yolunun bilgisayar yapımı efektler kullanmak olduğunu belirtiyor: “Tarzan’ın ağaçlar arasında sallanması ve uçurumlardan aşağı dalması gibi şeyler yaptığı sekanslarda, ihtiyacımız olan hareket özgürlüğünü sağlamak için tamamen BY bir karakter yaratmamız gerektiğine karar verdik.” Bir Cirque du Soleil trapez sanatçısı uygun form ve hareketi göstererek animatörler için model görevi gördü.
Öte yandan, yüzü yalnızca Skarsgård’a aitti. Burke bunu şöyle açıklıyor: “Bu film için onun yüzünü yakalamak amacıyla ilginç bir çekim yöntemi geliştirdik. Alex’in yüz performansını gerçek zamanlı olarak kaydetmek için 16 RED Dragon kamera barındıran geniş ve dairesel bir düzenek kurduk. Bu sayede yüzünün gerçek zamanlı geometrisini düz ışıklandırılmış dokuyla birlikte elde ettik; daha sonra bunu BY karakterin üzerine yerleştirdik. Bu sayede Alex’in gerçek performansını kendi yüz özellikleriyle alabilme olanağı bulduk ve bunu her sahne için yeniden ışıklandırdık. Yani bedeni bilgisayar yapımı olsa da, gördüğünüz yüz Alex’e ait.”
İNGİLTERE’DEN AFRİKA’YA
Yapım, çok daha büyük çapta, Gabon’un nefes kesen manzaralarını kaydetmek için küçük RED 6K kameralarını kullanarak bir ilki başardı. BU kayıtlar hikaye için birincil mekanı oluşturdular. Ana çekimlerin başlangıcından aylar önce, Josh Ponte, Yates’i keşif gezisine çıkarmak için Gabon başkanına ait olan helikopterin ödünç alınmasını organize etti. “David bir şekerci dükkanındaki çocuk gibiydi, burnu cama sıkı sıkıya yapışmıştı” diyor Ponte ve ekliyor: “Sadece kendi kafasında hayal ettiği yerleri görüyordu. Hepimizin Tarzan’ın dünyasının neye benzediğine dair bir fikri var ama burası gerçekti.”
Yine de, filmin büyük çoğunluğunu çekmek için film ekibinin tamamını Gabon’un güvenli olmayan vahşi doğasına bırakmak mantık olarak ve çevre açısından çok elverişli görünmedi. Bunun yerine, yapımcılar Gabon’un güzelliğini havadan görüntülemenin bir yolunu buldular. Yapımcıların siparişi üzerine, sinema için hava kamera sistemleri konusunda uzman olan Shotover’ın monte ettiği altı kameralık bir yuva üretildi. İki sıra üzerinde üçerli kamera sisteminin helikoptere monte edilmesiyle, görüntü yönetmeni Henry Braham, Gabon’un farklı manzaralarını nefes kesici ayrıntılarla görüntüledi.
Braham bu konuda şunları söylüyor: “Bu malzemeyi kendimin çekmesi benim açımdan çok büyük fark yarattı çünkü her sahne için hangi ışık şartlarına ve doğa örtüsüne ihtiyacım olduğunu tam olarak biliyordum ve fon için kaydı bu doğrultuda yapabiliyordum ama hızlı değişen tropikal ortamda bunu yapmak da ayrı bir zorluktu. Filme daha fazla görsel boyut kazandırabilmek için fazladan doğa görüntüleri de aldık.”
Belli sahneler için, örneğin nehir boyunca ya da cangıl içinde seyahat gibi, uzun hat tekniği kullandılar: 2×3’lü düzenek ya da 15 metre kablolu geleneksel kamera sarkıtıldı ve bu sayede, karadan ulaşılamayan yerler görüntülenebildi.
Burke bu konuda şunları aktarıyor: “Altı kamera neredeyse 180 derecelik bir görüş alanı sağladı ama sonra ileri doğru, geriye doğru ve iki yana doğru ayrı ayrı kayıtlar alarak fotografik açıdan gerçek, hareketli bir 360 derecelik görüş elde ettik. Sonuçlar harikaydı çünkü canlı aksiyonu canlı aksiyonla birleştiriyorsunuz böylece gerçekçilik ve kusursuzluk hissi elde ediyorsunuz. Çekimlerde sınırları zorladığımızı kesinlikle söyleyebilirim. Biliyorum ki daha önce hiç bu kadar ileri ya da maceracı bir şey yapmamıştım.”
Ana çekimler sırasında, Braham “helikopter çekiminin karşıt ucu” olarak nitelediği şeyde de aynı kameraları kullandı. Bunu şöyle açıklıyor: “David filmin görsel dili için çok sayıda yakın çekim yaparak filmin geniş sinematik çapına denge getirmek, ayrıca duygusal açıdan daha samimi bir bakış açısı yakalamak istedi. İhtiyacımız olan çeşitliliğe ulaşmak uğruna, RED firmasıyla yeni geliştirdikleri 6K kamerayı filmdeki zorluklara uygun hâle getirmek için beraberce çalıştık. Hafiflik, kompakt teknoloji ve geniş negatif alanın bileşimi olağanüstü görüntüler üretmeye yardımcı oldu. ‘The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi’ bu teknolojiyle çekilen ilk filmlerden biri.”
Braham’le ilk kez birlikte çalışan Yates görüntü yönetmeninden övgüyle söz ediyor: “Henry olağanüstüydü. Her şeyi kendi yapıyordu: Işıklandırma, sabit kamerayı çekip çevirme, el kamerasıyla etrafta koşuşturma… Dört günün sonunda, onu kenara çekip, ‘Henry, bu yaptıkların dahiyane. Hepsi muhteşem görünüyor. Ama bu uzun bir çekim, neden kameraları başkalarına bırakmıyorsun?’ diye sordum. Bana şöyle yanıt verdi: ‘David, ben iyiyim’. Ve filmin sonunda hâlâ dimdik ayaktaydı. Filmin estetiğine muazzam katkı sağladı. Gerçek bir partnerdi.”
“The Legend of Tarzan/Tarzan Efsanesi” Yates’in yapım tasarımcısı Stuart Craig’le ise beşinci ortak çalışmasıydı. Yönetmen bu durumun kendisine Afrika’yı Leavesden’a getirebilecekleri konusunda tam bir özgüven sağladığını belirtiyor: “‘Harry Potter’da geçirdiğimiz yılların ardından, onun bu dünyayı inşa edebileceğini biliyordum. Afrika’daymışız gibi hissedilmesini istedik ama kıtanın yeşil açısından zengin ve romantik bir versiyonunu —filmin destansı ve nefes kesici hissine katkıda bulunacak bir şekilde gerçekten yükseltecek bir versiyonunu. Dolayısıyla, süreç Stuart ve tasarım ekibiyle başladı; ardından, setleri Gabon’daki o dünyanın BY uzantılarıyla sentezledik. Bu da bize çevre üzerinde tam bir kontrol sağladı.”
İki platonun tamamını işgal eden Craig ve ekibi, karakterler cangılda ilerledikçe tekrar tekrar yeniden dekore edilmesi gereken bütün bir cangıl “büyüttüler.” Craig bu konuda şu ayrıntıları veriyor: “Toplamda cangıl setlerinin yedi farklı versiyonu vardı ki sürekli olarak aynı yerde olduğunuzu hissetmeyin. O çapta bir doğa parçasını kopyalamak herhangi bir sanat departmanı için muazzam bir görev.”
Yates şunu aktarıyor: “Stuart’ın becerilerinden biri, (amir sanat yönetmeni) James Hambidge’le çalışarak hikayenin ilerleyişiyle birlikte cangıl setlerini tekrar tekrar yeniden yaratmak. Başlangıçta, bunun başarılı olmasını sağlayıp sağlayamayacağımızı merak ettik ama Stuart müthiş bir iş çıkardı. Alanlara aynı platoda olmalarına rağmen farklı his verecekleri şekilde hayat vermeyi başardı.”
Set dekoratörü Anna Pinnock ve bitki amiri Lucinda McLean yağmur ormanını dekore etmek için gerekli çok çeşitli egzotik çiçek ve bitkileri edinmek üzere Hollanda’ya gittiler. Bitkilerin bakımı için özel ışıklar ve bir sulama sistemi kurularak plato gerçek anlamda seralara dönüştürüldü.
Sanat departmanı üyeleri gerçek bitkilerin arasına çeşitli yapay ağaçlar eklediler ve Craig’in ifadesiyle, “onları birer heykel gibi tasarladılar.” Craig, “İlerledikçe, işin püf noktasının ağaçları yapraklara boğmak değil, yaprakları arkalarına koyup ağaçları siluete dönüştürmek olduğunu öğrendik. Bu bir çiçek aranjmanı gibi, ama çok ama çok büyük çapta” diyor gülerek.
Cangılın ve diğer setlerin yapımında, hatta onların daha da geniş, göz alabildiğince uzanıp giden yerlere dönüştürülmesinde görsel efektler de kilit bir öğeydi.
Leavesden platoları, sazdan kulübe çatılarıyla Kuba köyünün ve Mbonga’nın derin uçurumlarla çevrili ininin de aralarında bulunduğu birçok önemli sete ev sahipliği yaptı. Devasa kaya oluşumları Galler’deki bir taş ocağından çıkarılmış kayaların kalıplarından üretildi. Mekana fon oluşturan dağlık arazi Kuzey İtalya’daki dolomitlerde çekildi.
Setin başlıca öğesi dağdan akan şelaleydi. Özel efektler amiri David Watkins, “AR-GE, büyük ölçüde, şelaleye, setin tepesinden su akıtılıyormuş gibi değil de, gerçekmiş hissi vermeye yönelikti. Devasa dizel pompaları suyu yönlendirme plakalarına püskürttü; bu sayede su dağıldı ve katman katman oldu” diyor.
Craig ise şunları ekliyor: “Aslında 30 metrelik bir uçurumdan akan iki şelale vardı. Muazzam bir su kütlesiydi ve ortaya çıkan sonuç hayal edebileceğimden çok daha görkemliydi. Ve gerçek bir şelalenin aksine, onu kapatabiliyorduk ki bu da olağanüstü bir avantajdı.”
Oyuncular da aynı ölçüde etkilendiler. “Setler inanılmazdı” diyor Skarsgård ve ekliyor: “Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Gerçekten de, o ortamlardaymışız gibi hissetmemiz bize çok yardımcı oldu.”
Waltz bu görüşe katılıyor: “Böylesine büyük, şelaleli, nehirli, cangıllı film setlerine sahip olmak… Bu çapta şeylerin olması akıl almazdı ve hepsi de son derece güzeldi.”
Büyük ahşap iskelenin yapımında Craig’in sanat departmanına özel efektler ekibi de katkı verdi; Leavesden’in su tankının kenarına inşa edilen iskele daha sonra kilit bir sekansta havaya uçuruldu. Watkins bunu şöyle açıklıyor: “Büyük bir yapıydı —30 metre uzunluğunda, yaklaşık 12 metre yüksekliğindeydi— ve havaya uçuruluşu görsel efekt değil tamamen gerçekti, yani oldukça zorlu bir işti. Öncelikle oyuncu kadrosu ve çekim ekibinin üzerinde çalışacağı güvenli ve işlevsel bir set parçası olması gerektiği için çok fazla hazırlık gerektirdi. Daha sonra, işaret verildiği anda çökmesini mümkün kılmak için tüm güvenlik önlemlerini kaldırdık.”
Leon Rom’un gerçek bir deniz taşıtı olan istimbotunda da çeşitli sahneler geçiyordu. Tekne uzmanı olan sanat yönetmeni Christian Huband bu konuda şunları paylaşıyor: “Askeri tarzda yüzer dubaların üzerine inşa edildi. Güverteleri, kabinleri, ayrıca çarkları besliyormuş gibi görünen çalışır durumdaki motorları taşıyacak bir süper yapı yarattık. İstimbot aslında teknenin dışından, gizlenmiş konumlardan kontrol edildi. Aslında geminin bilindik türde bir gövdesi yoktu, su yüzeyinden 8-10 santim yüksekte kenarları vardı yalnızca.”
İstimbot ilk olarak Windsor Great Parkı’ndaki Virginia Gölü’nde kullanılmış, daha sonra parçalanıp Leavesden’a nakledilmiş ve burada yeniden birleştirilmişti.
Filmin çekimleri çeşitli Birleşik Krallık mekanlarına da uzandı. Bunlardan en kayda değer olanı Greystoke Malikanesinin yerine geçen, ihtişamlı Kedleston Hall’du. 18. yüzyıldan kalma bu Derbyshire simgesi artık Milli Emlak’a ait. Yapı yapımcıların Clayton aile evi için arzu ettikleri her şeye sahipti. Craig bunu şu sözlerle doğruluyor: “Neo-klasik mimarinin çok güzel bir örneğini oluşturan, devasa mermer sütunları olan muazzam bir ev. Binanın sert görünümü kilit bir öğeydi çünkü John Clayton’ın durumuyla ilgili algımıza katkıda bulunması için bir tehdit havası taşımasına ihtiyacımız vardı.”
John ile Jane’in romantik bir an paylaştığı muhteşem sedir ağacı yatay dallarından ötürü özellikle seçilmişti. Ağaç “Downton Abbey” dizisi tarafından meşhur edilmiş Highclere Kalesi topraklarında bulunmuştu.
Alexander Skarsgård’un Ruth Myers tarafından tasarlanan kostümü de karakterin içinde bulunduğu şartları yansıtıyordu: Tarzan yeniden ortaya çıktıkça, yavaş ama belirgin bir şekilde gerçekleşen bir metamorfoz. Myers bu konuda, “John Clayton’ın Londra’daki kıyafetlerinin onu çok sıkı sıkıya sardığı izlenimi vermesi çok önemliydi. Bu kıyafetler her ne kadar çok iyi kesimli dursalar da, ilk başta çok sınırlayıcı görünüyorlar. Daha sonra, elbette, zaman ilerledikçe kıyafetleri de gitgide daha dağınık ve yıpranmış bir hâl alıyor, ta ki pislik ve çamur içinde kalana dek; bu da ona tamamen organik bir görüntü veriyor” diyor.
Aynı şekilde, Jane’in gardırobu da daha kısıtlayıcıdır, ama Londra’da bile, günün modasına başkaldırdığının sinyallerini verir. Onu ilk gördüğümüzde, İngiltere’nin onu kısıtladığını istedik çünkü Afrika’da çok özgür yetiştirilmişti. Dolayısıyla, kıyafetleri o dönem düşünülerek hazırlandı ama dönemsellik anlamında tam olarak doğru değiller. Örneğin, hiçbir zaman jüpon giymiyor. Oysa o dönemde bir hanımefendi her zaman jüpon giyerdi. Burada onun biraz asi olduğu izlenimini veriyoruz” diye açıklıyor kostüm tasarımcısı.
Margot Robbie de Jane’in ilk fırsatta korsesinden kurtulmasına özellikle şükrettiğini dile getiriyor: “Bu beni gerçekten mutlu etti çünkü aylarca korse giyme düşüncesi, özellikle de etrafta koştururken, tek kelimeyle berbattı. Dolayısıyla, korsesini çıkarması fikrini hemen kabul ettim. Ve bence bu, karaktere de çok uydu. İngiltere’deki ihtişam görüşü ona hiç hitap etmiyor; ve cangıla içinde korseyle gitmeyecek çünkü hiç pratik değil.”
Kıyafetlerde renk de önemli bir unsurdu. Myers bunu şöyle açıklıyor: “Margot’yu önce mavi bir kıyafetle görüyoruz. Gerçi elbisenin içinde muhteşem duruyor ama mavi Londra’nın soğuğunu yansıtıyor. Sonra Afrika’ya vardığında tekrar ışığa çıkıyor.”
Leon Rom neredeyse baştan aşağı beyaz giyiyor çünkü “çok temiz ve titiz bir adam” diyor Myers ve ekliyor: “Kıyafeti her kirlendiğinde, üzerindekini çıkarıp temiz bir tane giyiyor.”
Myers şu noktaya parmak basıyor: “Kostümler dönemin özünü yansıtsa da, David’le üzerinde anlaştığımız konu, bunların tam anlamıyla dönemin özgün kıyafetleri olmamasıydı. Birkaç şeyde hile yaptık ama buna fırsat vardı çünkü kendi dünyamıza yükseltilmiş bir gerçeklik katmak istedik.”
“Ruth çok ilham verici bir çalışma arkadaşıydı” diyor Yates ve ekliyor: “İşine öylesine bir tutku ve coşku kattı ki ortaya harikulade bir sonuç çıktı.”
Myers özellikle kabile kıyafetlerinde yaratıcılığını kullanmaktan keyif aldı. Bunlardan biri Djimon Hounsou’nun giydiği leopar desenli savaşçı kıyafetiydi ama kostüm için hiçbir şekilde leopar derisi kullanılmadı. “Bu kostüm çok büyük bir çaba gerektirdi” diyen Myers, şöyle devam ediyor: “Başlığı ve pençeleri için çok zaman harcadık. David Yates ile birlikte, son hâlini bulmadan önce çeşit çeşit prototipin üzerinden geçmek için saatler harcadık. Kostümün kendisi çok geniş omuzları ve başlığıyla çok tehditkardı, zaten amaç da korkutucu olmasıydı.”
Hounsou kostümün istenen etkiyi yarattığını söylüyor: “Afrikalıların kültürel bakış açısından, eğer bir hayvana öykünmeye çalışıyorsanız, o hayvanın kendisi olmalısınız. Dolayısıyla, Mbonga bir leopar kimliğine büründüğü için onun pençelerini, derisini ve kafatasını taşıyor. Bunun oldukça etkili bir görünüm olduğunu söylemeliyim; kostümündeki her şey onun dikkate alınması gereken bir güç olduğuna işaret ediyor. Kostümü üzerime giydiğimde kendimi bir savaşçı gibi hissettim… gerçekten bir leopar gibi hareket edebilirmişim gibi hissetim.”
Afrika temaları, Rupert Gregson-Williams’ın bestelediği, müzikte de kendini gösterdi. Afrika’nın Tarzan’da uyandırdığı duyguları hissetmemiz elzemdi” diyor besteci ve ekliyor: “Film Zoe Mthiyane’nin güzel sesiyle bizi çağırışıyla başlıyor. Farklı enstrümanlarla oynadım —elbette bol bol davul ve de Batı Afrika flütleri kullandım.”
Besteci, ayrıca, farklı karakterler için temalar da yarattı. Bunu şöyle aktarıyor: “Tarzan’ın hem cesur hem duygusal bir teması var; ayrıca, Tarzan ile Jane’in aşkı için de bir tema besteledim. Tarzan onu Yüzbaşı Rom’un pençelerinden kurtarmayı umutsuzca istiyor ve bu melodi onları cangılda buluşturuyor.”
Yates ise, “Müzikte orkestra var ama Afrika’dan öğeleri birleştiren, ortama ve ambiyansa çok uygun bir müzik söz konusu. Sadece boşlukları doldurmak için değil çok daha derin bir şey katmak için var. Müziğin bizimle birlikte karakterleri irdelemesini ve serüvene eşlik etmesini istedim.”
Yönetmen son olarak şunları söylüyor: “Film yapmanın harika yanı izleyicileri Afrika gibi büyülü bir yere götürebiliyor olmanız; muhteşem bir şey bu. Seyahat etmelerine gerek yok; sinemaya kadar gidip hiç hayal edemedikleri bir başka zamana, bir başka dünyaya ışınlanabilirler. Bir sinemacı olarak bu büyük bir ayrıcalık.”