New Line Cinema’dan çıkan korku gerilim filmi Dehşetin Yüzü / The Nun, rekor kıran filmleri dünya çapında seyircilerin ödünü patlatan Korku Seansı / The Conjuring evreninin bir başka karanlık köşesini keşfediyor.
Corin Hardy’nin (The Hallow) yönetmenliğini yaptığı ve yapımcıları James Wan ve The Conjuring serisinin tüm filmlerinin yapımcılığını üstlenen Peter Safran olan bu yeni korku festivali, şeytani varlığını ilk kez The Conjuring 2’de gördüğümüz kötü ruhlu rahibe Valak’ın şoke edici kökenine iniyor.
Romanya’da dünyadan uzak bir manastırdaki genç bir rahibe intihar edince, tekinsiz bir geçmişe sahip olan bir rahip ve son yeminini etmek üzere olan bir rahibe adayı, araştırma için gönderilir. Birlikte bu manastırdaki grubun kötülük dolu sırrını ortaya çıkarırlar. Sadece hayatlarını değil, inançlarını ve ruhlarını da tehlikeye atan ikili, rahibe kılığındaki kötücül bir güçle karşı karşıya kalırlar, manastırda yaşayanlar ve lanetlenmişler arasında dehşet verici bir savaş meydanına dönüşür.
The Nun’ın oyuncuları şöyle: Peder Burke rolünde Oscar’a aday gösterilen Demian Bichir (A Better Life), Rahibe Irene rolünde Taissa Farmiga (TV dizisi American Horror Story), yerel köylü Frenchie rolünde Jonas Bloquet (Elle). Kadroda aynı zamanda manastırdan Rahibe Victoria rolünde Charlotte Hope (TV dizisi Game of Thrones), Rahibe Oana rolünde Ingrid Bisu (Toni Erdmann) ve The Conjuring 2’deki Valak rolüyle geri dönen Bonnie Aarons yer alıyorlar. Hardy’nin yönetmenliğini yaptığı The Nun’ın senaryosu Gary Dauberman’a (IT, Annabelle filmleri) ait.
YAPIM HAKKINDA
Finit Hic, Deo! (Tanrı Burada Biter!)
Kutsal kisveye bürünmüş lanetli iblis, James Wan’ın Conjuring evreninin son bölümü olan ve kendisinin dehşet verici simasının kökenine adanmış korku gerilim The Nun ile geri dönüyor.
Seyirci, Lorraine Warren’ın rüyalarında ona bela olan ve onu dehşete düşüren Rahibe Valak’ı ilk olarak The Conjuring 2’de görmüştü. The Nun’da iyinin kötüye karşı verdiği destansı savaş, karanlık geçmişe sahip bir rahibi ve Şeytan Rahibe’ye karşı peşini bırakmayan tek şeyin sadece kendi geçmişi olmadığı bir rahibe adayını bir araya getirir.
Filmin, özellikle de Rahibe karakterinin fanatiği olan yönetmen Corin Hardy şöyle diyor: “Rahibe’yi ilk gördüğümde onun gizemli yanını sevdim. Onun için hiçbir açıklama yapılmamıştı ama görüntüsü ve davranışları çok korkutucuydu. Mükemmel, sembol niteliğinde bir korku karakteriydi, rahibe kıyafeti suratını örtüyor ve onu insan değilmiş gibi göstermek için vücudunu ve kol-bacaklarını da gizliyor.”
Filmin yapımcılarından James Wan şöyle diyor: “Rahibe gibi kutsal ve saf görülen bir şeyin, şeytani ve doğaüstü bir şekilde sapkınlaşması, insanları derinden rahatsız ediyor.”
Wan ve yapımcı arkadaşı Peter Safran, karakterin beyazperdede ortaya çıktığı ilk andan beri Rahibe’nin seyirciyle derin bir psikolojik bağ kurduğunu biliyormuş. Safran anlatıyor: “Göreceli olarak küçük ama önemli bir rolü vardı, dolayısıyla insanlara bu kadar hitap etmiş olması inanılmazdı. Rahibe’nin başlangıcını anlatan bir hikâyeyi hak ettiğini biliyorduk, insanlar onun nereden geldiğini merak ediyordu… Tabii nedenini de.”
Wan ve Safran, filmi The Hallow’u izledikten sonra, yönetmenliği Hardy’ye vermiş. Hardy şöyle diyor: “O telefonu alınca bir hayalim gerçekleşmiş oldu. Canla başla uğraşacağımı biliyordum ve Conjuring evreninin yeni bir parçasını oluşturacağım için heyecanlıydım.”
Safran şöyle diyor: “Hepimiz Corin’in filmini beğenmiş ve bu iş için biçilmiş kaftan olacağını düşünmüştük. O dört dörtlük bir yönetmen, karakter odaklı sinema yapıyor ve gerilimi nasıl yaratacağını, seyircilere çığlık attırmak için özgün ani korkular yaratmayı biliyor.”
Aynı zamanda başyapımcılardan olan senarist Gary Dauberman, son derece başarılı Annabelle ve ruhunu şeytanın ele geçirdiği bebeğin özgün hikâyesinin anlatıldığı, şeytani Rahibe’nin kısa süre ekranda göründüğü Annabelle: Creation’ın senaryosunu yazdıktan sonra doğal bir tercih olmuş.
Hardy anlatıyor: “Senaryo çok gerilimli. Gary çok yetenekli bir yazar, bu türü gerçekten benim gibi iyi biliyor, korkuyu çok seviyor ve tutku duyduğu belli oluyor. Hikâyeyi büyük fikirlerle ve dehşet verici manzaralarla karşılaşan çok ilginç karakterlerle dengeledi. Hikâye insanı baştan sarıyor ve asla bırakmıyor.”
Peder Burke rolündeki Demian Bichir, senaryoyu okurken bu paranormal hikâyenin anında ilgisini çektiğini söylüyor: “Görkemli kurguya bayıldım ve Peder Burke’ün okuduğum en zengin karakterlerden biri olduğunu düşündüm. Senaryo çok iyi yazılmıştı ve birçok farklı açıdan derinliğe sahipti.”
Senaryo, rahibe adayı Irene’i oynayan Taissa Farmiga’nın da çok ilgisini çekmiş. Kendisi şöyle diyor: “Gary’nin senaryosunu okumaktan büyük keyif aldım. Bence bu onun nasıl bir yazar olduğunu gösteriyor, korku ve rahatsızlık verici bir hikâyede, film boyunca seyircinin keyif alacağı esprili anları da araya yedirmiş. Senaryo, heyecan verici iniş çıkışların olduğu bir hız treni gibi.”
Hikâyeyi oluştururken Dauberman ve Wan, onu hikâyenin, kötü bir şeyler olacağının sinyallerini önceden veren mekânının yarattığı zengin, kasvetli gotik tarzı kullanmış. Romanya, Transilvanya’da bir şato, korku türünde güçlü kökleri olan bir yer. Filmde şatoyu kilise devralmış ve orası yıllardır bir manastır olarak faaliyet gösteriyor. Korku faktörü daha da ileri taşınmış, manastır gözlerden uzak bir yere yapılmış, rahibeler de dünyanın geri kalanından kendilerini soyutlamış.
Dauberman anlatıyor: “Karpat Dağları’nın dibinde, büyük bir kaledeler ve yapayalnızlar. İçeri uzun koridorlar, kemerli yollar ve büyük bir şapel var, tipik bir evde görmediğiniz şeyler. Genç bir rahibe adayının o şato kapılarından girdiğini düşünün. Bir anda bu büyük fonda küçücük kalıyorsunuz ve korkunç şeylere sebep olabilecek çok daha fazla gölge ve yer var. Korkutucu olan her şeyi alıyor ve daha da büyütüyor.”
Wan ekliyor: “Bu rahibeler aslında bu manastırda tıkılıp kalmış ve temel olarak, yüzeye çıkmak isteyen bu şeytani varlığı zapt etmeye çalışmakla uğraşmak zorundalar. Bir şeytanın dünyamıza girmesine engel olmaya çalışmak… Bu çok klasikleşmiş Gotik bir hikâye anlatımı.”
Bu uğursuz kalede her şey çok tehlikeli… Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Günahlarımızı Affet
Transilvanya’da bir manastırdaki genç bir hemşire intihar ederek en büyük günahı işlemiştir. Artık kilisenin, oranın hâlâ kutsal mı yoksa St. Carta Manastırını şeytan mı ele geçirdi, onu tespit etmesi gerekmektedir.
Vatikan bu zorlu durumla ilgilenmesi için Peder Burke’ü görevlendiriyor. Burke, Philadelphia’lı bir din adamı ve mucizelerle karanlık olguların geçerliliğini tespit etme yeteneğine sahip az sayıda kişiden biri.
Safran, rahip rolünü yazarken akıllarında Meksikalı Demian Bichir olduğunu söylüyor: “Rahip Burke’ün ağırbaşlılığını ama aynı zamanda inancıyla mücadele eden bir adamı da yansıtabilecek birine ihtiyacımız olduğunu biliyorduk. Demian muazzam bir oyuncu, karakterin her özelliğini inandırıcı bir şekilde oynadı. Hepimiz önceki projelerinden onu çok seviyorduk, o yüzden ilk ve tek tercihimiz o oldu.”
Rolünü anlatan Bichir şöyle diyor: “Rahip Burke bir din adamı ve iblis avcısı. Her seferinde tek bir iblis öldürerek dünyayı kurtarmanın mümkün olduğunu düşünüyor. Farklı cephelerde savaşıyor ama aynı zamanda kendi şeytanları peşini bırakmıyor ve bu da hayatının her günü karşılaştığı asıl savaş.”
Rahip Burke en son iblis avcılığı yaptığında, korkunç bir trajedi meydana gelmiş. Aradan on yıl geçmiştir ama kendisi ve soruşturmalar arasına koyduğu mesafeyi korumaktadır çünkü o rahatsız edici olaylar hâlâ kafasını karıştırmaktadır. Rahatsız olmasına rağmen Rahip Burke, kardinalin isteklerine uymak zorundadır.
Bichir şöyle diyor: “Yemin ettiğinizde, ömür boyu Tanrı’nın askeri olacağınıza söz vermiş olursunuz. Bir asker olarak da emirlere karşı çıkamaz, hiçbirini geri çeviremezsiniz.”
Kendi çekincelerine rağmen Rahip Burke bu göreve kendini adamıştır. Hazırlanmak için, ruhani aletlerinin olduğu 2. Dünya Savaşı papaz kitini çıkarır -kutsal su, gümüş bir haç kolye, haç, İncil- ve belirsiz bir yola çıkar. Vatikan’ın yönlendirmesiyle Rahip Burke’e bu yolculukta İngiltere’deki St. Vincent’s Hastanesi’nde rahibe adayı olan Rahibe Irene de eşlik eder.
Taissa Farmiga anlatıyor: “Bence Rahibe Irene, bunun basit bir görev olacağına inanıyor. Bu yolculuğun ne kadar aşırı boyutlarda olacağını ya da ne tür bir duygusal güç toplaması gerekeceğini bilmiyor. Bence manastırdaki şeytanın varlığına hazır değildi.”
Bichir anlatıyor: “İlk başta Rahip Burke’ü de kandırıyor ama Rahibe Irene minyon olsa ve kırılgan gözükse de, rahip onun cesur olabildiğini görüyor ve bence buna hayranlık duyuyor. Rahibe Irene çok güçlü çünkü ruhu çok güçlü.”
Rahip Burke gibi, Rahibe Irene’in de geçmişi acı dolu. Sorunlu gençliği manastıra gitmesine yol açtıysa da, henüz yeminini etmemiş olma sebebi de bu. Farmiga şöyle diyor: “O da kendi içindeki şeytanlarla başa çıkıyor. Çocukken onu rahatsız eden hayaller ve rüyalar görürmüş. Genç bir kadın olarak kilise onu buyur etmiş ve rahibe olarak kendini Tanrı’ya adaması için ona cesaret vermiş, o da isteyerek buna uymuş çünkü o yola girdiğinde hayaller yok olmuş. Ama onların cevabını bir türlü alamamış ve bence bu yolculuğa çıkmaya bu kadar açık olmasının sebebi de gerçeği bulmak. Geleceğini sorguluyor ve şunu soruyor: Yapmam gereken şeyi mi yapıyorum?”
Rahibe Irene’in şüphesinin inancına düşürdüğü gölge, Rahip Burke’ün çok iyi anladığını bir his. Yönetmen de iki karakterin zıtlıklarına bayılmış.
Hardy şöyle diyor: “Rahip Burke biraz eksantrik, saçları ağarmış bir rahip. Rahibe Irene’e gösterdiği ilgide bir babacanlık var. Geçmişte yıkıcı bir tecrübe yaşamış ve Irene’in başına böyle bir şey gelmesine izin veremez. Onun fiziksel ve ruhsal anlamda yok olmasına engel olmaya çalışıyor. Rahibe Irene naif ve emin değil, yaşadığı bu korkunun içinde gücünü bulmak zorunda.
Hardy sözlerine şöyle devam ediyor: “Şahsi ve grup olarak karizmaları, Taissa’nın ve Demian performansında ortaya çıkıyor. Sergiledikleri oyunculukta doğruluk ve gerçekçilik var.”
Belki fazlaca bir gerçekçilik. Farmiga karakterine kendini o kadar vermiş ki, prodüksiyon sırasında kâbuslarla mücadele etmiş. Hardy anlatıyor: “Taissa çok yetenekli bir oyuncu ve karakterinin yaşadığı korkuyu yaratırken, sürekli korkunç hayaller ve travmatize edici anlar yaşıyordu. Rahibe Irene’e seyirci de hissedebilsin diye o şekilde tepki verdirmek için çok uğraştı.”
Farmiga şöyle diyor: “Corin’le çalışmak inanılmazdı çünkü sanat yönü yaratıcı biri ve duygusal korkuya ulaşmak konusunda çok iyiydi. Düz bir korku değil bu. Bunu başka ne tetikliyor? Üzüntü var mı? Özlem var mı? Her konuda çok tutkulu ve çok da tatlı birine benziyor… Ta ki ansızın burnunuzun dibine şeytani bir rahibe fotoğrafı koyana kadar. Siz de şöyle diyorsunuz: Aklının böyle korkunç şeyler yapabileceğini bilmezdim.”
Vatikan, Rahip Burke’ü, Rahibe Irene’in bölgede tecrübesi olduğuna dair temin etse de, Irene kendisine oraya hiç adım atmadığını söyler. Şatonun içinde ya da birbirleriyle ilgili ortaya çıkarmaları gereken tek gizemli şey de bu değildir. İkisi de onları karşılaştıkları zorluklara karşı hassaslaştıran, geçmişlerindeki şeylerle yaşıyor. Ama aynı zamanda aralarında bir bağ da yaratıyor.
Aynı şekilde iki oyuncu Romanya’daki çekimler sırasında da bağ kurmuş. Bichir anlatıyor: “Bir filmde bağ kurmak için aylarınız olmuyor, bunu hemen yapmalısınız. Ben Taissa olduğu için şanslıydım. Ona hayranım. Muhteşem özellikleri var, sadece oyuncu olarak değil, insan olarak da.”
Bu hayranlık karşılıklı. Farmiga şöyle diyor: “Demian çok komik bir adam, sağlam karakterli biri. Hayat, enerji ve her şeye karşı sevgiyle dolu. Bir oyuncu olarak da inanılmaz, Rahip Burke’e çok fazla duygu kattı.”
Rahibe Irene ve Rahip Burke, Roma’dan çıkıp 1952’nin modern dünyasından ayrıldıklarında, Transilvanya’daki küçük Biertan Köyü’ne giderler. Burası zamanın sanki tersine aktığı, orta çağlara girdikleri izlenimini veren bir yerdir. Ana yol, bir toprak yoldur ve rehberlerinin ulaşım aracı, bir at arabasıdır.
Kasabada Frenchie olarak bilinen kişi, orada yaşayan biridir ve onları manastıra götürür. Kendisi aynı zamanda oraya malzeme götürürken intiharı fark eden talihsiz kişidir. Frenchie onlara, orada ceset bulmadan önce, halkın geri kalanı gibi manastıra karşı dikkatli olduğunu söyler.
Yapım ekibi, batıl inançları olan Fransız asıllı Kanadalıyı canlandırması için The Conjuring ve devam filminin büyük hayranı olduğunu söyleyen Jonas Bloquet’yi kadroya almış. Bloquet şöyle diyor: “İki filmi de birçok kez sinemada izledim ve The Nun’ın da senaryosunu çok beğendim. O yüzden bu filmin bir parçası olmak, kariyerimin en iyi tecrübelerinden biri.”
Hardy, Bloquet’nin karakterinin, Dauberman’a özgü mizah unsurlarıyla süslenmesi, hikâyeye başka bir harika katman kattığını düşünmüş. Kendisi şöyle diyor: “Frenchie, çok sevimli, muzip biri. O, bir rahip ve bir rahibeden oluşan bu tuhaf üçlü, dünyaya farklı açıdan bakarken o an için birbirlerine bağlılar. Zaten kendi içinde bir mizah var, Jonas da bunu ortaya çıkardı.”
Dauberman ekliyor: “Bana göre Frenchie çok önemli bir karakter çünkü korkuyu dengelemek için mizah da lazım, o eğlenceli anlar, korkuyu daha da kasvetli hâle getiriyor. Jonas çok kasvetli olabiliyor ama aynı zamanda çok da komik. Frenchie karakterine kattıklarına bayıldım.”
Rahip Burke kutsal suyu, Rahibe Irene de tespih taşırken, Frenchie’nin elinde bir balta ve tüfek var. Bloquet anlatıyor: “Frenchie sağlam fizikli ve çok güçlü biri. Mütevazı ve ilk başta güzel birini görünce hayır diyemeyen, komik, etkileyici bir Fransız’a benziyor.”
Fakat Frenchie’de gözle görülenden çok daha fazlası var.
Bloquet devam ediyor: “Frenchie manastırda tam olarak ne olduğundan emin değil ama oranın iyi bir yer olmadığını biliyor ve orada durmak istemiyor. Kafası karışık çünkü Rahibe Irene’i orada bırakmak da istemiyor, Rahip Burke gibi o da kendini korumacı hissediyor.”
Manastırın içinde bulunduğu şatonun kuleleri uzaktan göründüğünde, Frenchie’nin atı tehlikeyi seziyor ve duruyor. Yolu yürüyerek tamamlamak zorunda kalan üçlü, uğursuz bir manzarayla karşılaşıyor…
Rahibenin cesedi haftalar önce intihar mahallinden kaldırılmış olsa da, manastırın merdivenlerindeki kanlar hâlâ yeni gibidir. Bu nasıl mümkün olabilir?
Ayartılmamıza İzin Verme
Film boyunca St. Carta Manastırı’ndaki rahibeler, Rahibe Irene orada kol gezen kötülük ve Rahibe Victoria’nın öldüğü zaman elinde tuttuğu gizemli anahtarla ilgili gerçeği ortaya çıkarmaya farklı stresler ve korkular yaşıyor.
Rahibe Victoria rolündeki Charlotte Hope, filmdeki arkadaşları gibi, Şeytan Rahibe’nin onu da çok etkilediğini söylüyor: “The Conjuring 2’deki o kareyi hatırlıyorum. Bir tablo vardı ama tablo olup olmadığını bilmiyorsunuz… Sonra o çıkıyor. Bu çok korkutucu, uzun süre beni çok korkuttu. Ve şimdi onu anlatan bir film olması gerçekten muhteşem.”
Kendi rolüyle ilgili olarak da Hope şöyle diyor: “Çok fazla şey anlatmak istemiyorum ama filmde meydana gelen olayları o tetikliyor. Ve Rahibe Victoria da çok zor anlar yaşıyor.”
Hardy, Hope’un, rolünün gereksinimlerine kendini adamasından çok memnun olmuş. “Charlotte çok güzel bir oyuncu ve çok güzel bir insan. Bunları çirkin bir şeyle kapatmak çok eğlenceliydi, o da bunu seve seve yaptı.”
Soruşturmanın bir diğer kilit noktası, rahibelerin sessizlik yeminini bozup Rahibe Irene’i, orada şeytani bir varlığın olduğunu ve bunu sürekli dua ederek aşmaları gerektiğini söyleyen Rahibe Oana. İbadetlerini asla bırakmamalılar, bir an için bile. Ne olursa olsun.
Yapım ekibi Rahibe Oana rolünü Romanyalı Ingrid Bisu’ya vermiş. Bisu şöyle diyor: “Bence Rahibe Oana, Rahibe Irene’de kendini görüyor. Bu şekilde başlamış, eskiden de öyleymiş: Umutlu. Bu yüzden ona yardım eli uzatıyor.”
Safran şöyle diyor: “Sürekli ibadet etme durumu beni büyülemişti. Gerilim dolu dakikaların yaşanmasına yol açtı, seyirciler bence bayılacak. Ingrid de bunun büyük bir parçası.”
Bisu bu rolü kendine çok yakın bulduğunu çünkü gençliğinde bir ara rahibe olmayı düşündüğünü söyledi. İnzivadaki rolüne hazırlanmak için manastırları ziyaret etmiş ve saatlerce sessiz sessiz oturmuş. Sette dua dinlemek için elinin altında mutlaka kulaklık bulundurmuş. Bisu anlatıyor: “Onların tecritteki dünyasında, sessizliğin ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Ancak bir amaç uğruna konuşmalısınız. Rahibe Oana için buna karşı gelmek ve Rahibe Irene’le orada olanları konuştuğu için cezalandırılmayı bile göze almak çok önemli. Bunun sonuçları olacağını çok iyi biliyor.”
Rahibelerden biri korkmuyor ama tüyler ürpertici bir şekilde kontrol onda, manastırı öteki dünyadan gibi yönetiyor. Bonnie Aarons, The Conjuring 2’deki rolünü tekrarlıyor ve Şeytan Rahibe’nin insanlaşmış hâlini canlandırıyor.
Aarons önceki filmdeki rolünün seçmelerine katıldığı anı anlatıyor: “Duyduğum tek şey bunun bir James Wan filmi olduğuydu. Bu benim için yeterliydi. Bence o çok zeki. Eserlerinin büyük hayranıyım. Bana senaryoyu vermediler. İçeri gidip herkesin ödünü patlatmamı istediler.”
İşe de yaradı.
Safran anlatıyor. “James’in kafasında, Şeytan Rahibe’nin neye benzemesini istediğine dair çok belirli bir tip vardı. Pek çok kişi gördük ama Bonnie’nin o benzersiz suratını gördüğümüz an herkes şöyle dedi: ‘İstediğimiz kişi tam olarak bu. O olmalı.'”
Hardy de The Nun’ın başrolünde başka birini hayal edememiş. Şöyle diyor: “Rolü tekrar Bonnie’nin canlandırması çok önemliydi. Tabii ki gerçek hayatta korkutucu biri değil ama rahibe kıyafetlerini giyip makyajı yapıldığında, çok korkutucu bir hâl alıyor. Gerçekten insanı geriyordu.”
Oyuncu kadrosundakiler de bunu onaylıyor. Bichir şöyle diyor: “Dua ettiğim bir sahne vardı. Bonnie’nin de Şeytan Rahibe olarak arkamda olacağını biliyordum. Gölgesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetti. Gerçekten çok ürkütücüydü.”
Farmiga da bunu çok rahatsız edici bulmuş. “O şeytani yüzün bana doğru geldiğini düşünmemek için, özellikle de geceleri elimden geleni yaptım.”
Aarons bunun yaratılmasına yardımcı olduğu için çok mutlu. “Bir oyuncu olarak yapmak istediğiniz şey budur; seyircinin aklına sızmak. Dünyanın dört bir yanından insanların beni bulup, Şeytan Rahibe’nin akıllarından çıkmadığını ve kâbuslar görmelerine yol açtığını söylemelerine bayılıyorum.”
Meryem Yolu Gösteriyor
The Nun’ın tamamı Romanya’da, Bükreş’in içinde ve civarındaki kullanışlı alanlarda ve Transilvanya’da, özellikle 14. yüzyıl şatolarında ve terk edilmiş bir orta çağ kalesinde çekildi. Bu da gerçekçi klasik korku estetiğine katkı sağladı. Bazı iç mekânlar da Bükreş’teki Castel Film Stüdyoları’nın sesli stüdyolarında çekildi.
Filmin gotik görünümünün sağlanmasında yardımcı olması için, Hardy görüntü yönetmeni Maxime Alexandre ve kendisiyle daha önce Annabelle: Creation’da birlikte çalışan yapım tasarımcı Jennifer Spence’ten destek aldı. ABD, Avrupa ve Romanya’dan harmanladıkları bir ekip kurdular.
Romanya’da daha önce sekiz film çeken Alexandre şöyle diyor: “Corin aklındakini net bir şekilde anlattı, fikrini aktarabilmek için sayfalarca çizim verdi. O yaratıcı siyah-beyaz çizimlere renk ve şekil vermek muhteşemdi.”
Spence anlatıyor: “Bu filmin ve Romanya’ya gelmenin en iyi yanı, gerçek bir şatoda tasarım yapmaktı. Koridorlarda yürürken geçmişten gelen bir gücü hissediyorsunuz. Harika bir atmosfer var ve geceleri orada olmak korkutucu.” Yaygın bir ulaşım şekli olan at arabaları sık sık görülüyor. Sette her zaman keçiler ve koyunlar vardı. Yarasalar, cenaze törenleri, yağmur ve sis, eski dünyanın havasının yaratılmasına katkıda bulundu.
Kırsal ve eski mekânların görüntüsünün değişmiş olması, Hardy’nin yaratıcı ekibine bazı zorluklar yaratmış. Yönetmen şöyle diyor: “Maxime çok yetenekli bir görüntü yönetmeni. Her şeyi yapmaya hazırdı ve zorlu mekânlara vinçler getirtti. Jennifer ve ekibi için, şato mekânlarını yapıp geliştirmek zor bir işti çünkü buralar, merkezimizin bulunduğu Bükreş’ten yedi saat uzaklıktaydı. Film için çok güzel ortamlar yarattı.”
Alexandre filmin tarzını genel olarak “fazlasıyla 70’lere benzeyen, puslu ve yüksek kontrastlı” bir tarz olarak tanımlıyor. Bu türde, vurguları tek bir yerde toplayarak ve istediğiniz kadar koyulaştırarak, gölgelerle istediğiniz gibi oynayabiliyorsunuz.”
Gotik havasıyla dikkat çekse de, The Nun yine de tüm Conjuring filmlerinin geleneksel tarzını taşıyor. Alexandre şöyle diyor: “Hikâye anlatımında yıllarca ileri ya da geri gitseniz bile, James’in ilk filmde oturttuğu bazı biçimsel ilkeler var. Uzun çekimler ve olabildiğince sıralı çekimler yapmak. Corin de bunlar üzerinden ilerledi.”
The Nun’ın ayırt edilirliği, ana karakterleri görsel olarak farklı bakış açılarından çekerken farklı kamera seçimleri kullanılması sonucu elde edildi. Alexandre anlatıyor: “Rahip Burke’ün yolculuğu var ve Rahibe Irene’in yolculuğu var. Irene’inki daha içsel, o kendi zihninde ve hayalleri daha yumuşak. Onun sahnelerinde Steadicam kullandık çünkü neyin gerçek olduğu neyin olmadığını seyircinin ayırt etmesini sağlıyor. Rahip Burke’ün bakış açısından baktığımızda, el kamerası kullandık çünkü kendisi o anı yaşıyor ve başına gelen her şey gerçek zamanlı oluyor.
Transilvanya
Corvin Şatosu
St. Carla Manastırını bulmak için yapım ekibi uçakla Bükreş’e gidip, oradan arabayla Transilvanya’ya geçerek, Romanya’nın tarihi bölgesindeki ıssız köylerde saatlerce gezmişler. Hunedoara’da Corvin Şatosu’nu bulmuşlar. Burası, 14. yüzyıldan beri, dağın bir yanını kaplayan özgün bir yapı.
Bethlen Şatosu
Corvin Şatosu, prodüksiyon için gereken tüm alana sahip olmadığı için, yapım ekibi manastıra ekleme yapmak için ikinci bir şato seçmiş. Transilvanya’nın batısındaki Cris Köyü’nde yer alan Bethlen Şatosu, Corvin Şatosu’nun orta çağdaki mimarı tarafından tasarlanmış. Dolayısıyla aynı tarzdalar ve çekim amaçlı Corvin’le mükemmel uyum içindeydi. Cris’e giderken geçtikleri yolda ekip her gün pis ve ekşimsi bir yanık kokusu alıyordu ve buna bir açıklama getirilemiyordu. Bölgedeki amaçlarını düşününce, bazıları bunların antik şatoya dadanan şeytani ruhlar olabileceğine inanıyordu.
Bethlen Şatosu, Rahip Burke ve Rahibe Irene’in geceyi geçirmelerinin söylendiği ve rahatsız edici olayların yaşanmaya başladığı manastır için idealdi. Spence anlatıyor: “Odaların hiçbiri bitmemişti ve düzensizdi, hiçbir pencere çalışmıyordu, yani siyah bir tuval gibiydi. Birkaç tane eskiden kalma şeyler vardı, onlarla devam etmek istedim, tavanlardaki yılan amblemleri gibi.” Spence aynı zamanda oranın halkına, hasarlı ve özgün olanları baz aldırarak yeni pencere ve kapılar yaptırdı. “Filmimize yardım etmekle kalmadı, aynı zamanda çekim yaptığımız yere borcumuzu ödeyebilmek de güzeldi.”
Bethlen’de kusursuz Buz Ev mekânı vardı, aynı zamanda önemli ve korku dolu sahnelerin çekildiği manastır mezarlığı da burada inşa edildi. Spence’in ekibi mezarlığın tamamını inşa etti, burası parçalanmış mezar taşları, haçlar, çalışan dönem çanlarıyla doluydu. Bunlar, yanlışlıkla canlı canlı gömülen kişilerin boğularak ölmesini önlemek için anlınmış bir önlemdi.
Mogoşoaia Kalesi
Mogoşoaia Kalesi, yapım ekibinin seçtiği üçüncü mekândı. Terk edilmiş askeri kampta, yer altı mezarlarına çıkan manastır tünelleri vardı. Yer altındaki labirente benzeyen koridorlar çok dar, küf kokan, karanlık yerlerdi ve Hardy’nin aklındaki korkutucu anlara imkân sağlıyordu.
Hardy her mekânın en iyi yanlarını kullandı ve ekibinin benzersiz bir ortam yaratarak ekranda St. Carta Manastırı’nı oluşturabilmesi için onları birleştirerek bir yol haritasına dönüştürdü.
Transilvanya’daki diğer yerler şöyleydi: Sighişoara, Kazıklı Voyvoda namıdiğer Kont Drakula’nın doğum yeri, Copsa Mar, Mogoşoaia Sarayı ki burası da Rahip Burke’ün ve Rahibe Irene’in tanıştığı St. Vincent’s Hastanesi yerine kullanıldı ve Vatikan olarak kullanılan mekânsa Bükreş’teki Parlamento Sarayıydı.
Bükreş
Castel Film Stüdyosu
Romanya’da kilise içinde çekim yapmak yasak olduğu için Spence ve ekibi, St. Carta Kilisesi Manastırını, Castel Film Stüdyosu’nun Bükreş’in hemen dışındaki Izvorani’deki en büyük sesli stüdyosunda inşa etti. Kilise, Hardy’nin büyüdüğü, İngiltere, Doğu Sussex’teki Chiddingly Kilisesi’nden uyarlandı.
Stüdyoda kurulan bir başka set de manastırın altındaki mezarlıktı. Yeraltı mezarlığına kuşbakışı bakıldığında, ortasında bir çember olan bir haç görünüyor. Bu motif film boyunca da görünüyor.
Prodüksiyon sırasında diğer Conjuring filmlerine göndermeler vardı, buna rahibelerin grup fotoğrafı ve Annabelle: Creation’daki haç da dâhil. Spence aynı zamanda “Valak” lafını setlere sakladı. Kendisi şöyle diyor: “Bunu biraz yaptım ama The Conjuring boyutunda değil çünkü Valak’ın ortaya çıkışını başlangıç olarak düşündüm. Ama göndermeler filmde. Umarım onları bulmayı zorlaştırmışımdır.” Dikkatli sinemaseverler onları ormandaki ağaçlarda, Rahibe Victoria’nın pencere çerçevesinde, bavul taşıyan kamyonetin plakasında ve Cris’te asılı duran çeşitli gazete kupürlerinde görebilir.