Corona virüsünün tüm insanlığı ve ülkemizi tehdit ettiği şu günlerde bir şekilde virüs belasına bulaşmış 10 filmi listelemek istedik. İçlerinde Contagion gibi çok iyi bildikleriniz ya da Poşet Adam gibi hiç haberinizin olmadığı yapımlar var. İzlerken biraz sinirleriniz bozulabilir ama yine de, iyi seyirler…
Contagion / Salgın (Steven Soderbergh, 2011)
2011 Sonbaharı’nın en çok beklenen filmlerinden olan Contagion, tüm dünyaya hızla yayılan ölümcül bir hastalığın filmi. Hastalık tanımlanmamış, daha önce karşılaşılanlara göre çok fazla bulaşıcı ve öldürücü. Nasıl kontrol altına alınacağına dair kimsenin herhangi bir fikri yok… Contagion buraya kadar diğer salgın ve felaket filmleriyle bir fark yaratmıyor. Ancak filmin diğerlerinden asıl ayrıldığı nokta, konunun nasıl anlatıldığı…
Steven Soderbergh, The Informant! filminde beraber çalıştığı senarist Scott Burns ile “Gerçeklerin yeterince korkunç olduğu” fikriyle hareket etmiş bu film için. Öyle ki, filmde herkes en az bizim kadar gerçek. Hiç kimse kahramanlık yapmaya kalkmıyor. Sadece görevlerini yerine getirme derdindeler. Bu kişiler kızını salgına karşı korumaya çalışan bir baba olabiliyor veya salgının kaynağını araştırmak için dedektif gibi iz süren bir bilim insanı olarak karşımıza çıkabiliyor. Bazıları sadece rant peşinde, bazıları ise duygusal davranıp “önce ailem” demekte. Birileri salgın için bir aşı üretmek adına canını dişine takıyor. Birileri komplolar kuruyor. Yağmalar, saldırılar ve karantinalar karakterlerimizin önlerine engel olarak çıkıyor. Kısacası Contagion, hiçbir abartmaya ve kahramanlığa yer vermeden bizi bize anlatıyor. (Burak Yılmaz)
The Crazies / Salgın (Breck Eisner, 2010)
Zombie filmlerinin ustası George A. Romero’nun 1973’de çektiği Salgın (The Crazies), yönetmenin sistem karşıtı eleştirilerini sürdürdüğü önemli ama ancak iflah olmaz korku filmi meraklıları tarafından bilinen gizli kalmış bir kült’tür. Remake olması kaçınılmaz gibi görünen ama aynı türde yüzlerce film çekildiğinden mütevellit bu derece sömürülmüş bir öyküye sahip olduğu için şu zamana kadar bekleyen yeniden yapımı, gişede uğradığı hezimetle ünlenen Sahara filmini de yöneten Breck Eisner çekmiş.
Salgın’ın bahsettiğim üzere epey yıpranmış bir öyküsü var. Hükümetin gizli deneylerinden birinde oluşan bir kazanın sonucu olarak suya karışan virüsün yol açtığı etkiler yüzünden, 1260 nüfuslu, küçük ve gözlerden ırak bir kasabanın insanlarının çıldırarak birbirini katletmesi ve infekte olmamış bir avuç insanın hayatta kalma mücadelesini anlatan filmi referansları eksik bir zombi filmi olarak nitelemek bile mümkün. Dany Boyle ve sonrasında gelen zombi filmlerinin külte yaptığı eklemeler ve istismarları içeren bu öykünün aslında 1973 yılında yapılmış olması da, zombi kültünde yapılan devrimsel bazı denemelerin yıllar önce yine ustadan geldiğinin göstergesi…
Filmin, Amerikan sinemasının zanaatkarlığının yakaladığı standartlar sebebiyle teknik anlamda bir kusuru olmadığı gibi oyunculuklarda çığlık atan, deliren, kaçışan insanlar gibi türün gerekliliklerini inandırıcı kılabilecek ölçüde başarılı ve dengeli… Başlardaki gerilim ve korku atmosferinin bir noktadan sonra giderek aksiyona dönüştüğü film, bu haliyle ilk Terminator filminin kaçma kovalamaca etkisinden de nasibini almışa benziyor. Elbette bütün bunlar Salgın’da olduğu gibi aksamayan bir ritm ve yüksek bir adrenalinle verildiği sürece itirazımız yok. (Murat Tolga Şen)
28 Days Later / 28 Gün Sonra (Danny Boyle, 2002)
Yeni millenyum sanırım en çok zombi filmlerine yaradı. Bu patlamayı yapan ise daha önce bir korku filmi çekmemiş olan ama yaptığı her filmle tartışma yaratan Britanyalı yönetmen Danny Boyle ve The Beach‘in yazarı Alex Garland‘ın senaryosundan çıkan 2002 yapımı 28 Days Later / 28 Gün Sonra oldu.
Shallow your grave ve Trainspotting gibi hitleri ile tanınan Danny Boyle londra sokaklarına yolladığı bu zombi kıyameti ile de büyük başarı kazandı ve tüm dünyada 85 milyon $ gibi bir gişe hasılatına ulaştı. Boyle’la yapılan bir röportajda 70lerde patlayan zombi filmlerini yeniden niye gündeme taşıdığı sorulunca “ deli dana hastalığının ilk zamanlarıydı ve halka böyle piskolojik ve biolojik olarak tahribat yaratabilen bir virüsün insanlara bulaşırsa neler yapabileceği hakkında bir bilgi vermek istedik” demiş. Bir de film vizyona girmeden 11 eylülün ve şarbon paniğinin yaşanması filmin gişesini etkilemiş. Zombilerden daha kazanacak çok para olduğunu anlayan yapımcılar da birçok zombi filmi ile karşımıza çıktı bu tarihden sonra, ancak serinin devam filmi 28 hafta sonra’ya kadar dişe dokunur bir iş de çıkmamışdı.
Film 12 Monkeys’e gönderme gibi bir sahneyle başlar. Maymunlara test yapılmasına karşı olan bir grup gizlice bir labratuara girer ve rage adlı virüsü taşıyan bu mahlukatları serbest bırakır. o sırada olaya müdahil olan doktorlar tehliklei bir virüs var dikkat dese de olan olur ve maymunlar herkese saldırır… 28 gün sonra Cillian Murphy‘nin canlandırdığı Jim karakteri bir hastanede uyanır. Etraf tamamen sessizdir ve hastanede herşey birbirine girmiştir. Jim kendini sokağa atar ve boş terkedilmiş Londra sokaklarında şaşkınlığına bir cevap bulmaya çalışır. Çeşitli gazete kupürlerinde bir salgın hastalık olduğu insanları yokettiği yazmaktadır. Karşısına çıkan bir kiliseye girer ve insan ölüleri ile karşılaşır. (Masis Üşenmez)
Ravenous / Les Affames (Robin Aubert, 2017)
Netflix sayesinde bir kez daha izleme şansı bulduğumuz Ravenous, son yıllarda gördüğümüz en farklı zombi filmlerinden biri. Genel olarak Kanada’nın yerel problemlerine biraz daha fazla odaklanıyor ama hem bu problemlerin bir kısmının artık ne yazık ki bütün dünyada yaygınlaşarak kanıksanması, hem de kenarların eşya-insan ilişkisi, varoluş sıkıntısı gibi evrensel problemlerle işlenmiş olması, filmi sadece Kanadalılara özel kılmaktan uzaklaştırıyor.
Zombi salgınının nasıl başladığı hakkında herhangi bir bilgi verilmiyor. Ancak hayatta kalanların çeşitli önlemler alarak yaşamlarını sürdürmeleri, salgının bir süredir devam ettiğini gösteriyor. Yine de başlayalı çok uzun zaman geçmemiş ki hiç kimsenin ne olduğu, salgının nereye kadar yayıldığı ya da kurtulmak için ne yapılması gerektiği hakkında çok net bir fikri yok. Muhtemelen avcılığa meraklı Bonin ve Vezina adlı iki arkadaş, günlerini birbirlerine soğuk ve demode espriler yaparak ve zombi avlayarak geçiriyorlar. Salgın öncesinde öyle elle tutulur bir işleri olmadığı anlaşılan ikilinin rutinleri zombi detayı dışında çok fazla değişmemiş gibi görünüyor. Öncesinde muhtemelen evli ve beyaz yakalı bir çalışan olan Celine, arabasıyla boş sokaklarda geziniyor ve arada durup elindeki iri palayla karşısına çıkan zombileri öldürerek kaybettiklerinin hıncını almaya çalışıyor. Yaşlı lezbiyen çift Therese ve Pauline, ellerinde tüfekleriyle kırsaldaki evlerinde beklemeyi tercih ediyorlar. Bir köpek tarafından ısırıldığını iddia eden eli yaralı Tania, ısrarla salgından etkilenmediğini söylüyor. Küçük Zoe, ailesi kim bilir nasıl öldükten sonra evlerinin bir odasında saklanmaya çalışıyor. Peşindeki zombilerden kaçmaya çalışan yaşlı sigortacı Real, elindeki tüfekle belki de yaşayan birilerini arayan genç Remi tarafından kurtarılıyor. Önce ayrı ayrı gördüğümüz bütün bu karakterler, bir şekilde bir araya geliyorlar ve beklemenin sonları olacağını anladıkları için en yakın sığınağa doğru yol almaya karar veriyorlar. Böylece klasik bir “zombi salgınında hayatta kalma mücadelesi” başlıyor. (Murat Kızılca)
Train to Busan (Sang-ho Yeon, 2016)
Train to Busan, artık iyice yorulmuş bir alt tür dahilinde ilgi çekici bir film nasıl çekilir diye merak edenlerin kafalarındaki bütün soru işaretlerini ortadan kaldıracak kadar iddialı bir iş.
Daha önce The King of Pigs (2011) ve The Fake (2013) gibi animasyonları yöneten Sang-ho Yeon’un elinde sihirli değnek olduğunu ileri sürecek değiliz elbette. Öncelikle akılda kalıcı karakterler yaratmanın öneminin farkında olan yönetmen (ki senaryo da ona ait), bir yatırım firmasında yönetici olarak çalışan başkahramanımızı tanıtarak işe başlıyor. Karısından boşanmış olan Seok-Woo, annesi ve 9-10 yaşlarındaki kızı Su-an ile beraber yaşamaktadır. Sadece kendini düşünen, aşırı bencil bir kişiliğe sahip Seok-Woo, işini her şeyin önüne koyduğu için kızını ihmal etmektedir. Doğum gününde aldığı bilgisayar oyunu konsolunun aynısının kızının odasında zaten kurulu olduğunu unutacak kadar da ilgisiz bir baba profili çizen Seok-Woo, kızının ısrarlarına dayanamaz ve onu Busan’a, çok özlediği annesinin yanına götürmeye karar verir. Böylece başkahramanımız kızıyla beraber Seul’dan Busan’a gidecek olan hızlı trene biner.
Yönetmen Sang-ho Yeon, başkahramanın etrafına izleyicinin duygusal bağlar kurabileceği (seveceği, nefret edeceği, özdeşlik kuracağı) yan karakterler yerleştirmeyi de ihmal etmiyor. Filmin neredeyse tamamı, içinde her sınıftan yolcunun olabileceği bir toplu taşıma aracının içinde geçtiği için bunu gerçekleştirmek pek de zor olmuyor. Bir lisenin beyzbol takımı, zengin ve bencil Yon-suk, orta yaşın üzerindeki iki kız kardeş In-gil ile Jon-gil, bileği güçlü Sang-hwa ile hamile karısı Seong-kyeong ve sokakta yaşadığı belli evsiz bir adam, öykünün merkezindeki karakterler olarak sırayla boy gösteriyorlar. (Murat Kızılca)
Virus (John Bruno, 1999)
1999’un 80’ler ruhlu macerası Virus, artık solmakta olan bir Jamie Lee Curtis ve Flatliners’tan sonra asla eski ihtişamına kavuşamayan bir William Baldwin içeren, aksiyon, bilimkurgu ve soğuk savaş fobisi soslu bir John Bruno filmi…
Eğer özel efekt meraklısıysanız John Bruno’yu James Cameron’ın filmlerinden mutlaka bilirsiniz; The Abyss, Terminator 2: Judgment Day, True Lies, Titanic ve Avatar. Bunların dışında Poltergeist’ta “Animation Supervisor”, Batman Returns’te “Visual Effects Supervisor” ve James Cameron’la tanışmasına ön ayak olan T2 3-D: Battle Across Time’da ise “Storyboard Artist” olarak yer alan yönetmen yegâne uzun metraj denemesi olan Virus’ta da filmin en çok bu yönüne abanmış zaten; özel efektler. Bunun dışında dikkate değer bir oyunculuk, kurgu, zeka belirtisi ya da şaşırtmaca içermiyor. Dümdüz bir efekt filmi Virus.
Filmin konusu, Dark Horse Comics’in aynı isimli çizgi romanı Virus’tan yola çıkılarak, 90’ların ünlü senaryo yazarı Chuck Pfarrer tarafından kaleme alınmış. Pfarrer –kendisi Dark Man, The Jackal, Red Planet’ın falan senaryo yazarıdır- filmi 95’te çekmek istemiş fakat o zamanın teknolojisi buna müsaade etmemiş. Bu nedenle 1999’da 1982’ymiş gibi film çekerek, tarihten öçlerini almışlar. Dark Horse mevzusuna dönersek; çizgi romanın konusu azıcık daha farklı; The Electra isimli geminin mürettabatı Pasifik Okyanusu’nun ortasında terk edilmiş bir Çin radar gemisi buluyor. O zamanlar Çin falan bir tehdit sayılmadığından Amerikalıların en büyük kabusu olan Ruslara geri dönülmüş galiba. Neyse… “The Wan Xuan adlı gemi terk edilmiş olabilir ama kesinlikle sahipsiz değil!” tümcesi ile başlamış, çizgi roman’ı yazmış, çizmiş ve sanırım 5 bölüm kadar yayınlamışlar. (Emel Bilge Çınar)
Poşet Adam – Virüs Salgını (Okan Çil, 2013-2014)
Facebook sayfasında “B tipi mini dizi yazıyor”, başka açıklama yok ama Poşet Adam – Virüs Salgını bizim kafaya tam uydu. Kısa filmcilerin hepsinin birden kendisini Tarkovski sanıp, uzaklara bakmalı-bunalmalı-ölüm takıntılı filmlerden kafayı kaldıramadığı bir ülkede birilerinin böyle fırlamalıklar yapması, sinemanın ‘ucuz’ tarafına ilgi duyması şahane… Nihayet, birileri de Fludi’yi hatırlamış yahu!
Projenin başı Okan Çil, “Bizler DEÜ GSF’de okuyan sinema öğrencileriyiz. B film sevdasına yakalanmış insanlar olarak, vakti zamanında yaptığımız bir mini diziyi sizlerle paylaşmak istedik. ‘Kötü film’ dalga geçilecek bir şey olmaktan çok, özellikle şu sıra, tercih edilmiş estetiktir en nihayetinde. Yakın zamanda, aynı karakter üstünden farklı işler yapmaya da devam edeceğiz ve kendi kendine çalıp oynayanlar gibi geçip başına izleyeceğiz.” diyordu gönderdiği mailde…
Poşet Adam’ın yayınlanmış 10 bölümü var, bizce çok eğlenceli ve hepsini izleyebilmeniz için alta ekledik. Ayrıca çeken grubun Facebook sayfasını takip etmenizi de tavsiye ederiz. Arkadaşların eline-emeğine-kamerasına sağlık! İzlemek isterseniz şuradan buyrun: www.facebook.com
The Returned / Virüs (Manuel Carballo, 2013)
Dünya, tüm insanlığı tehdit eden korkunç bir virüsün milyonlarca insanı katlettiği ve virüsten etkilenen insanların, yani “Dönüşenler”in hayata kalabilmek için bir tür proteinden yapılmış bir ilaca bağımlı yaşadığı bir yere dönmüştür.
Böylesi bir dünyada hayatta kalma mücadelesi veren kahramanlarımız Kate ve Alex ise genç, başarılı ve birbirine sırılsıklam aşık bir çifttir. Kate, bir hastanenin Dönüşenler Bölümü’nde bir virüsten zarar görenlere yardım ediyordur. İşine sıkı sıkıya bağlıdır ancak birkaç kişi bu adanmışlığın kişisel bir nedeni olduğunu da biliyordur: Kocası Alex de virüsten etkilenmiş ve dönüşmüştür. Dönüşenler karşıtı grupların gerçekleştirdiği vahşi saldırılar sonucu dönüşenlerin tedavisinde kullanılan “Protein”in tükendiği dedikodusu yayılır. Bunun üzerine Kate, kocasının güvenliğinden endişe etmeye başlar. Virüsten etkilenip dönüşen herkesin bir kampta toplanması emri çıkınca kahramanlarımız, yanlarındaki bütün “Virüs Protein”ini alarak kaçar. Kate’in kurduğu ilişkiler sayesinde “Protein”e ulaşmakta güçlük çekmemişlerdir, ancak Alex direnemezse ne olacaktır? Şimdi bir kaçak durumunda olan Alex’in yeri belirlenirse başlarına neler gelecektir?
Yönetmen Manuel Carballo, genç ancak deneyimli bir sinemacı. Sinemanın sınırlarını zorlayan ve kendi türlerinde önemli filmler yapan yeni nesil yetenekli İspanyol yönetmenlerden biridir. 2000 yılında kariyerini Jaume Balaguero’nun DARKNESS filminde kameraman olarak çalışarak başlatan Manuel, ardından Paco Plaza’nın SECOND NAME adlı filminde çalıştı. 2002’de ilk kısa filmi ULISES PESARES’i çekti. Kısa filmiyle birçok uluslararası festivalden ödüllerle dönen yönetmen San Sabestian’da düzenlenen Fantastic Sinema Festivali’ne ULTIMA VIDA adlı filmiyle katıldı. “Virüs” yönetmenin üçüncü uzun metraj filmi…
Ada: Zombilerin Düğünü (Murat Emir Eren & Talip Ertürk, 2010)
Ada, ilhamını özellikle 3 filmden; Cloverfield, [REC] ve Diary of the Dead’den almış ama onlar kadar güçlü ve denenmemiş fikirlerle dolu değil… Onlarca zombi filminde gördüğümüz kaçma ve kovalamaca anları dışında pek bir numarası yok. Zombiler ne Romero’nunkiler kadar hantal ne de Boyle’ınkiler kadar splinter… Makyajlardan özellikle ümitliydim fakat Dükkân-ül Hayal ekibinin yaratıcı işlerini çok fazla göremediğimiz için üzüldüm. Özellikle zombilerin saldırma anlarında Lucio Fulci’nin yaptıklarına benzer yaratımlar görmeyi hayal ediyordum ama hevesim kursağımda kaldı.
Filmin komedisi her zamanki gibi “Fantastik ortamdaki Türk” klişesi üzerinden yapılıyor ve çoğu anda epey güldürüyor da… “Fantastik” gerçekten de bizim Fransız kaldığımız bir duygu ve bunun verdiği yabancılaşma güzel bir komedi malzemesi… Korku türüne ait bir sinema geleneğimiz olmadığı için de her seferinde bu etkileşimden medet umuluyor. Genç oyuncular, tereddütlerimin aksine rahat bir oyunculuk ve sırıtmayan doğaçlamalarla işi götürüyorlar ama ortada ciddi yazılmış bir senaryo olmayınca onların çabası da bir yere kadar işe yarıyor. (Murat Tolga Şen)
The Stakelander (Dan Berk & Robert Olsen, 2016)
Vampir Cehennemi filmlerini başka pek çok filme benzetebiliriz. Çorak dünyada geçen bir yol serüveni olması sebebiyle Yol (The Road), vampirlere/mutantlara karşı verilen mücadele ile The Omega Man ya da Ben Efsaneyim (I Am Legend), zoraki birliktelikten kurulan bir aileyi anlatmasıyla 28 Gün Sonra (28 Days Later), adam ve çırağının öyküsü yüzünden Tanrının Kitabı (The Book of Eli) ve en çok da bu filmlerin hepsinden referanslarla dolu olan Zombieland. Vampir Cehennemi’nin ilhamları saymakla bitmez. Neyse ki bunlar aşırılmış fikirler olmaktan uzak, ana yemeğe lezzet veren soslar gibiler.
Bu anlamda herhangi bir özgünlükten ya da keşiften bahsetmek mümkün filmde “Beyefendi” karakterini oynayan Nick Damici yine meraklı bir hikaye yazmayı başarmış. Ticari bir sinema örneğinden çok yetenekli bir kısa filmcinin işi gibi duran Vampir Cehennemi 2’de insanlar ve vampirler arasındaki mücadele kaynaklı aksiyondan fazlası var. Film, pek çok dev bütçeli filmin kuramadığı ve bu yüzden içi boş bir aksiyon çuvalına dönüştüğü dramatik yapıyı ustaca kuruyor ve hikayesini izletiyor. (Murat Tolga Şen)
Güzel liste olmuş teşekkürler.